eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

"bir başka yolculuk dalından düşmek yere
yaşadığından uzun,,

bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
ağacın yüksekliğince
dalın yüksekliğince rüzgarda..


ve bir yeni ömür

.

.

.


vardığın çimen yeşilliğince.."

"...Yosunlarının dal dal, ağaç ağaç, gövdesine dolandığı çamurlu bir gölün suyu gibi her yanını saran, etine, kanına saldıran bu gürültünün çıkılacak bir yüzü, bir yüzeyi yoktu oysa. Bu ses gölünden, bataklığından kurtulmanın tek yolu, Sazandere'ye gidecek otobüsü bulmak, ona binerek, onun içine sığınarak onun kucağında buradan kopup yola düzülmek olacaktı."

.

.

.


Bilge Karasu


"Esas trajedi buydu.
Bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi."


John Fowles - Büyücü

"Bazen soruları andıran şeyler olur. Ya bir dakika ya da yıllar sonra yaşam bir yanıt verir"

"Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı.
Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! girmiş körfeze. "



Ece Ayhan

/ Mevsimsel bir sızı ya da bütün 'Yort Savul'lar /

"Kırk yıldır insanlarla tekellüm ediyorum da onlar beni kendileriyle konuşuyorum sanıyorlar."


Bâyezid-i Bistamî

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.

1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2. Yükünü senden alıp atmadık mı?
3. O senin belini büken yükü .
4. Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?
5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.

7. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
8. Yalnız Rabbine yönel.

"Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!"


Eskiden ağzının üzerine siyah bir martı konmuş gibi duran bıyıkları olan, sonra herkesi endişelendiren maceralarını yaşamak için, martıları kesip çok uzaklara giden bir adam bir gece böyle demişti. Ardından da eklemişti:


"Ayaklarıma bakma; tuzağa düşersin. Göğsümü izle! Göğsüm kuracağım tuzağı ele verecektir. Tangoda ayaklar bir ayrıntıdır! Bu, tuzakların dansıdır."


Sonra bir gece bütün kadınlarla dans edip, her birini tuzaklara düşürüp... Bununla yetinmeyip Tom Waits çalarken bir adamla gitgide daha çok erkekleşerek, sanki sonu ölümle bitecekmiş gibi tango yapıp... Martıları alıp sonra, yine çok uzaklara gitmişti.


Zaman geçti. Birbirlerinin ayaklarına bakarak, etamin işler gibi tango yapanları gördüm. Tuzak kurmayı beceremeyen adamlar, kurulamayan tuzaklarla cebelleşen kadınlar gördüm. Evli çiftlerin ehlileştirilmiş tango dersleri için birbirlerini hırpaladığını, çoktan ele geçirilmiş, teslim olmuş kadınların, kurulmaktan çoktan vazgeçilmiş tuzaklara düşmemeye çalışıyormuş gibi yaptığını gördüm. Bu "pis" dansı "temizlemeye" çalıştıklarını seyrettim. Bütün bu ehlileştirme çabalarına rağmen her tango dersinin tekinsiz hikayelerle son bulduğunu duydum hep. Tangonun "bir -ki üç" diye öğrenilse, "temizlense" bile tekinsiz bir şey olduğunu...


Oysa bazı danslar, bazı yaşları bekler. Birine, hiç yüzüne bakmadan bir şey diyebilmek için biraz ihtiyarlamalıdır insan. Tuzaklar oyununu sürdürme sabrı için biraz yaş almalıdır. Ayaklar, birbirine dolanmadan bir sabır oyununu devam ettirmek için kimi yollardan geçmiş olmalıdır. Bu kadar efendice kederlenmek, bir keder dansı yapmak için çalçene acılardan geçilmiş olmalıdır. Bir şeyi çok isteyip de yapmamayı bilmek gerekir tangonun "olması" için. Tango, istemek ve istediğini belli etmemek dansıdır biraz. İstemek ve istediğine yaklaşmamakla ilgili. Denizcilerin Arjantin meyhanelerinde "kötü" kadınlarla beraber yarattıkları bu dansın asıl hikayesi, gidecek olanı istemektir. Tango kalıcı olanların değil, hep gidecek olanların dansıdır. Ele geçirilemeyenler arasında sessiz bir kavga.. Beraber bir tuzağın koynuna düşmeyi çok isteyen ve bunu ilk kimin söyleyeceğini yoklayan bir kadınla bir adamın dansı.. Çok korkan, belli etmeyen iki kişinin birbirine meydan okuyuşu.. "Sevdim de vermediler" ağlaşması değil, "Ben seni hiç sevmedim" yalanı. Kim önce dökülecek, kim önce teslim olacak sınanması..


Astor Piazzola çalıyor.. Aklıma, giden denizcilerin tuzaklarına fena düşmüş, ama hiç düşmemiş gibi yapmış, iki memesinin arasından kan sızarken dönüp giden adama bir kere bile bakmamış kadınlar geliyor. Zor. Tango yapmak için biraz daha büyümek gerekiyor.



Ece Temelkuran

.
senin yenemeyeceğin, benim yenemeyeceğim
yenemeyeceğimiz bir uzaklık vardı

bir tek onun yılgısı vardı içimizde
inanmıyordun, inanmıyordum...
inanmıyorduk gidebileceğime
durup durup gitmeliyim dediğin halde gitmemenin
erinci içinde geçirdiklerimizin
uzamasını istediğini bildiğim halde
gitmenden en çok korkan ben olduğum halde
gitmek benim yazgımda varsa inanmak istemesek de
çöle çıkmam gerekiyorsa
ben gitmemek için elimden geleni yaparken
gitmemi düşünüp tedirgin oluyor
bana gitme diyemiyorsan
senden beklediğimi bildiğin halde kendime yenilmem için
bir tek sözünün yeteceğini bildiğin halde
ölüme katlanmaktan başka bir yol bulamıyorsan
ölüm içinde gitmeliyim
seni mutluluktan daha büyük bir yükün
altında bırakmamak için,,,
.
.
.




Bilge.. Ah Bilge..

Hayat bazen; bir kez yakılıp kullanıldıktan sonra kutuya konan kibritler gibi; yanmasa da muhafaza!

*Utanmak, üzülmek ve umutlanmak; bir kılıçlarını, bir kadehlerini tokuşturuyorlar içimde..*

Yönünü şaşırmış, otları sallanmayı bırakmış, biçilmemiş bir çayır nasıl yavaşlayan bir kamyon gibi suların akşamına akıp giderse öyle. Anladın mı?

Aldığım onca duş jeli, sabun, şampuan ve türevlerinin hiç birinin anne evindeki beyaz sabunun verdiği temizlik, huzur ve arınma hissini vermemesi..

Arada bir bir yanım kaçsam diyor uzağa
katsam önüme canımı yorganımı

Arada bir yanım düşsem diyor tuzağa
Geçsem dünyanın derdini

Varsaamm cennetime diyor


..Ama o öbür yanım
Var ya öbür yanım
Amma öbür yarım
Korkak diğer yarım

Kurtulmak kolay mı kurtulmak kolay mı kendinden
Sıyrılmak kolay mı derdinden..



Arada bir bir yanım
Yıksam diyor şu dağı
Görsem diyor ardını, yarimi yarınımı

Arada bir bir yanım küstüm diyor o yana

Senden dost olur mu

KORKARSAN KAYBETTİN DİYOR..

Ama o öbür yanım
Var ya öbür yanım
Tutsak diğer yanımnım
amman öbür yanım Korkak diğer yarım

ama o öbür yanım var ya diğer yanım var ya öbür yanım, amma diğer yarım...............

kurtulmakkolaymıkendindeeennnnn..

Hayat bazen o kadar uğultulu ve gürültülü ki; çok artı bir ses sistemini kapatmak istiyorum, dünyanın. 7.1 komple surround.

"..dinlerdim telâşlı kanunlardan sarışın türkçeyi nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi ürkek bir çilenti usulca yoklardı bahçeyi nerde tavuskuşları nerde müjgân'ın gençliği nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi müjgân mıdır sevilmek yanlış anlaşılmak mı biraz da.."


"Odanın duvarları bomboş.
Nasıl yaşadım on yıl bu evde?
Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi.
Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."
Tutunamayanlar - Oğuz Atay
(Bir kutsal kitap var ise eğer..)

"Üzümde unutma beni zeytinde unut

ben tenhayım bağa

Sütünü bende sakla acıdan taşmış

bir incir gibi içliyim sana

Gazelimi al aşktan güze say beni

say ki yaprak olup düştüm dalına

Gamda tutma beni cam odada tut

ben küçüğüm dağa.."

Başlamak.. Hayatı sıfırlamak. Bir merdiveni duvara dayayıp, duvara merdivensiz tırmanmak.. Bir bardağa su doldurup; suyu şişeden içmek.. Ceplerinde yeni bir şey var mı diye yoklayıp dururken hayatı; kendine yeni bir gömlek dikmek.. Gömlek değiştirmek. Kuyruğunu bir taşın kuytusuna bırakmak yenisi çıksın diye; içinde koşturduğun ormanların rengini almak, kimseler vuramasın diye.. Yeşil olmak. Bu kalem un gibi dağıtır sözcükleri diye diye; kurşun kalemi kağıda değdirdikçe fitilini ateşlemek o hep elindeki tetiğin; kendine yeni bir tabanca edinmek. Bu kez ne kendine ne başkalarına doğrultacağın; yalnızca hayatın soğuk kabzasında elin hep tetikte dursun diye; yalnızca güven ırmaklarının o serin sularında kurşun garantisini belinde hissedebil diye; yalnızca yüzerken, bir şelaleden aşağı yuvarlanırsan diye işte; ceplerini yokladığında soğuk bir taşa çarpma diye..


Başlamak.. Bu kez artık sahiden başlamak. Tüm karanlığından beslendiğin geceleri gündüze vardıran güneşten, tüm yağmurlarında yıkandığın şimşekleri çaktıran buluttan, tüm dikenlerinde koşturduğun kırmızısına kanadığın gülden; tüm çıkmaz sokaklarında kaybolduğun yolları maviye kavuşturan denizden; evet en çok denizden başlamak. Hep dalgalarında akıntıya kürek çektiğin, fırtınalarında yelkensiz kaldığın, kumunda taş, suyunda yosun, balığında kılçık aradığın denizden.. Artık mavisinden başlamak denizin; güneş tepeden tam dik açıyla yüzüne vururken sırtüstü yüzmek; durgun sularda kendini fırtınaya borana değil, dingin güneş rengine bırakmak..


Başlıyorum a dostlar; yeni bir hayata, yeni bir işe, yeni bir şehre, yeni insanlara, yeni umutlara..

İrtifa kaybetmeden uçuşlara en çok.. Havalanmalara. Sazlıklardan..


Biliyorum şiirler aklamayacak bu beni dünyadan kaçıran uç uca eklenmiş çarşafların kanını, biliyorum kimse vurmayacak dört yana saldığım ayağı kırık atları, biliyorum dürtmeyecek içimdeki narı kimse, kimse tadına bakamayacak içimdeki sepetini yaralayan incirin; kimse bunu gazel'den saymayacak.. Hiç bir şey içinde yüzmeyecek içlerinde yangınlar söndürdüğüm kirli suların, suları çekilmeyecek günle savaşarak ağır ağır çekildiğin bataklığın..


Sonra kalbim.. Yıldızların içine devrilmiş ka(hı)r lekesi. O, çok eski şarkılarla göğe ittiğim dua.

Gidecek kalbim; avuçlarına yalnızca alnının sığacağı bir kimsesizliğe.. Orda kendine bir secde bulur çakılır ancak, avuntunun tozunu ve uçsuz bucaksız hatrını göğün, başlayınca soğuk ve sonu gelmez karı başının üzerine çeker.. Göstermez kimseye, kanla dolan ağzını ve her şeyin nasıl biteceğini bilen yazgısını..


Yürünmüş yollar, denenmiş ağlamalar, sessiz göğü kışın, her sabah bir gül gibi gece seviştiği yataklardan çıkan her şey! Sarsıntıları savaşın, sokaklarda kan unutup biten o kavga! Zifiri ev içlerinde korkunç balıklar gibi kaynaşan, çürümüş yaprakla beslenen bütün bu anılar. Her şeyin, her şeyin karşısında, gözlerimde uyku, avuçlarımdan parmak uçlarıma doğru esen rüzgarla ben, orada her şeyin tam karşısında gövdeme tırmanan yakıcı buharla ben; bütün bunlarla ba şederim. Tanrı bana bunları bahşettiyse; ben bunlarla başetmenin yeni yollarını bulurum. Buldum. Yeni yollara çıkacağım ey ömrüm; sen sakın çıkmazlara sap-lan-ma!


Yeni bir yola çıkarım ben; uykuya yuvarlanır gibi. Ekmeği, yağmuru ve buz gibi kollarını tasanın, bırakarak ardımda. Çağrılmış ve mutlu gibi. Giderim, dalgaların parlak sırtı gibi keskin ve aman vermeyen ve sınırsız ve ölçüsüz ve yelelerine yapışarak korkunun..


Çünkü a bu hayat böyle. Dimdik yürüyen püsküllü bir aşk gibi sorularımı, acılarımı, şeytanlarımı değiştiren, erimiş kurşun gibi biriken delik deşik kalbimde. Öyle yakıp kül eden. Öyle keskin.. Umudu küçümseyen bir yüzyıl köpükler saçarak geçiyor aramızdan. En güç yokuşun yolunu tuttuğumuzdan, en korkunç düşmanı seçtiğimizden kendimize, oturup şarkılar yazdığımızdan. Birden patlayıp üstümüze dökülen sağanağa. İnandığımızdan. Beklediğimizden. Dünyayı söz sandığımızdan...


Peki; emrindeyim hayat, umrundayım, ömründeyim. Al seninim. "Günler tepelerden aşağı koşan atlar misali.." Koşarım senin yelelerinden yukarı. Yukarılara..


Demişti biri zamanında;


"Binyıllardır kendisini oluşturan bir mercan resifini neresine iliştirebiliriz ki koşar adım kaygılarımızın..
fakat bu yanlış mıdır.. zamanın ve yanında ufalan^an yaşamın bizi koşturması böyle..
yolunda gitmeyen bir şey var hissi verse de, ara ara, kim söyleyebilir bunun yanlış olduğunu..
ve bu sus lar, bu es ler..
nasıl olunur bunlarla.. ve zaten nasıl başka yolu yok..


ve nasıl olunur yine bunlarla.. es.. nasıl olunur.. es.. nasıl olunur.. es..
zaten.. es.. ol.. ur.. es.."

Ben hepsiyle baş ederim de; bu şarkıları nereye..?




"vay gönlüm, vay.."

"
Sen diye başlasam mürekkebi kurumaz bu masalın biliyorum

Kanım donar; çünkü kanımla İlhan İrem’in söylediği şarkı aynı renk
Kul vefasızsa kader ne yapsın diyememekten
Her gün biraz Beşir Fuat, her gün biraz İlhami, biraz da Çiçek
Bende bir anlı şanlı, bende bir kayıp oğlan, bende bir azgın iştaha
Aşk! Ben seni nerde görsem avuçlarım terliyor
Zaman!
Senden nefret ediyorum, git başımdan
Sanki ben bilmiyorum rulet oynamayı, sanki bilmiyorum ata binmeyi, çiçekleri sulamayı
Fakat yirmibirinci yüzyıl acımasızdır, kıstırır okuma bilmeyen çocukları köşeye
Malum, bugünün kızları ağızlarında ciklet yerine jilet taşımayı tercih ederek büyüyorlar
Büyük sıkıntı.
Denir ki işte Amerika /yaşasın/ ve parlasın bizim yüz vatlık ampülümüz"




Bu adamlardan sakallı olanı bir rus matematikçi: Grigoriy Perelman.

Dünyanın en önemli 7 probleminden biri sayılan Poincaire Varsayımı’nı çözdü.. Kendisine 1 milyon dolar ödül teklif edildi.. Reddetti.. Annesiyle birlikte yaşıyor..

Bir masası, bir sandalyesi ve kirli bir yatağı varmış.. Komşuları, onun evine sığındıkları için hamamböceklerinin kökünü kurutamadıklarından yakınıyor… Opera ve yürüyüş tutkunu.. 44 yaşında.
Kabak kafalı olan ise Ronald Perelman.. Amerikalı bir yatırımcı.. Zor durumdaki şirketleri satın alıp sağını solunu yamadıktan sonra yüksek karlarla satmasıyla tanınıyor.. Bir nevi akbaba.. Bu şirketler arasında meşhur Marvel Comics de var.. Hayırsever de bi' abimiz lakin.. Hayır işlerine son 10 yılda 200 milyon dolar bağışlamış.. Öte yandan fox tv tarafından büyük bir vatansever olarak nitelenmesine vesile olan yardımlar da yapıyor.. 67 yaşında.
Bu iki adamın yüzüne ve yüzlerindeki ifadeye baktığımda hayatla ilgili çetin bir denklemi çözecek gibi oluyorum sanki…

gırtlağımda bir harf; büyüyor da büyüyor......




Patricia Carli - sans toi je suis seul



..Edward Munch..



"Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma


Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına


Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık


Nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan


olmalarıyla-


Ne Yapıp Edip Cansever..



Yıllarca başucumda durdu bu resim; yıllarca

durdu da..

Duyurabildi mi çığlığımı,

insanoğlunun, kıyamet habercilerinin,

taş taşıyıcılarının ve Deccal'in..

Duyurabildi mi..?

Benden öte

Benden ziyade..

Bir şehirle "ilişik kesmek.."

Nelerden mezun oldum sahi ben hayatta; nelerle ilişiğimi kestim, nelerden ikmale kaldım da hiç öğrenemedim şu hayatın öns'özünü; "bütünlemeye" bıraktım ömrümün baharlarını..

Hüzün katsayısı yüksek bir gün bu; bir kağıt parçasına bilançolanmış 5 yılın muhasebesi, sahi hayatın kaçta kaçına denk gelir? "Hayat artık sana ömrüm diyebilir miyim? Çünkü her ne kadar seninle aramda çok fazla anlatım bozukluğu olsa da seni kendime yakın hissediyorum ömrüm. Bak oldu sanki!" Ömrüm ile umrum arasında ters orantılar, ters yönlere kıvılcım saçan bıçaklar hep; ömrüm umrumda değil bazen, bazen umrum ömrümün kaçta katı? Ömür kömüründe çıra gibi, harın korunda köz gibi; ", iğri iğri" ikilemeler hep.


Ömrüm. Al bu acılar senin. Ben acılarla muhatap olmamayı da bilirim ömrüm ama senin yüzünü hep yanlış okuyorlar. Benim yüzümü hep yanlış okuyorlar ömrüm.

Seni hep "hoyrat bir makasla" ke'lime ke'lime böldüm ama; "sen sakın ikileme ömrüm.."



"P a r ç a l a n m ı ş ç o c u k s e s i m; k u r t a r a m a z s ı n k i

b e n i"

"Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı

Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?" (H.Ergülen)


Gri bir gün bu; -hüzün katsayısı yüksek- bulutlardan kendime bir gitmek yazısı yağıyorum; o şehre -belki de- son defa giderken bir otomobil arkası yazısı: "Sen uyurken gideceğim 90/2"
"o şimdi asker" belli ki; "bu ülke"nin "bıçkın tamlama"larına bekçilik ediyor -biz uyurken-
Bizim de bir "o şimdi asker"imiz var söylemiş miydim; "kardeşin duymaz, eloğlu duyar" türküsüne öznelik ediyor..


"Bir şehri neden sever insan?" diye sormuştu biri zamanında da; kelimeler hemen serilmişti ayaklarına şehrin; "o şehir" den çok gittim de ben "ardımda bırakıp gül çağrısını", asıl şimdi bir şehri bitirip, beyninden vurup gidip; asıl şehre başlarken selamlıyorum "İstanbul Ağrısı"nı..
İstanbul sana "merhaba" demek için yeni iyelik eklerim var, sen sakın elimi bana bulama İstanbul; kelimelerim artık sana emanet..

Kelimeler en "hakiki" uğraşım; "kelimeler kafi", "kelimeler yetse, daha neler neler.."

Böyle dört tarafı denizlerle çevrili kelimeler, böyle dağları denize dik paragraflar, öyle yazları sıcak kışları kurak iklimlere karasalım ki; mevsim normallerinin üstünde hüzne karmış masalım -gökkuşağının yedi renginden alacaklıyım.

O yüzden böyle zamansız mevsim geçişlerim, yaz ortasında üşümelerim, kış yarısında yanmalarım, gömlek değiştirirken, içimden kuşlar göçerken, dönüp dolaşıp -yine- kendime kalışlarım..

Tanrım bana bir üslup. Tanrım beni us'lat.

Tanrım

bana

bir

vuslat..

Bir Gülün Çevresi Dikendir Hardır, Bülbül Har Elinde Ah İle Zardır. Ne Olsa Da Kışın Sonu Bahardır.. Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

"gemi battı sevgilim. o kumaştan merdivenlerde, o kahverengi fotoğraflarda yitip gitti. bırak bu sefer kainat kazansın. bırak gideyim ben de bir pul gibi baharın arkasında. dedim sana bir yerlerde; "kapanmaz uçurumlarda birbirinin topuklarına çarpan şarkılardık" hiç bilinmedik son notasıyla dudaklarımıza yağan meteorun incecik ıslığı, o iç parçalayan sürtünme...

sana uzun bir mektup yazacağımı mı sandın?
bırak bu yıl sınıfta kalayım. hademenin her sene gri iğrenç bir boyayla sıvadığı çöp tenekesinin yanında bilfiil ayakta, ayışığı gibi ben, tir tir titreyeyim. iki zebani durmadan körebe oynasınlar. kocaman bir haz koçanı gibi derlenip toplanıp çarpsınlar alnıma. sen bugün ağlama, ben geri çekeyim boyunlarına ipler bağladığım kuşları. tıkıldığım o gıcır pırıl kafesi durmadan öpeyim her yerinden. olsun... sen sakın ağlama. sevgilim! benim el aynasıyla yola çıkan kaşifim. hiç görmediğim, hiç giymediğim denizim. gövdemin karyolaya, parmaklarımın bala, gölgemin lunaparklara değip ayrıldığı o kıyısız berbat ömrümün kıpır kıpır gelinciği. üfür çekmecelerinin tozunu, çıkart dil çıkartır gibi kırmızı elbiseni.

ama, sen sakın ağlama bugün.."


Daimiyem her can ermez bu sırra. Eyüp sabır ile gitti mısır'a. Koyun oldum ağladım ardısıra.
Bu da gelir bu da geçer ağlama

birgülünçehresidikendirhardır bülbül har elinde ah ile zardır ah ile zardır ah ile zar...............


Mutsuzluğumu yeterince hak etmek için

Geri döndüm kilometrelerce yürüdüm

.

.

.
Sığınacak yer kalmadı

Chagall’daki eşeğin gözünden başka


...
Cemal Süreya


şu olup bitenler bir gazoz reklamı olsa;


"bu dünyaya mutlu olmak için geldiğinizi unutmayın"


diyeceğim


velakin realite çok pis.


çok pis..

Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için.


Keskin ağızlı bir bıçak aldım, dudaklarımın birleştiği yerlerde etimde yaralar açtım. Amacıma ulaştığımı sandım bir an. Kendi elimle yara açtığım bu ağıza baktım aynada! Bir yanılgıydı! İki yaradan akan kan, gerçekten başkalarının gülüşü olup olmadığını anlamama engel oluyordu aslında. Ama, bir süre karşılaştırma yaptıktan sonra, gülüşümün insanların gülüşüne benzemediğini gördüm, yani gülmüyordum ben,


...gülüşüm yoktu benim.



Comte de Lautréamont

25 yıllık bir yaşamın -birkanadıkırıklığın- özeti olabilir mi bu cümle?:

"Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."

Ya da Birhan'ın son ithafındaki gibi:

"Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için.."












o kadar yoktun ki..


taş parçaları taş parçaları taş parça parça parça par pa............


VI

ben seni hep sevgilim ben seni hep
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
ellerine sevgi okudum gözlerine şefkat okudum
annen seni inkar etmişti
aldım etime dokudum.



VII

dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
düşsün, olsun, bırak, içinde yıldızlar patlıyor.
kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
ister sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
yoluna baş koymak diyoruz
biz barbarlar buna.


X

ey duymayan insanı, ey hayat dedikleri büyük kusur....
ey kimselere değişmediğim
ayrılığın neden bunca ağır?
hani adalet?
bir kasım' dan öteki kasım' a
bir yanım kör bir yanım sağır.


XII

şimdi bir masaldan bir peri
sessizce dinlesin beni,
alsın yorgun başımı
alsın cümlemi
usulca kalbine koysun.

benim cümle taşıyacak halim yok


XVII

omurgamı aldın benim.
omurgamı aldın.
omurgamı aldın.
omurgamı.

niye?


XIX

Varla yok arasındayım
Varla yok arasındayım
Hep, varla yok arasındaydım.
Zaten.
Ben bilmedim ki niye teyelliyim, niye?
Varla yok arasında

Varla yok arasında
Elimde bir kırık testi
Elimde bir kırık testi
Nereye bırakayım!

XX

Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.
bilemem,
belki bu yüzden

ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.

beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
yine de döneyim döneyim istedim.


XXIV

bir masal
bir taş ağırlığında olabilir mi?
olurmuş meğer.

birlikte bir masala inanmak istedim
ben seninle, sadece bu.

sen beni tek
tektekbıraktın
benim artık taş taşıyacak,
taş kaldıracak, taş atacak
halim mi var!


XXII


günler öylece kendi kendine geçsin diye
bir camın arkasında durdum
bana dokunmasın hiçbir şey
hiçbir şey yarama merhem olmasın
iyileşecekse,
hiçbir şeysiz iyileşsin diye
bir camın arkasında durup
akan hayata ve zaman baktım.
bilirdim, biliyordum, biliyorum,
bittiğinde, geçtiğinde,
azaldığında sızı, iyileştiğimde,
o saman tadıyla karıştığında;
her şey daha acı olacak.



XXXII


ömrü gurbette geçenler gibiydim senin yanında
duymadın mı, çok söyledim?
o uzun gurbette,
ben senin "adalet" diye diye
nasıl unufak olduğunu
gördüm.
göre göre, duya duya,
yine de bigane olarak her şeye.
bilmedin ki;
ben senin gurbetinde delirmemek için
kalbimin aklıyla ördüğüm bir yıldızlı kubbede
yaşadım.

tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?
adaletin içinde bir zalim oturur.


XXXX

sözde kalır sevgilim
sözde kalır bütün sözler
aşk çünkü, aşk çünkü kendine
bir yol, bir ideoloji ister.
bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
bir tarihe başlayacaksın, orası işte
benim tarihimle başlar.
ve say, geriye doğru, tek tek

sende kalsın şimdi al bu taşlar. .


// birhan keskin //


Ben ucu kıvrılı yerlerimden bir defter gibi kapanacağım sana; ellerinle kavrayıp beni, -içimi- açacaksın her yeni dürülüşte, öyle bir canlılıkla tükenmez kale'm olacaksın ki sonra; fethettiğin her yerimden tekrar yazılacağım sana..

Rüyanda sadece balıkları görecek kadar yüzsen. "Bir balığı ne zıplatır suyun dışına?" sorusu kemiksiz on beş dakika içini ele geçirene kadar yüzsen. "Herhalde müthiş bir fikir geldi aklına" cevabını epey mantıklı bulacak hale gelene kadar... Kimselerin olmadığı koylarda tatlı tatlı yüzerken çıkan çıkır çıkır deniz sesini dinleyecek kadar sessiz olmalı ortalık. En fazla bir zargananın burnunun dibinden geçişinden korksan. Sudan çıkınca balıkların renklerinden konuşsan.

Sonra, İş Bankası'ndan emekli olunca kendini küçük teknesine atan Kamil Kaptan en az 30 tane denizkestanesi çıkarmalı dipten. İlk darbeyi o vurmalı, sonra sana geçirmeli "karadikeni". Bugün senin görevin denizkestanesini fazla sıkmadan, kıpırdayan dikenleri avuçlarını gıdıklarken, yumurtaları ayıklayıp ağır ağır, azar azar tabağa koymak olmalı. Zaman diye bir şey kalmamalı onuncudan sonra. Telaş, senin ancak televizyondan bildiğin insanlara ait bir acayiplik olmalı artık. Sen bir denizkestanesi bir başka denizkestanesine sarılmak isteyince ne kadar kederlenebilir, sadece bunu merak etsen.

Domatesler kırmızı suyunu salınca salatanın zeytinyağına "Oh be!" demelisin. Bir tek rakı kadehine doğru tıkırdadığında şükretmelisin. Çipuranın yanaklarının ne kadar etli olduğuna hayret ettiğinde... Teknede kesilen kavunun kokusu deniz kokusuna karışıp da ruhun serinlediğinde... Küçük radyoda aniden Belkıs Özener "Aşkın bahardı..." diye başladığında... Sallanan teknede minik bir uykuya doğru devrildiğinde akşam güneşinde... Uyanıp balıklara bakarak suda ayıldığında... Bata çıka yenen şeftalinin suyu dirseklerine kadar aktığında tekrar denizde balıklarla yıkandığında... Teker teker bunlara işte şükretmelisin.

Akşam güneşi kaybolmadan, benim eflatun saatimde, yıkanmış paklanmış bir balıkçıya oturmalısın sonra. Çok sevdiğinden emin olduğun dostların olmalı, sadece güzel şeylerden bahsetmeliler. Şef garson küçük sürprizler yapmalı, ben diyeyim ıhlamur sosunda sübye yumurtası, sen de sakızlı ahtapot. Hadi bir de parasını almasın, öyle tatlı bir şef garson çünkü. Yaptığı sürprizden mutlu olan cinsten, en sevdiğim.Sonra lokanta masaları arasında dolaşan komik, uykulu çocuklarolmalı. Artık telden çember yapmıyorlar, bir tabancadan bir anda yüzlerce balon çıkarıyor bu çocuklar, bunu görmelisin. Hıza kesmiş her şey. Kafanı kurcalamalı; kayaların, ağaçların ve insanların kenarından arabalarla ve hızla geçtiğimizde ne kadarını görebiliriz ki baktıklarımızın? O kayaların, o ağaçların ve o insanların yanından yürüyerek geçen geçmiş zaman insanlarının kim bilir nasıl çalışıyordu kalbi, bunu düşünmelisin. "Hay aksi!" demelisin, "Bu çağın nasıl bir şiiri olabilir ki?" demelisin. Sonra bir çocuk havaya fışkırttığı balonları tek tek yakalamaya çalışınca, her birini patlatmadan şişeye yerleştirmeye nafile olsa da inatla gayret edince tekrar inanmalısın insanın her çağın marazını yenebilecek kudrette olduğuna. Bir Tanrı varsa muhakkak çocukların çekirdeğinde, böyle şeyler geçmeli aklından.

Sabah olmalı tekrar. Bir ihtiyar çıkmalı ortaya. Bastonuyla iki büklüm deniz kenarında. Birden kocaman bir deniz gözlüğü takmalı. Bastonuyla adım atmalı denize, yürümeli suda, beline kadar. Sonra bastonuna tutuna tutuna bir sokup bir çıkarmalı kafasını suya. Bastonuyla denizde yürüyen ihtiyarın sırtı küçük, esmer bir adacık olarak görülmeli ara ara. Bulduğu denizyıldızlarını hiçbir şey söylemeden genç kadınların masasına bırakmalı.Güneş batarken kendine doğru dönmeli gözlerin. Kendine sövüp sayıptatlı tatlı, sonra kendini affetmelisin. "Nereden baksan" demelisin, "fena insan sayılmam". Yola yine de kendinle devam etmeye karar vermelisin. Ağustosböcekleri gibi ses çıkardıkça içi boşalan, sesi bittiğinde ruhuyla birlikte eti de kabuğunu terk eden birisin sen. Nereden baksan...

Sabah olunca yeniden, bir domates koparsan dalından, biber acı çıksa of of of yansan, salatalığın kokusu eline bulaşsa ve kabuğunu alnına yapıştırsan, peynir sürprizini yapsa, nasıl güzel nasıl... Simit olsa, sıcak olsa namussuz, çok yesen. Böyle işte çay da kendince dünyanın en güzel çayı gibi olsa... İyi bir gün daha geçirsen yani. Yani sadece insanca bir gün daha. İnsana yakışan cinsten bir tek gün daha...İyi olursun. Bahse girerim daha iyi bir insan olursun.

Bir de benim güzel kardeşim, düşünsene, bu memlekette herkese böyle birkaç gün verilse... Böyle birkaç güne şükredebilecek sükûnet ve neşe... Düşünsene arkadaş, ne biçim yaşardık... İnsan gibi, insana yakıştığı gibi. Büyük bir sofrada beraber efkârlanıp sonra hep beraber gülen insanlar gibi... Şimdi bu fikir, bu hayal, senin gözünü doldurmuyor mu benim kardeşim? Benimkileri dolduruyor işte. Bu kadar kolay olmasına ve bu kadar imkânsız...

Beni esirgeyen taştı da öyle söküldü sabrım
Nasıl benzedim taşa,
ya da taş bana nasıl benzedi

Bilemezsin

Ağır bir taşla yaşadım nasıl
Taşta saklandım ben yıllarca taşta..
Bu yüzden anlamıyorsun öfkem
nasıl sert
Nasıl taze,
nasıl bozulmadı
taşıdığım
iksir..



// Birhan Keskin //


Böyle bir "spam" mail düşüyor "mailbox"ıma. "Akdikenli acı çehre". Zayıflama ilacıymış. Ve fakad ben bu adı son derece şiirsel buluyorum, hayıflanma ilacı olarak. Yaz geçiyor; "ölüm ile hayat arasında bir b'ağlaç" olarak, "hıçkırık tutmuş bir virgül" olarak, "mıknatıssız bir pusula" olarak.. Duruyorum sadece, günleri günlerden sorarak, içimin elyazısını ellerden okuyarak, denizi -bile- bile karadan iz sürerek, oyunlardan kendime dünyalar devşirerek.

[ bir oyuna rast geldim, her taşı yakup hüznü..]

Çehre; insan, kendi çehresinden başlar mı insanı anlamaya, aynanın dilinden eskittikleriyle, bir diğerine yeni bir lisan biçer mi? O sustalıyı içinde döndüre döndüre kendinden diğerine yeni bir yüz yontar mı? Bıçağın -karasaplıbıçak- kaçıncı turunda kanar iç hacmin? Kanar mı hiç? En fazla içinden aldırdığın prematüre düşler, sezaryen duyarlılıklar, böyle minyatür tamlamalar, yama yanıkları, teyel boşlukları, dikiş izleri, dikiş izleri dikiş izleri..

[-de bana bu esrime
bu koygun minyatür yalnızlığından başka nedir-]

Diken; ama işte dikenli tellerle çevrili bir çocukluğun balkonundan sarkmıyor muyuz hep, tam düşecekken tutmuyor mu bizi hayat, parmakuçlarımızdan yakalamıyor mu, -parmakuçlarımneşter- terli ellerinle bir geçmişi kovalarken sen, ardına düşüp geleceğinden zincirlemiyor mu? Tanrım bana kaktüs sabrı, kirpi'k oklar bana; ah bana, hâla cevapsız, çaresiz bana..

[gece ki ey gece
o külli aynalar
seni ararlar
ıssız bir hat fotoğrafın
dan sana çıktım]


Acı; acı acı.. içimizdeki çölün, içimizdeki dölün, içimizdeki gölün ıslaklığı böyle; damlaya damlaya..

"-Ben burayı susuy0rum-"


Gece. Çok gece. Gepgece. Aklıklarını karadan çitilemiş derekenarı kadınları, ekme'karası yetimliğin bölündüğü örümcek bağlamış köprüaltı çığlıkları, dağbaşı yalnızlıklarının kuytulara çekilmiş çobanyıldızı sessizlikleri, "kasaba meyhanesi gibi" mutsuzluklar, eksi(k) yirmibeş derece karaltı karanlığında buz tutmuş ayaklar, gölgede kırk derece güneş bozgununda karayanık enseler, çingene pembesi etekliğin asıldığı tek ayağı aksak sandalyeler, küflü banyolarda bir köşesi kırık paslı aynalar, aynalar, /söyletmen beni!/ pusarık bataklıklar, boyunlara dolanan salıncaklar, anneye koşarken düşülen kuyular, kemiklerinin sayısı gün kadar ömür biçilen açlıklar, kelebek ömürlere dizilen kurşunlar, çığlıklar vebalar ağrılar gözyaşlar acılar acılar acılar düşüyor usuma; ömrümden düşüyor hep bunlar, geri kalanımdan sarkıyor..


Deniz minarelerini yağmalıyor yine hayatın sedef kabukları.. Kalbime y'oklar batıyor, ay sokağı'nda bıçaklanmışım bir buluğ vakti..

"Giderim batı kapısından güneş gibi bu kentin, zaman kıskacı altı köşeli.."

Benim soluğum rüzgarla karışarak kopkoyu gecenin o güzel mavi göğüne fırtınalarla, kasırgalarla düşüp kalkmaya gider. Bir halatta yaralar açmaya, denize çarpan hep acıyan yerlerinde en uzun süreninden; yaralar!

Giderim Omayra;
Üzerime yüreğimden başka bir muska takmadan.. Çehrem. Akdikenli. Acı..

bir de böyle diyormuş ya hu; eskidikçe sezen'liyor insan..

"bi' şiirden, bi' sözden, bi' melodiden, bi' filmden
geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
...bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor"



Ben bir yerde durdum. No:22 PRAG / Kafka'nın Evi. Kaf'ka Dağı'nın ardı da denilebilir. Ora'da durdum ben, ömrümün en kırmızı durağında..

ses bir ki..

gözlerim acıyor. boğazLARım da. soğuk su içmekten. anlıyor musun?

bence anlama. valla. şimdi anlasan, o anlama yeni anlamlar yükleyecek, anlamları kendine yontacak, o yontmalardan zilyon tane taş atacaksın kendi derinine, benim derinimle ölçüşmeyince sonra.. anlama işte. zigigi.

şey diyorum, ne zaman bitecek şaşkınlığımız? yoruldum diyorum. şarkımın pili pitiyor. dağları denize dik uzandığından belki ama, köylerime elektrik gitmiyor. yani hani yine umut deyince ben: kırılıyor yaz'ın gramofon iğnesi de öyle. çektiğim şınavlar bitti. hep bir hüznüyusuf eğretilemesi, hep mi kelimelerden boncuk dizmece, hep mi yek? düğünler filan var hayatta; "denizin üzerindeki ölü cesetler" diyor biri, "bile bile o denize giriyoruz". fiillerinize dikkat edin, fiillerinizin çatılarını sevmiyorum.

yahu boğazım acıyor, en içyerlerimde bir bant izi kalmış duvar eskizi, onun sağ yanında boyama kitabını taşırmadan boya.. sahi; boyama kitabını taşırmadan boyamış mıdır hiç boyacı çocuk? ya da istanbul niye hep boyacı çocuk, niye hep mendil satan çocuk, niye hep "mendilimde kan sesleri?" içim diyorum; kurtçuğun kelebeğe dönüşmedenki son evresinde, öyle tırtıl gıcıklanmalar yapraküstü.. [taçyapraklarım naylon]

çıkıp eczanelere mi koşsam, koşup takılsam da mı düşsem. ayna söyle bana sen kaç kilo sırsın? ayraç söyle yıllardır kaçıncı sayfadasın? hani alınyazını elinin tersi ile silen tarih? titreyen misinayı görüp de ürken kaç balıkçı tanıdı bu deniz? hem anormal mi, bak: şemal son derece kayık ve nabız da düzensiz.

sevgilim, inanmanı beklemiyorum bu kez. çünkü inadına tornistan, inadına gerçeklik ve gerçekliğe muhtıra! biliyorsun;
insan, haziran'ları ortada bırakmayı bilmeli bazan. temmuz'ları da.

ya da her şey;

"seni sonsuz biçimde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın
yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi
yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın
sen bir atmacanın en uzun çığlığısın, her türlü gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın
seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun
gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum birlikte öyle.."

Turgut Uyar


diyebileyim diyeydi birine bir gün..

Oo! Temmuz gelmiş. Ben kalkayım, ocakta ömrüm var. Mutfaklarda yenik yanık baharlarım, tencerelerde kara kuru günlerim var; tutamı tutamına uymayan, acıyı baldıran zehri gibi içtiğim otlarım, kıymık kıymık içime batan dikenlerim var.

Bir bilsen nasıl sakınıyorum kendimi apartman katlarından; nasıl katlanıyorum, nasıl portatifim ve sığmıyorum bacaklarımın kırıldığı yerden kaldırıldığım köşelere. Tavanarasına kaldırılmış çocukluğumdan başlıyorum ömrümün tozunu almaya, bir görsen; al al bitmiyor. Köşelere kıyılara oturuyorum yorulunca, aghh rahat bırakırlar mı hiç; eski kitaplarım, çok eski defterlerim, eski elbiselerim, eski ayakkabılarım ["bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar"] , bir parçası kırılmış, boyası silinmeye yüz tutmuş eski oyuncaklarım, tokalarım -saçlarım ırmaklar kadar uzundu- ama işte neyse sıradan roman betimlemelerini düttür et; en çok fotoğraflar can yakar bilirsin, sen zaten bunu daha önce bir filmde görmüşsündür. Fotoğraflar; şimdi ne desem, nasıl anlatsam,

"beni hoyrat bir makasla
ah eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar

ah omuzumda bir kesik el ki
hala, hala durmadan kanar.."

dizelerindeki gibi olmayacak; zira sözkonusu dizeler

"Sıvası dökülmüş kahpe bir duvar gibi, Sivas’ı dökülmüş bir Türkiye kaldı içimde!"

sözcüklerinde kül olmuş, bir yangının külünü yeniden yakıp yakıp geçmiş üstad Metin Altıok'un dizeleridir ve Sezen Ablamız öyle bir dillendirmiştir ki; ağzımızın ucunda tükürüp atmaya hazır durduğumuz ömür kömüründe çıra gibi, dirhem dirhem eksiltir bu zaten eksik yaşamakları.. "Kavaklar" diyorum; Sezen Aksu'dan gelsin- sevip de kül'üşemeyenlere, külünü bölüşemeyenlere..

Anladığın gibi: yani hiç anlamayacağın gibi; "okey taşlarının, tavla zarlarının müzik fonu oluşturduğu", doğup büyüdüğüm bu eski, küçük liman şehrinde denizin izini sürüyorum. Zamanı geçiriyorum burada iğne deliğinden; ağzımla inceltip günlerin ipliğini.. İşte bilirsin; dikiş tutmuyor hayat ama, acının kumaşından sökülen şafakları gökkuşağına teyelliyorum -yeniden..

İnsanlar diyorum; kimse anlamıyor, zaten anlasalar bu gökyüzü bu bulutlar "ya bu deniz, ya bu martı?" böyle olmazdı, biliyorum, diye diye papatya fallarım ve gazete kağıdından şapkamla ben, anlıyor-anlamıyor-anlıyoruluyorum. Velhasıl; bu bulutları hiç bir şeye benzemeyen kurak-çorak yağmuruyku günlerinde ıslanan, ömürden eksilen yaprakları bir bir bu defter-i kebirde kurutuyorum; yaşamın geçit vermez yol kenarlarında tozlu bir iğde ağacı gibi ben, yalnızca tren geçsin için bekliyorum..

her şey ama her şey; bizim mahallenin yokuşundan aşağı doğru inerken; top oynayan çocukların aşağı yuvarlanan topunu yakalayıp, sol ayağınla yokuş yukarı vurabilmen içindi.


bir zamandır yazmıyorum. "sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda"nın eşiğinden geçtim, cin çarpmadı, lambayı okşadım dilek tutmadım, beni dilek tutar, eöy. gittim, "çok uzaklar" dediğin uçakla 2 bilemedin 3 saat, gittik yani biz; biz bir yere gittik. az gittik uz gittik, bir masalın eşiğinde durduk; "başka alemler gördük", iyi ki yaptık, iyi ki o'na rastladık. mutluyuz, arkamıza yaslandık. yaslanmakla ıslanmak aynı şey, öeh. yılmazerdoğanvari cümleler kurmaya meyilliyim ay yar, İstanbul'dayım artık, misal 3 günde 3 ülke gezdim, ama İs^tanımdan^bul'dum, kürkçü dükkanına döndüm, çok özlemiştim uzakken, şimdi yine geldiğim yerleri, bu hep böyle mi olacak, özlem kuşu hep olmadığım yerlere mi konacak? ama istanbul gibisi, memleket gibisi yok arkadaşım, "orda saat kaç?" -burda kar var, "burda trafik kuralları çoksüper" -burda her şey aynı.. telgrafın tellerine konuyorum, çok uzaklardan uçup, içim içimden geçiyor, içimden zehirler geçiyor, ve sonunda istanbul kanatlarımın altında oluyor işte nihayetinde, istan'bulanıyorum, midem istan'bulanıyor, seviyorum bu şehri, insanın melmeketi gibisi yok ab'ileniyorum.


yazmadım uzaklardayken, oysa yazılacak ne çok şey vardı, gittiğim gördüğüm yerleri fotoğraflayacak, gezi yazıları döşenecek, şekil şekil fotoğraflar koyacaktım buraya, ahanda diyecektim bak, böyle böyle. yapmadım. niyelan? dedim kendime, niyelan'dım. canım his'temedi.
Prag'a gittim 3 kez süperdi, Viyana'ya gittim çok bi' numarası yoktu, Krakow'a Autschwitz'e gittim -20 derece soğuktu, gözlerim doldu doldu boşaldı, toplama KANpı'htısı oldum, yok artık dedim kendime, hârelendim ay yar, bir o yana, bir bu yana, yana yana.. anlatırım belki sonra, tüm bunları gereksiz bulmadığım iyi bir halimde, "iyi hâlden" indirim alırım belki hüzün katsayıma, "dokunsan da, özlesen de, aynı hüzün, aynı hüzün'lerim..


sonra geldi mişte, sonra istanbul'a kondum, içinden geçip geçip gittiğim, köprülerinden akıp akıp Boğaz'ında kaldığım, öksürünce sırtıma vurulan, iç geçirdikçe uzaklaşan, dönüldükçe özlenen şehre artık "temelli" geldim, şimdi artık hep İstanbul oldum, güzel bir şeyler olacak gibi, olacak, acak, cak, ak, k... geldim, iş görüşmelerine giderken, dönerken, son haftaiçi özgür günlerimin tadını çıkararaktan, dolaşmaya başladım şehri, tabi ki, illa ki "istikal'den aşağı süzülerek tünel, ordan galata, karaköy ve vapurla kadıköy; ama en çok istiklal oluyorum. galata'nın orda küçük bir dükkan var pek sevdiğim, pilavcı ve çiğköfteci, işte onnardan yiyorum gittikçe, hatta "usta çayın var mı?" bile diyorum, oturup pilavcıyla ekonomik kriz kritiği bile yapıyoruz. pilavcı ile pilavcı olurum ben bilir misin, çocukla çocuk, çöpçüyle çöpçü, doktorla doktor, ehe, mehmetle mehmet olurum misal.. :) ki çok severim bu mevzudan bahis açmayı, ama, ay bana kalsın güller bana, şarkılar bana kalsın, geceler bana..

Ama yine işte;
"Kime sorsan evinde bir oda eksik.."
Yine de ama işte;
"Gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..


Ve ama işte yine, bugün doğum günüm imiş. Tekrar ediyorum:

Mumları üflüyorum, bir dilim kesiyorum, hayattan..

"pinocchio's now a boy who wants to turn back into a toy"

Trapezdekilerin, yani trapezcilerin bazıları, hem de kısa bir zaman içinde (yani trapezde geçirilmiş kısa bir zaman zarfında) çok korkulası bir ruh durumuna maruz kalırlar.




Ya da geçiş yaparlar diyelim.


TRAPEZ SIKINTISI.




TRAPEZ HEYECANI bitmiştir. Onlar, o heyecan kısmını çok çabuk, ya da az çabuk; ama sonuç olarak çabuk tüketmişlerdir.




Onlar artık hem trapezdedirler, zira trapezcidirler, hem de işin heyecan kısmını nerde düşürdüklerini bilmeden yitirmiş, bizatihi zıtlardan oluşan bir durumun içine hapsolunmuşlardır: Trapez sıkıntısı durumunun.

Zira hem trapezdedirler, yani heyecana namzet ve müptela oldukları için bulundukları bir yerdedirler, hem de artık içlerinde heyecandan eser kalmamış, içlerinde kala kala bir trapez sıkıntısı kalmıştır.



Onlar bu maceracı ve gözükara grubun, yani trapezcilerin bahtsız bir alt grubudurlar. Zira trapezciler ağırlıklı olarak trapez heyecanını hiç yitirmeyenlerden, yani çıktıkları yerlerin hakkını sonuna kadar verenlerden oluşur. Bu tutarlı ve şanslı grup, trapeze her çıktıklarında –ağlı ya da ağsız fark etmez ve sanılanın aksine pek çok zamanda altlarında mis gibi ağları gep gerili olarak – aynı heyecanı, yani o meşhur deyişle İLK GÜNKÜ HEYECANI, yani pörsümemiş, esnememiş, çizilmemiş gıcır gıcır buzz gibi heyecanı, her daim her daim içlerinin en içinde DUYARLAR.

Allah’ın ne şanslı kullarıdırlar ki, trapezlerin üstündeki yerlerini her alıp ellerini pudra kutularına daldırıp, karşılarındaki hayali ya da gerçek diğer trapezciye gözlerini diktiklerinde; boğazları kurur, bacakları ve elleri iyiden iyiye titrer ve en en güzeli içlerini o tatlı ürperti kaplar.



İşte bir gösteri anı daha!



İşte, yine kendilerini trapezlerinden karşılarındaki o kısacık ve kocaman boşluğu salıverecekler ve hatta bir parende atıp ya da atmayıp dümdüz, karşı trapeze, hakiki ya da hayali biriyle yer değiştirip konacaklar.



İşte, kalpleri küt küt. İşte karşı tarafa vardıklarında her defasında ilk kez bunu başarmışçasına yüzleri ve yürekleri ışıyacak, onca heyecandan sonra ruhlarını yeniden kaplayan başarı duygusuna kendilerini bırakacaklar.



Çok heyecanlandılar. Çok heyecanlandılar ve şimdi başardıkları için, bir kez daha ama her defasında ilk kez başardıkları için, çoook mutlular. Onların heyecanını ve sonra bu heyecanın yerini alıveren başarmışlık duygusunu yaşamalarına, bir ömür yetmeyecek.



Her seferinde. Sil baştan.



Oysa trapez sıkıntısına esir düşmüş gruptan biri, bakın işte trapezdeki yerini aldı. Müziklerin en kreşendosu, en heyecan verici olanı, onun için zangırdatılıyor. Herkes korku ve heyecanlar içinde yerinde büzüldü. Kimileri gözlerini kapadı elleriyle, yapabilecek mi? Oysa trapezinin üstünde yapayalnız ve hiçbir şeyi kaydedemeyecek kadar bezgin, ellerini batırıyor pudra kutusuna.



Umurunda değil.



Gerçek şu ki: Umurunda değil.



Karşısındaki hayali ya da hakiki trapezci de umurunda değil, ağın durumu da.



Öylesine kanıksamış ki bu trapez işini. Sadece yorgun, bezgin; gösteriyi bitirmek istiyor. Bu iç daraltıcı gösteriyi bitirmek ve karavanına çekilmek! Tüm isteği bu.



Başka da bir şey isteyecek hali yok. Ne zaman trapezin tepesine çıksa, içini uykululukla sarılı ağır bir sıkıntı hali basıyor. Çok enerjisiz. Çok. İçi bir nevi pas tutmuş durumda. Ağzı da.



Ağzı da çok kuru.



Şimdi işte kendini boşluğa bırakacak ve bir parende atarak ya da atmayarak –hiç fark etmez, ne fark eder ki?- karşı taraftaki yerine konacak. Belki de konamayacak.



Belki çakılacak kafa üstü. Ve iyi onarmamışlar ağları. Ağlarda bir delik var. O delikten kayıp yere çakılacak belki de. Tepe üstü YERE çakılacak. Bir trapezcinin en olmak istemediği yere! Hayır hiçbir şey korkutmuyor onu. Daha fenası, hiçbir şey heyecanlandırmıyor.



Çok sıkılıyor. Öyle çok sıkılıyor ki, öyle çok sıkılmış ki, öyle çok sıkılmış ki, artık bunu dahi kaydetmiyor. Tek bildiği habire bu lanet gösteriye çıkmak zorunda olduğu. Zorunda olduğu ve tamamlayıp, ancak o zaman: tamamlayınca, ineceği.



Ama, bunun hiçbir şey demediği. Ancak bir sonraki gösteriye kadar rahat olduğu. Sonra, gonklar gonklayınca yani, üstüne o komik mayoyu geçirip trapezin tepesindeki yerini almak zorunda olduğu. İki kolunu tepeye kaldırıp selam vereceği. Altındaki kalabalığın heyecandan kımıl kımıl olacağı.



Onun hiç ama hiçbir şey hissetmeyeceği. Ama sanki hissediyormuş, sanki heyecanlanıyormuş, sanki heyecanlanıyormuş gibi yapmak zorunda kalacağı.



Çünkü bu da, işin bir parçası.



Ve çok sıkıntılı olduğu halde, çok sıkıldığı halde, lanet dengesinin hiç bozulmayacağı.



Lanet kafasını ağlardan düşüp kırmayacağı.



Zira ağlarda hiç ama hiç delik olmayacağı. Ağların ihtimamla ve habire onarılıyor olacağı. Bu gösterinin hiç ama hiç ama hiç bitmeyeceği. Ve ağzında ve ruhunda hep o pass tadının olacağı. Olacağı..




Perihan Mağden

annemi özledim.özlemi anniyorum.anlıyorum zenit bana ne söylediydi, hatırlanamıyor. kurumlar ve kuramlar beni anneme üzüyor.bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış,öyle söylüyorlar.ne dediğimi bilmemek istiyorum.boş başıma dolaşmak istiyorum.sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum. sahipsizim. sonra sokokta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum. bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar.annem rasyonel ne demek,ağlamıyor. kendimi bana bırakmak istiyorum.annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum. kızlar bana yaklaşmakda zorluk çekiyorlar.köfteci de öyle. o da bana yaklaşmakda zorluk çekiyor.canım akşamları daha çok sıkılıyor.annem daha çok. akşamları hava siyah oluyor.havaya bakıyorum.hava bana bakıyor.bana salık verilecek sevgiliyi doğrudan reddetmek durumundayım.kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlılar.köfteci de öyle.o da bana önem vermemek konusunda tutarlı.annemi özleyince,annem yok ya hani,bölece hayati’ye bakıp,hayati’ye bakıyorum işte.yani şey oluyor. hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de hani hayati’ye bakıyorum ya, hah, işte hayati’nin yani şey.sonra dışarı bakınca bir küçük irrasyonel kedi görüyorum.kedi bana aç aç bakıyor.ben ona artık annemi özlediğim için konuşmakmak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum. ataya saygı hamurumun içinde varmış.benim hamurum orda.annem beni sevip özler. ben de böylece peşinden gidemem.sonra annemi de rasyo…neyse…

Ah Muhsin Ünlü