eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


"masanın üzerinde bir bardak zehir.


masa biliyormuş, bardak biliyormuş, sen biliyormuşsun.


herkes biliyormuş.


ben kalbime aksın için, eğilmişim durmadan…


aklımda uçurtmalar,
kuyruklarındaki jiletleri, gök biliyormuş, ip biliyormuş, sen biliyormuşsun.


ben, rüzgarın böyle arsız bir arkadaş oluşuna ağlamışım bilmeden.
öyle çok kan akmış ki üzerimizden, biri çıkıp söylemeliymiş; bakın! demeliymiş. bakın! burada ayçiçekleri hep birlikte döner gibi güneşin yangınına, ömrünü kelimelerle kurup kelimelerle yıkan, papatyaları dipten kesilmiş bir kır gibi alnınızda atları yorgunluktan ölmüş bir araba gibi yıllarca duran,bir kartopu savaşında ağır yaralanan, hasta, yorgun ve azalan…
şimdi, eşikte yarasa ölüleri, kapıyı açsam…
yapraklara yakın duran camların gücüyle, kapıdan sızan karanlığın yüreğiyle biraz toparlansam.


yürüsem, yürüsem ölene kadar, yürüsem…"
sen ağaçtan sen ağaca..


Bundan
sonra
her
gün...


tanrı bi yerden baktı ben kendimden kaçtım, tanrı bi yerden güldü ben kendimden geç tim!...


hayat, filmlerde anlatılan gibiymiş, kendimi bi' şiir gibi hissettiğim ve de cacık kıvamında kırçıl temayüllere gark olduğum şu düşmek, düşüşmek, düşünmek fiillerinin kendini en yakın köprülerden attığı bir ne vi; ben ona resmen.. günlerinde.. saçmalamaktan zerre imtina etmeyeceğimi belirtir, gereğinin yapılmasını arz ederim:


biz, yani dilsizler, fakat boyunlular, kollular, ayaklılar, elliler, altmışlar


kaldırım taşlarını mavi ile kırmızıya boyayan androidler olarak, bir grup orta yaşlı genç anlatım bozukluğu, çıkabileceğimiz kadar indirdik zirveleri -ki bu da türkçede ve her yerde en az zirveye çıkmak kadar..


acaip birşey oldu, adres bana birini sordu. basbayağı adres, böyle sokaklı mokaklı, böyle dallı budaklı; bana birini sordu. ne desem bilemedim. hayatımda ilkbeşinci kez ne desem bilemedim. adresi avuçlarıma aldım, kat elime battı / elimi kesti, bütün sokak camlara döküldü, daire yere yuvarlandı.- şoför bey iki saattir bekliyorum bir olağan üstü vardı? -müs'AİT bi yerde bağyan..

biz, yani sabırsızlar, fakat allahlılar, kitaplılar, kalemliler, emeviler


daha önce bilmediğimiz bir sinema salonundan içeri girip, perdede kendimizi gördük, ohsktir, çok çekiciydik. mamafih üzerimizde ve altımızda ne olduğuna bakamayacak kadar aceleciydik, allahın izniyle dışarı çıktık. indik. bir daha çıktık. bir daha indik. en sonunda çıktık galiba.-


biz, yani tembeller, fakat yetenekliler, beyinliler, zeki ama çalışmıyorlular, değerli frigyalılar, yüksek yüksek egolular,


bakın dün elime ulaşan çarpıcı rapor bir gün içinde tam altmışsekiz, evet yanlış okumadınız tam altmışaltı hatta altıyüzaltmışaltı şarkının duş altında ağlamaya teşebbüs ettiren küvet deliği kıvamındaki kulak deliği dejenerasyonuyla ilişkili olarak, bir dejenerasyonu bu kadar çok seveceğimi hiç düşünmediğimi belirtmekten de geri durmayabilirim, ve fakat şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp sizlere gerçek sorunumuz olan konsantrasyon bozukluğunu anlatacağım. konsantrasyon, eski yunanca konsan(dikkat) ve trasyon(toplaşım) kelimelerinin birleşiminden meydana gelen yoğunlaşma anlamında bir kelime. konsantrasyon bozukluğu da bunun bozukluğu, hm. bozukluk hepimizin bildiğimiz gibi; çalışmayan. yani toplamda konsantrasyon bozukluğu; yoğunlaşmanın çalışmaması, yoğunlaşamamak. yani aslında öyle bir yoğunlaşmak ki tüm oluşmamışlıkların toplamından öyle bir ondan bir bundan, bir türk alfabesinden bir yunan alfabesinden, bir arap alfabesinden bir latin alfabesinden harfler alıp, bunu da 'serbest çağrışıyorum' diye gerizekalıca bir nedene bağlamaya çalışmak. tek kelimeyle aymazlık. iki kelimeyle ses kaybı. üç kelimeyle ne dediğini bilmemek. dört de vardır lakin şimdi uğraşamayacağız. yoksa önceden belirttiğimiz küçük şeylerle uğraşırken büyük şeylerin zamanından yemek hatasının ta kendisini yapmış oluruz . bir de "çok kötü şeyler var". çookk...


hayat, nefes aldığımız anların toplamı değil, nefesimizin kesildiği anların topea.. filan, hiç okumadınız mı bi yerde..

herhangi bir klasördeki simgeleri modified sıralamaktan başka hastası olduğum başka bir olay varsa o da herhangi bir klasördeki simgeleri modified sıralamak. bu zaman denilen kavramı kimler bulup tüm dünyaya kabul ettirmişse, saatler, son kullanım, zaman, dakikalar, tarih filan, hepsini sırayla selamlıyorum. özellikle bir dakikayı altmış saniye yapalım üstadım diyen var ya bi tane, pipi kafalı, onu ayrı bir selamlıyorum. ömrümüzden çalıyor şerefsiz. bir tane kitap yazdım orda okudum, bu dakikalar çok çok eskiden yüz saniyeymiş. inanılmaz muhteşem bir harika, değil mi. değil. o kırk saniyenin önemini git takımının maçı bir an evvel bitsin de acilen şampiyonluğu kutlasın isteyen taraftara zor. metroyu bir saniyeyle kaçıran adamdan bize ne, otursun yenisini beklesin. son metroysa da yeniden alsın otomata para atıp, ne bileyim bilerek bilmiyorum. zamanı ve diğer bütün yaşamsal sorumluluk lağım çukurlarını düttüredip, şiddetle sigara içesim geliyor zaten ben resmen..


saç malanmaz taranır hem. uuu beybi..



bir yer vardı bir ses..


bir şey vardı bir kim..


çok bir şey oldu..


çok oldu!..


insan metabolizmasında aynı yerden gelen şeyler vardır;(mış) -muğlak olmayan- ve biz, bize kalanı optimum seviyede mutlaklaştırmaya çalışırken, o bulanık gölde, o seyreltik çözeltide, o takma düşlerin konduğu -Yarısı Boş- bardakta bir damla suda okyanus görebilmek adına gözyaşlarını ve gülüşleri yine aynı yere gönderirken, -geldikleri gibi giderler- farkında mıyız ki şişede durduğu gibi durmuyorlar ve bütün med-cezir öykülerinde olduğu gibi, taşınan, taşan her bir şey sürüklendiği mecraya bir şey bırakıyor ve gittiği yere bir şey götürüyor. bu bir tür duygu erozyonu, kalp eşelenmesinden vuku bulan-üzerine dikili yeşil alanın azlığından belki- bir tür sezgi heyelanı; aşındıkça, aşıldıkça yağmurkuşu ölçeğinde kanatlanan güneye, tibet'e...


iç, iç'in hacminin sınırlarını zorladıkça, o bulanık gölde sivri bir taşı-çakıl taşı- sektirmeye çalıştıkça, ellerin kendine yer arayadursun, sen gözlerinden ipotekli bir yağmura bulut olmaya koyulmuşken, yüzü yağmurun her renginden korkan bir palyaçonun üzerine yağdıkça..


yani diyorum ki; bir ses, bir sese sesilya'da demiş ki, gel beraber bir "session" açalım, beriki "tamam" demiş, seslendiğin yerde olacağım; duymamış sessiz eller, hiç kimse bilmemiş...


"kalplerimiz çok temiz, çünkü pek kullanmayız"...


kirlet kalbimi ey kan; dolaş dur damarlarımda or'dan ora'ya.. kalbim kırmızı bak turnusol kağıdım; maviye dönüşüm, sesinden mürekkep...


gerisi vesaire...





"1


Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?) Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıtla yaktım, jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül edip savurdum. Adımdan gayrısını bilmiyorum.


2


Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri, peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar, soruyorlar, soruyorlar... Adımdan gayrısını bilmiyorum.


3


İki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi? Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla, dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbir duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adı yoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu. Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi... Adımdan gayrısını bilmiyorum.


4


Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtar deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış. Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Ne beyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının, vebalının bir rengi vardır. İrinin bir rengi... Ölünün bile bir rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın... Adımdan gayrısını bilmiyorum.


5


Killi, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık. Soyumun neye benzediğini unuttum. 'İnsana benziyorlardı' diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun halkasında insanlık... Adımdan gayrısını bilmiyorum.


6


Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böcek sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru bir yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca. Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. İnce bir kan şeridi sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah... Adımdan gayrısını bilmiyorum.


7


Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür sakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımı değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi artık. Küstü, öldürdü kendini su... Su çürüdü...


Adımdan gayrısını bilmiyorum..."


(Ahmet Telli)

Kızgınken,

böyle

bir

şey

oluyormuşum

ben...

Sonra


böyle


çekip


gidiyormuşum


misal...




O


Lâcivert


Ülkeye...

Size ne bütün bunlardan diğ'mi..?

Ah, tabii ben bunu nasıl düşünemedim?

Uykusuzluğuma, şuursuzluğuma veriniz..

Anlamoor, bilmoor kimse..

Bayılazaaiimmm vire...




O değil de; Baba Zula'nın yeni albümü çıkmış "Kökler"...

Bir de indirilesi, korsanın dibine vurulası albümler şeysi var şöyle bir, kendimce;

1-Baba Zula-Kökler(hadi ya)
2-Nev-Işığım ve Gölgem
3-Moribund Oblivion-Time to Face
4-Murat Net-Selamiçeşme Blues(Pentagram'in eski gitaristi ve Reflex grubunun kurucusu, gitaristi, sözyazari, bestecisi olur kendisi)
5-Nem-Güneşte Yalnız("Yarım kalan hayaller yaşındayız" gibi bir post-modern(!)şarkıları var, ondan evet)
6-Yırtık Uçurtma-İki
7-110-Kontrol
8-Gökhan Semiz-İnan ki Teksin
9-Üst Kattakiler-Üç Deniz Ötesi
10-Peyk-Sulu Şaka
11-Avrasya-Denizin Gözyaşları
12-Comma-Elusive Dreams
13-Vedat Sakman-Kapılar
14-Cenk Taner-İzin Vermedi Yalnızlık
15-Kzans-Vodka(trakya kanından olduğum için dikkatimi çekti, evet)
16-Episode 13-Tabula Rasa(ısrarla hemi de)
.
.
.
gider bu...

endless müzik yapım tic.ltd.şirketi gururla takdim eder.
i.m.ç. 8 bl.no.61985 unkapanı-ist'anından'bul

p/s:yüxexes'in ekim sayısındaki baba zula posteri baş tacı edilesi.

esen kalın gönül dostları...


uyudumuyandımgeçersandım vol22


öncelikle uykunun hak edilen bir şey olduğundan dem vuran friedrich’in suratına bir yumruk. log normal eğrilerden gaussian eğrilere ve oradan da sadece ve sadece bir kaç noktaya terfi eden sevgi dağılımları çizen beyine bir bazuka. üşüyen ayaklara bir çift yemeni, soğuk ellere krem, çokça krem, plazmolize krem. nasılsınız endless? bitte schön. bursa hala burmadı, hala hep gece. nasılsınız endless? thanks, and you? bursaya gide gele uslandım. nasılsınız endless? un do stres...

bi yerlerde beni izleyen bir şeyler var ve ben buna bilumum *^&'*'+?* sansürce inandığım için hala sulusepken, sereserpe ve de sarpa sarmadan iki noktayı üst üste koymaktan bile acizim. nasılsınız endless? fak yu. upss, loop'a girdi bu. nasılsınız endless? kelimelerim parsellendi, o sebeple yazmaya mütereddidim. öeeh. senin yazılarının ortasında elektrikler kesiliyor bak, hani göremiyorum nerdeler? aşağı yuvarlandılar bak yine.. tıngır.. mıngır.. sadece ve sadece şu an gebermek fiilini hücrelerime kadar hissetmek istedim. oldu mu?


pek oldu. uykum yok sadece. ilk cümlede friedrich’e ayıp oldu ama. onu boşver de loop’tan çıktın sen. ay pardon, nasılsınız endless?. yemezler. hahah. ne hahah, hohoh. o değil de senpatiklikten ölcez bi gün. sen dur ben bi sınırları zorlıycam: mihihi. inan ki çok başarılısın. sağol.


hani bi' çeşit önlem bi' çeşit tedbir almak mahiyetinde, oluyor ya filmlerde adam(sandler) bir şeyleri bir işaret olarak algılıyor, filan? galiba benim sorunum işaretleri görüp de algılayamıyor olmam. (hii sevgilimm, ya geri zekalıysamm!?) diyelim -mi- diyelim bayağı işaretler görüyorum gündüz havalar aydınlıkken, gece pek işaretler görmüyorum, geceler çok işaretsiz geceler gece demezsin yani görsen, böyle işaretsiz gece mi olur be, ışıkları mı açim yoksa napıyım napıyım, anlamıyorum ki yer değiştir, iyi çekmiyorsun ordan. sen iyisi mi onu boşver de suç ve ceza beni sevgilim. dost'oyewski diye nice nicesine sarılıyım mümkünse yok öyle değil öteki türlü hıhı, ama sen de kabul et hayat bedbaht. bari fareler ve insanlar beni sevgilim, hı? dandik bir kitap gibi konulayım çaydanlığının altına da postmodernitenin de çarkına çomak soksun sayfalarım.


P/S:dolmuşun gelmesine ramak kala cadde kenarında bir poster görüp de fiyatını sormak için o tarafa seyirip de, dolmuşu kaçıranlar, birleşin! ayrıca 2. dolmuşu beklerken geçen zamanı 1. dolmuşun peşinden koşturararak yiyenler de sağdan sayın.


bir de; usanmadan, utanmadan, uyanmadan..


toplayaraktan;


"dalyanları bir birine katmak orkinosların harcı... "


bir de mercan adaların, 3 tarafı dehlizlerle kaplı...


or kin os...