eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


...Hep gitmek şimdilerde fikrime düşen. Nereye, niye, kiminle olduğunun hiç önemi yok. sadece gitmek... sır't çantamda kendimden başka herşeyi götürmek ve zehirlerarası yollarda onca zamanın bilançosuyla, geçmişin izini, geleceğin eskizini çıkartmadan sadece gitmek... Elektriklerin kesildiği bi odada çay tabağına iliştirilmiş bi mumun eriyişi gibi bir hissiyat bu, giderken en çok kimi götürdüğünle alakası yok, sadece kokusu var biraz gerçeğin...


Yazı kadar çıplak ve çıplaklık gibi gerçek. Yol hikâyeleri gibi belki, keşfetmek üzere olduğun kadar uzak. Hani sanki ‘iyelik’ kadar da yakın olacağını hissederken… Gitmek istediğin kadar heyecanlı o zaman hayalini kurduğun yere. O yer ki, yanı mı? O yer ki, hayalini kurduğun kadar iliklerinde ise, sen ki bunları söylerken farkında olmadığın bir gülümseme yer etmiş yüzüne…O yer ki, bilmiyorum aslında neresi… Ötesi yok mu var mı bilmiyorum. Ama aradığın yön, yolunun üzerinde çıkmıyor hep. Yürüdüğün yolda kaybolmazsan belki, bulamayacaksın kendini. Ve hep didik didik ettikçe beynini, ne istediğini bilmeyenlerden olacaksın. Zevk alacaksın tatlım bundan. …


Oysa biz bunu hep yaptık di mi, kendini kandırma mekanizmasının sahibinden satılık düşlerine kiralandık ya da belki'lerle sulandırılmış konsantre meşrubatlardan "overdose" aldık. Biz hep yaptık bunu. Ellerimize bizden başka çare yoktu, bilirdik ama gene de ötekine olan merakımız bizi berikinden uzaklaştırdı, kendimizden taşındık en çok, üzerinde "handle with care" etiketli kalplerimizle diğerine t'aşınmayı mevcudiyetimizin yegane temeli kıldık.


Sonra ünlü ve ünsüzleri, noktaları, ünlemleri ve en çokta soru işaretlerini kaydederken, satır aralarından okuduğumuz cümlelerin altlarını çizdik siyah kalın çizgilerle. Kaydettik bunları zihnimizin bir köşesine yavaş yavaş, biriktirdik, sonra saklamaya başladık. Sakladık ve yine biriktirdik. Oradan buradan toplayıp biriktirme ihtiyacımıza anlam veremedik. Biriktirmek ihtiyaçtı ve zaten sevdiğimiz - ki çekici geleni sevdik - anlamsızlık değil miydi? Bünyemize garip ve büyük geleni taşırken yabancılaştık. Ağrıdı, biraz sonra acıdı ve kronikliği yaratınca fark ettik. Farkındalıklardan bahsetmeyi sevmedik, ihtimaller dâhilinde tesadüflerle selamlaştığımızı görmezden gelemezdik ki. Sana mavi adını verip ona deniz demem gibi basit. Ne kadar net o kadar gerçek değildi. Gerçekle doğrunun hesabında, kırık bir aynaya yansıyan görüntüler gibi çoğalıp önce, sonra sonra başka yollarda ilerlerken bir başkası olarak yaşadığımız süreci gördük. Seyircisi olduk, kostümü ve maskesiyle sahnede parlayan kendimizin.Ve her daim kendimizi başkalarından daha az umursadığımız için mi cesurduk? En çok ne kadar? Zihnim yalnızken özgürdü. Ancak o zaman kendime inandım. Asıl ait olduğum yerde büyürkenki gibi aldım pozisyonumu, sulara gömüldüm, tekrar hayallere daldım. Cenin oldum, su yuttum.


3 üvercinka:

İnan bana insanın böyle,anlamsızlıktan kaçmaya kurtulmaya çalışmasını anlamakta güçlük çekiyorum.Benim kanımca,anlamsızlık duygusu karşısında insanın yapacağı en doğru şey,ondan kaçmak değil,onu korkusuzca içselleştirmek olmalıdır.Çünkü ben,bize anlamsızlık duygusu veren bu hayatı,ancak bu duygudan kalkarak anlamlı bir şekilde yaşayabileceğimizi düşünüyorum.Anlamsızlık içeren bir hayat,ancak içerdiği anlamsızlık içselleştirildiğinde bütünsel, doğru ve insanca yaşanmış olur.Hayatın ürettiği anlamsızlık hayatın kendisidir.Biz hayatı hayatın kendisi gibi yaşamak için bu anlamsızlığı solumamız gerekir.Hatta bu anlamsızlık,hayatın bize sunduğu bir olanaktır,sürekli duş etkisi yapan bizi kendimize getiren,diri tutan bir olanak.

Bu durumda yapılması gereken çok açık,bu, ne anlamsızlıktan kaçmak,ne de ona teslim olmak,anlamsızlığı bile bile,duya duya,onu bir “minyatür mezar” gibi böğrümüzde sürekli taşıyarak hayatın içinde dolaşmaktır.
...yazıyorsun ama haberimiz yok, darıldım ....

Anlamsızlıktan kaçarak kurtulmaya çalışmak değil ki bu,tam tersine onun tam da bağrında, içinde olduğum için belki sesimi böyle gür çıkartma çabam. aslında öyle tiz, öyle kısık ki... bunu bile bile prematüre sözcükler salgılıyorum yeterince "içsel" sesime; sığmıyor hayata, çünkü kaçmak istedikçe kovalıyor beni ve tam da herşeyin en anlamsız yerinde yakalıyor, o "minyatür mezar"ların gölgesi etmeye zorlyor bizi, "bir ağaç gibi tek ve hür"...

yazıyorum evet; haberin olmasa burda olmazdın değil mi?:)

:) ama tesadüftü malum oluş; senden ses seda çıkmayınca uzunca, meraktan kurcaladım eski albümleri. Albüm sayfalarının birinden çıkan kurutulmuş papatyanın üzerinde yazılıydı burada olduğun ve ben geç kalmışım :)