eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

MAVİ SAKAL'IN ODALARINI DOLAŞTIM. 40 ODA. RENGÂRENK HAZİNE ODALARI. HİÇ AĞLAMADIM. KİMSEYİ KURTARAMADIM. ÇOKTULAR. ÖYLE ÇOKTULAR Kİ, BEN SESİMİ BİLE ÇIKARAMADIM. 40 ODAYI DOLAŞ, YE, İÇ, EĞLEN, RUHUNU DOYUR, KENDİNE GEL, MUTLU OL, DEDİ BANA MAVİ SAKAL. SONRA 41. ODANIN ANAHTARINI VERDİ. AMA SAKIN AÇMA, DEDİ. 41. ODA NEDEN YASAK. EĞER YASAKSA NEDEN VERDİ ANAHTARI?
NEDEN ANAHTARLAR VERİP YALNIZ BIRAKIYORLAR BİZİ? NE YAPMAK İSTİYORLAR?

...

SORU YAĞMUR DOLUYSA, İNSANI ÖLDÜRÜR.


E.T.

ÖRGÜT SANRISI BİTTİ. BÖYLE SANRILAR, KÜSMÜŞ ÇOCUKLARDA SIK SIK NÜKSEDER. İNSANLARLA DENK DÜŞMEK BÜYÜLÜ VE BİR O KADAR KISA SÜRELİ RASTLANTILARDIR BİZİM İÇİN, BİR TÜRLÜ İNANAMAYIZ. HİÇ ÖRGÜT GÖRMEDİĞİMİZ İÇİN DE, BÖYLE BİR AD TAKABİLİRİZ DENK DÜŞMELERE. OYSA HEPİMİZ, CASUS GİBİ YAŞARIZ, SAKLANARAK VE PAYLAŞILAMAYANIN YÜKÜYLE BİRBİRİMİZE DOKUNMALARIMIZ KORKAK KELEBEKLERDİR, DOKUNUNCA RENKLERİ YIKILAN. ÇÜNKÜ KÜSKÜN ÇOCUKLAR İNANAMAZLAR. Kİ İNANMAMAK, KÜSMÜŞ BİR ÇOCUĞUN EN BÜYÜK KAN KAYBIDIR.


E.T.

Nasıl sevmeli?


>Yaşar Kemal, Tilda ve bütün "sıra arkadaşları" için...

"Biz namuslu yaşadık Tilda. İyi insanlar olduk." Bu, en uzun cümlesidir Türkçe'nin.

Yaşar Kemal'in ölen eşi Tilda'nın mezarı başında söylediği.

En uzun romandan daha uzun, en ağırından daha taş.


* * *


İnsan, hayatın o kadar da kısa olmadığını anladığı zaman büyüyor galiba. Yaşayan için bitmeyecek bir şeydir çünkü hayat; ancak, ölmekte olan için kısa. Düştüğün yerde kalınmaz çünkü, vurulduğun yerde bitilmez. Uzar, genleşir hatta delinip derinleşir zaman. Birikirsin. İnsan en çok bunu anladığında yalnızdır. Birikeceğini, hayatın ölüme kadar bitmeyeceğini anladığı an. Aslında gerçekten tam o anda birini arar insan. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir başına olmamak için. Olup bitenler hakkında hiç değilse konuşmak için. Bir şey görünce dönüp "gördün mü?" demek için. O yüzden işte...


"Tilda benim arkadaşımdı. Dostumdu. Kardeşim, kardeşten de öte bir şeyimdi. Edebiyat konuşurduk, siyaset, felsefe. Biz 50 yılı böyle geçirdik. Konuşarak."


O yüzden işte, önceki gece "Bir Yudum İnsan" programında Nebil Özgentürk'e böyle söylüyordu Yaşar Kemal. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir arkadaşın gerektiğini anlatıyordu. Aşık olduğu kadını kaybetmiş gibi değil de, beraber yaramazlık yapıp, konuşup, beraber "durduğu", her şeyini bildiği, her şeyini bilen arkadaşını kaybetmiş bir çocuk gibiydi. Kocaman karınlı, kocaman sesli ama küstükçe ufalanan bir çocuk gibi. Zira, "evlilik" uygarlığın uydurduğu bir meseleydi ve esas olan hayat içinde yaşamak dediğimiz bütün o şeyler olup biterken, senin gördüğünü gören biriyle "sıra arkadaşı" olmaktı. Yoksa 50 yıl ne konuşur insan "karısıyla", "kocasıyla"? "Belediye başkanının verdiği yetkiyle" bir memur sizin beraber yatıp, üremenize izin verdi diye... Ama "sıra arkadaşı"...


Sıra arkadaşı insanın, önünde durmaz, arkasında da. Yanında durur. Böyle, yan yana durur işte. Siz yan yana dururken başınızdan olaylar geçer. Hayat denen sıkıcı dersi bir aralık kollarsın hep "gördü mü?" demek için.


* * *

Çünkü mesela hep eteği sarkar iktidarın.


"Gördün mü" deyip, iki kişilik gülersin.


Mesela sıra dayağına çeker sizi hayat. "Acıdı mı?" dersin. Acıyan yerlerini gösterirsin birbirine. Geçince ya da geçti sanınca, "gördün mü?" dersin. "Bak geçti".


Yokluklarda, yoksunluklarda yoklama yapacağı tutar hayatın. "Eksik" yazılmasın diye o, atarsın kendini ortaya. Yalanlar, masallar, hikayeler; oyalarsın zamanı. Ne yapar yapar "eksik" dedirtmezsin sıra arkadaşın için. Sonra bir aralık bulup yine:


"Gördün mü?" dersin, "iki kişi olunca nasıl idare ediyoruz birbirimizi".


Herkeslerden gizli, hınzır şeyler yaparsın birlikte. "Düşersin" diye çıkarmadıkları yükseklere çıkıp, "boğulursun" diye göndermedikleri dehlizlere dalarsın birlikte. Maceraların arasından parmaklarınız uçuşur güzel ve tuhaf şeyleri işaret etmek için:


"Gördün mü?" dersin, "Görecek daha çok şey buluyoruz iki kişiyken".


Gün gelir, bir rüya görünce bile "gördün mü?" dersin. Çünkü iki kişilik yıllanmış uykularda akıllar bile ılıyıp karışır birbirine.


Bazen başkalarına gönlü kayabilir bile insanın, başka "sıralara". Hayat uzun ya! Ama o başkalarına "gördün mü?" diyemeyeceğini anladığın anda... Sıraya dönüp yine:


"Gördün mü?" dersin, "Her şey bizim iki kişilik evrenimiz içinde olup bitiyor aslında. Olup bitiyor! İçinde!"


Ama sıra arkadaşı gidince... "Hayat sürüyor" diyorsun ha? Hadi ya?!

Ece Temelkuran

"var git ölüm" diyemiyorum.

var

git.

var

git var git ölüm var git!

Film: La Fille Sur Le Pont; Fransız yapımı Köprüdeki Kız

Şarkı: Marianne Faithfull- Who Will Take My Dreams Away


("kadın, tren istasyonunda bir tahta duvarın önünde ayakta durmaktadır. arkadan tren vagonları geçip gider sarsıntılarla.
bir bıçak sallarım, kolunun hemen yanına saplanır. sonra bir bıçak daha, karnının kıyısına düşer. bir bıçak boynunu sıyırıp geçer. bir bıçak, bir bıçak, bir bıçak daha!.. her bıçakta bir inleme yankılanır. inlemelerle dolu keskin bir sevişmenin şarkısıdır bu. bıçak kadar keskin, bıçak kadar ölümcül, bıçak kadar hızlı bir sevişme... bir şarkı nasıl olur da bir bıçağın sesiyle hayat bulur. işte aşk budur biraz da. bir ölüm heyecanıdır.")


B'eter kokladım bugün, bir nefeslik yeter.

ne diyorduk?

"ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."


bu böyle..

On soruluk bir sınavda, yazacak tek bir kelimenin bile olmaması, her şey zıddıyla mümkündür üzerinden olmayana ergi yöntemi olarak da okunabilir.





Çok Woody bir Allen.

 sensemek: ben'in seni özlemesi, canının çekmesi.

"Görmeyelden yüzünü ben ki nigârım, sensedim..
Âh u zâr ile geçer bu rüzgârım, sensedim.."

"Hüzün uyandı Melusine. Bunu anladığımda hiçbir şey duymadım. Çevremde olağandışı hiçbir kıpırtı görülmedi. İnsanların düzeninde hiçbir değişiklik olmadı. Ama hüzün uyandı. Bir ağaç kovuğunda olağanüstü güzellikte bir göz görüldü mor ve yeşil. Bir su-bulut geçti. Bir klavsen yağmuru çaldı. Kapılar kendilerine örtüldü. Hüzün uyandı."


Lale Müldür

..derken istanbul'da bir yeri vurdu kalbim. duydun mu rhn?

-bil ki koro-



oyunun üvey çocuğudur, şimdi çözül lalelerin dökülsün, kaybolsun rol, sussun tirad, dursun oyun, sen soyun. soyun ki bu ucuz bedenine ölüm olsun suskunluk gülüşün, yanık lastik kokusu. hadi sökül unutma. ilizyonu kır. sanma. umma nasıl olsa ayna seni anlatır.


Uyu peki artık uyu. susmak akıtmaz kanını.
Silah geçmez düşlerinden


Ölmek acıtmaz canını"



"Sanadır, kuşatılmış arkadaşım, ak dağların berrak sularına, batık gemi düş'ünün seni bağladığı yere gider ayrılık şarkım."

CHE GUEVARA


"Hayat seni güldürmüyorsa;

Espriyi anlamadın

Demektir."

:)

Portatif bir hayat; katlanabildiğin kadar..

Tespih gibi hayat;

Çekebildiğin kadar..

beni eskit, bir terzi çıkar
fazlalıklarımdan, prova yokmuş
meğer! acıyan ve acıtan ten var

oldukça gövde dikiş tutmuyor
eskiden terziydim, dar vakitte
dükkanım vardı, ilk gömleğim
tez uçtuydu tenimden, o hevesi
artık gönlüm seçmiyor

teninden bir yağmur biç bana da
aramızın açıldığı yerden, o makas
hatırayı paslı bıraktı! düğmenin
yeraltında ten yokmuş tenhadan başka




şimdi heves bol geliyor..



Haydar Ergülen

şimdi ne söylesem boş, şimdi ne söylesem bir kıyıya vurdukça dalgaların sildiği yazı, şimdi ne söylesem , asfalta yapışıp kalmış bir serçe ayakizi, şimdi ne söylesem ellerimde kendi ölümüne silah bulamamış bir katilin ikizi, ve dahi şimdi ne söylesem, enkaz yeri bir umut karalamasının düş eskizi..
kafiye olsun diye..

çalçene acılardan geçiyorum,


derme-çatma acılardan,


çingene acılar..


"-elimde, yenik yanık kadınlardan ödünç acı
avlanan biz değiliz, korkunun naylon kanatları.."

*Ölümler, çıplak gelir..

Pis bir sabah , kötü pazar, kötü sabah..

Yine bir yokoluş haberi.

Gittiğin yerlerde ışık var, biliyorum gencecik beden..

Şad ol..

"Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
 Ve asıl biz biliriz kederi."

“en iyisi mi derinliğe hiç mi hiç girmemek daha çok kanun sesinden, ut sesini, su damlasına değişmek dahası bilsem, demezdim elbet, bütün karışıklık yüzünde yeşille çatışan asi bir sarı, eğer susarsa başak, o kadar işlek bir kere kırık, hep kırık”



Biz kırıldık daha da kırılırız

Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle barış arasında
Biz kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza






gülCemal Süreyya

"herkes dosta yazmış arzuhalini

benim(bizim)kini ü-rüzgara yazmışlar.."

"ey gitmek denen serseri
gelinlik kuşlar gibi
sekip durma göğsümde
yağmuru bıçakladım ben
bıçaklarım seni de..."



Çok türkülü, çok baharlı, çok çiçekli, çok yeşilli bir aşk yaşamak istiyorum bazen; öyle..

Bu gül bir şeyin anısı olacak ama neydi unuttum.

Kimbilir belki de sabah sabah yeniden açan umudun...


Can Yücel
Image and video hosting by TinyPic

"Bilmemişler hıncımın yaban otlar suladığını.."




"Ve sen daha demincek,

Yıllar da geçse demincek,
Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla..."

"Şey"lerimiz var bizim.. Yığınla şeyimiz. hatta gitgide biz o şeylerin bir şeysiyiz..



Şeylerin sarmalında yuvarlanan birer kayıp yıldız gibi, şeylerin uzayında ismi olan bir partikül gibi seyir halindeyiz. .


Diş fırçalarımız var bizim önce, sonra elektrikli diş fırçalarımız, sonra diş fırçalarının yedek başlıkları, o yedek başlıkların kapları, sonra o kapların koyulacağı bir kutu, sonra kutunun koyulacağı bir dolap, dolapta başka şeylerimiz, şeylerin arasında gezen ellerimiz var..


Acaba ne kadar zaman geçer bir ömürde kaybolan şeyleri arayarak, şeylerin yerlerini hatırlamaya çalışarak? bir kalabalık halinde, evlerimizde, bir başımıza oturmaktayız.


Bir de "yersiz şeyler" var, en çok zamanı onlar alır esasen.. kopmuş anahtarlıklar, bozuk paralar, dibi kalmış kremler, içinde tek dal kalmış sigara paketleri, para üstü yerine alınmış kötü sakızlar, saçlar kesildikten sonra öksüz kalmış tokalar, gazı bitmiş çakmaklar, teki kayıp küpeler.. Esas şeylerin arasında bir gezinti halinda varolurlar illâ^..


***


Kış renklerinden giyinmiş bir ihtiyar adam var aşağıda, pencereden bakıyorum mesela..


Yani evdeki bütün o "şey"ler ardımda.. Nasıl ağırım nasıl fazlayım kendime bütün bunlarla!..


Sırtım dönük olarak şeyler kalabalığına, adama bakıyorum. adam çöp kutusunu karıştırıyor. Belki de çöpler o kadar pis değildir. Kim bilir? Belki bu da bir meslektir ve muhtemelen nice incelikler içermektedir. Elinde ucu kıvrık bir demir çubukla adam, çöpleri eşeliyor. Bana buradan hiç de "zavallı" gibi görünmüyor. Çünkü hiç acele etmiyor ve epey rahat görünüyor, yetişecek bir yeri yok belli ki. üzerindeki hiç bir şey ona ait değil besbelli. Besbelli bir süre sonra ona da ait olmayacak , şehrin bir yerinde yenisi bulununca bir kenara bırakılacak.


Adam, üç beş şeyiyle birlikte sokaklarda dolaşacak. Adam, şeysiz. Adam, hafif. Hiçbir şeysiz olduğu için adamın telaşı da yok. Kayıp da etmiyor bir şeyini, aramıyor da. Elleri, olduğu gibi...


* * *


Metal bir sigara kutusu buluyor, adam çöpte. "Bunu beğenecek" diyorum ben. Almıyor atıyor. Çünkü "güzel kutular" hiçbir işe yaramıyor. Çok güzel bir bisküvi kutusu buluyor sonra. Ben olsam kesinlikle alırdım mesela, takardım onu da peşime. Adam onu da atıyor. Adamın ellerinde herşey gerçek kıymetini buluyor. Hayatta bir kıymeti, yaşamda bir karşılığı olmayan şeylerin tümü onun bile çöplüğüne gidiyor. Bizim "süslerimiz" onu ilgilendirmiyor. O bizim gibi şeyleri peşinden sürükleyerek sürünmüyor. Adam bizim çöplükteki hiçbir şeyi beğenmiyor.


Dev naylon torbasını sırtına atıp, elinde demir çubuğunu sallayarak ağır, ama çok ağır yürüyor.


Sokağın ortasında duruyor sonra.. Tam ters yöne doğru yürüyor. Sonra yine duruyor. Duruyor.. Oturmaya karar veriyor. Sonra kalkmaya karar veriyor yeniden. Bir kez daha ters yöne yürüyor...


Sizin bir sokağın ortasında durmaya hakkınız var mı? Siz bir sokağı üç kere ters yönde yürüyebilir misiniz? Sizin böyle bir hakkınız yok. .


Çünkü sizin şeyleriniz var.


Çok "güzel" şeylere sahipsiniz siz.






Teşekkürler...

Ece Temelkuran

*Ve yengeç batırır göğsünün ortasına kıskacını.
Tam göğsünün ortasına

Akrep


iğnesini


henüz

çıkar-madı


affettiğimiz yerlerinden


birbirim iz in.

"kestiğin yerde kalsın bıçak, gelmesin seninle."

İyi bir şey olacak mı? iyi bir şey olacak mı? Olacak mı bir iyi şey? iyi şey bir olacak mı? şey olacak mı bir iyi? bir iyi şey mi olacak ? iyi şey bir olacak mı?

iyi

bir

şey

olacak mı?


Ben acılarla muhatap olmamayı da bilirim ömrüm ama senin yüzünü hep yanlış okuyorlar. Benim yüzümü hep yanlış okuyorlar ömrüm.


Kurtulmak kolay mı kendinden..

http://fizy.com/#s/19o6bm

"Gençliğim eyvah" şarkısı.. "Bi' gün yolda yürüyodum, bi' şarkı duydum, kalbim acıdı" şarkısı..

"Sevgim acıyor" şarkısı..

Bazı şarkılara ağlamak için; ne dediğini anlamaya gerek yok..

[Ben anlamak yorgunu; anlıyorum bu susmak yazgısını.]

*şimdi yanık şekerim sert, hayat ondan da dert,

ben zaten tiryakiyim, ayrılık aşktan da berbat!

ah karamela şekerim, aşk tatlı da insanlar berbat!

Haydar Ergülen



...

"..bir şeker kırığı gibi batar bu içine.. Eriyince acısı geçer.

İşte o an da sıkışıp gider zamanın, hareketin içine.

Öyle anlar vardır işte. Şeker kırığı anlar..

Söylemedikçe sen de mi unutursun acaba? Bir hatırlamaya başlasak kaç şeker kırığı var aslında.."

Bazı şeylerin üzerinden bazı zamanlar geçiyor, bazı zamanların altında kalıyor bazı şeyler ve bazen o bazı şeyler hiç de orada kalmadıklarını hatırlatıyorlar -su- yüzüne vurup-durup..


İstanbul istanbul sen bu kez nasıl bu kadar küçücük bir ayakkabı tamir dükkanına sığıyorsun, bazen nasıl bu kadar küçülüyor ve o dükkan kadar-cık kalıyorsun; ben mesela bazen seni o dükkandan ibaret biliyorum; deniz bulamadığımda içimdeki balıkları bir kovanın içinde yüzdürüp-durup..


Küççücük bir ayakkabı tamir dükkanı üstadım, evet tahayyül ettiğin gibi, bir film karesi gibi, bir fotoğrafın arabı gibi, bir şarkının notası gibi, bir şiirin kafiyesi gibi..

Benim biliyorsun; -bildiğin benim- çok mühim onyüzbinmilyontane işimin arasında koştururken o film sahnesi ayakkabı tamir tükkanına işim tüştü. Elbette filmin esas kızı olaraktan -ah bu ben kendimi- siyahbeyaz bir filmin en vurucu "dakka"larından, en iz bırakıcı monologlarından, en hayati diyaloglarından birini yaşayabileceğimi bilmiyordum. Botlarımın "konç"larındaki çıtçıt kopmuştu ve ben konçlarımı konçlattıracaktım. Bir de bir ceketimin fermuarını fermante ettirecektim. Görüldüğü gibi son derece yağmurlu bir nisan kışında , son derece insani , günlük, sıradan bir iş için, o film sekanslarını ömrüme zaptettirecekmişim -habarım yokmuş.



Ayakkabı tamircisi amca bildiğin Sadri Alışık'ın biraz daha nev-i şahsına münhasırı, diğer taraftaki bir diğer daha suskun, daha görmüş geçirmiş, daha bilge görünen ve daha yaşlısı ise bildiğin Münir Özkul'un biraz daha sert görünümlüsüydü. Güleçyüzlü ayakkabı tamircisi "menekşe gözlü kız" gelmiş, diye karşıladı beni, tabure getirdi bana hemen. İçeride iki de kadın kahramanımız vardı elbet, içeride Ahmet Kaya şarkıları çalıyordu, içerideki kadınlardan birinin elinde cep telefonu, hoparlörden dışarı verdiği sesle "ağladıkça" dinletiyordu bize; "penceresiz kaldım anne" çalmaya başlayınca çok efkarlanıyor ve şarkıya yüksek sesle eşlik ediyordu. Bize şarkılar tutuyordu içerideki kadın, bundan sonraki şarkı senin, ondan sonraki senin, sonraki ise sana, diye diye; bizi şarkıların içine alıyor, bize şarkılarını veriyordu. Diğer kadına "ah istanbul, istanbul olalı" çıktı ve "ah bu benim şarkım! ben bunu sarhoşken dinlerim denize karşı" diyerekten coşkuyla karşıladı. Sonra bana ise "yabancı" bir şarkı çıktı ve "sen gençsin ya ondan" dediler, "yabancı" şarkıyı gençliğime verdiler; oysa ah ben nasıl "penceresiz kaldım anne", ben nasıl "ağladıkça"ydım, nasıl kıyılarıma vurdular bilmediler..


İşte orada anladım ben hikayenin filmleşmeye başladığını, benim böyle "anlatsam roman olur"larım vardır ömrümün yapraklarını araladığımda kurumuş çiçek gibi karşıma çıkan, işte o zaman anlamaya başladım o yağmurlu nisan akşamının, o ayakkabı tamircisinin onlardan birine ekleneceğini..



Şimdi kameramızı biraz sola, biraz eğik açıyla, -iç acılarımızın toplamı kadar- çeviriyoruz ve sol çaprazımdaki elinde cep telefonuyla şarkılar dinleten kadına odaklanıyoruz. Başında bir eşarbımsı, gözlerinin altında morluklar, gözlerinin içinde zorluklar, gözlerinin içinde daha neler neler olan, yüzü beyaz kadın rolünü oynamaya başlıyor -suflörsüz- dublörsüz- spontan-; hayat rolünü iyi çalıştırmış belli ki:


Bana sorular sormaya başlıyorlar, kim olduğuma, ne olduğuma, nerden gelip nereye gittiğime dair; özellikle o kadının ilgisini çok çekiyorum; yüzüme yüzüme bakıyor hep, gözlerimden saçlarımdan ellerimden mevzu açıyor, gençliğimden güzelliğimden söz ediyor, beni daha detaylı öğrenmek istiyor belli ki.


Ve sonra o gözlerinin altı mor kadın; konuşmaya başlıyor, kadın beni okumaya başlıyor; kadına ben hiç bir şey sormuyorum ama; kadın beni yazmaya başlıyor:


Diyor ki: "Sen" diyor çok yorulmuşsun çok koşmuşsun, 7-8 senedir uğraşıyorsun sen, bu kadar diyor yorma kendini.. Sonra senin 3-4 yıllık bitmemiş bir mevzun var, bir karmaşık mevzu, içinde kalmış biri var senin diyor. Ben içimde kalıyorum sonra, kadına bakakalıyorum.


"İki kardeşsiniz" diyor, biriniz hayırlı biriniz biraz daha hayırsız, "o da düzelecek ama"..

Sonra kadın diyor ki; "Senin" diyor, senin babadan kalma, babadan yana bir yaran, bir acın var küçük yaşlardan beridir..

"-Ölümden geleni yaptım" diyemiyorum. Baba^sızım diyemiyorum. "Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." hiç diyemiyorum. Bakakalmaya devam ediyorum.

"Annenin" diyor, sana ihtiyacı var, onu yalnız bırakma, sizin diyor kafa yapılarınız uyuşamamış bir türlü, "hep" diyor çatışmış, üzmüşsünüz birbirinizi; "ama" diyor, "anneni yalnız bırakma.. "

"-Penceresiz kaldım anne" diyemiyorum, devam ediyorum bakadalmaya..

"İstediğin bir şey var" diyor; işinle ilgili, yükselmenle ilgili, talep ettiğin bir şey var ve bu bir şey bir şeye bağlı, onun için uğraşıyorsun.. Ama diyor; o istediğin şeyi almak için dile getirme, talep etme, "başarını ortaya koy, onlar görecektir zaten" diyor..


"Sonra" diyor sen hep daha iyi, daha güzel, daha fazla için koşturmuşsun, kendine bu kadar yüklenme, "akışına bırak" diyor.. Çok yüksekler için diyor uğraşıyorsun hep, biraz yere in, sonra zaten çıkarsın..

-"Ne zaman içime baksam, yükseklik korkum depreşir" diyemiyorum. Düşekalmaya devam ediyorum.

Sonra içinden şu harf geçen isimlerden, o isimlerden bana kalanlardan bahsediyor, bak diyor şundan hayır gelmez sana, bak diyor onun bir engeli var. Ne engeli nasıl yani, diyecek oluyorum: "evli gibi" ya da birine "bağımlı gibi" diyor..

 -"Men seni bela sandım" diyemiyorum. Devam ediyorum kendime kalmaya..


Ve sonra bana ve ömrüme dair, [hayat artık sana ömrüm] bir sürü bir sürü şeyler söylüyor, bir sürü şeyler biliyor, bir sürü akıllar veriyor; "sen" diyor "çok temiz kalpli bir kızsın", bu kadar, diyor yorma kendini..


-"Yorgunum,
Çünkü yorgunluğumun yaşamak gibi bir anlamı var" diyemiyorum. Şaşakalmaya devam ediyorum.


Anlatıyor kadın, gülümsüyor tamirci, diğer daha ciddi tamirci hayata dair bilgece laflar ediyor, diğer daha neşeli kadın kahkahalar atıyor, Ahmet Kaya "ağladıkça" diyor; ömrüm orada bir kadının ağzından ayakkabı dükkanına cilalanıyor; ömrüm ayaklanıyor orada, "bu ayaklar senden hesap soracak / bir düşüncenin peşinden dolaştırdın sokak sokak" diye diye..

"..çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde ayakkabıları sürekli delinen biriydim" diyemiyorum. Devam ediyorum cam kırıklarına basakalmaya..


Ben şaşakaldıkça, inanamadıkça anlatıyor kadın; beni, bana..


Kendi hikayesine geçiyor sonra; kendi hikayesizliğine, kendi kifayetsizliğine, kendi iç acılarına geçiyor; kamera hala eğik, acılar hâlâ ömrümüzün karşısında dim-dik.


"Bak" diyor; "bak hayat çok kısa, hayat çok güzel, biraz diyor aşağılara in, senden çok daha kötü durumda olanlar ne yapsın?"


"Ben" diyor; ben tam beş kez kemoterapi gördüm, insanlar hastanedeki odada yanımdan patır patır ölüp gidiyorlardı, battaniyeye sarıp götürüyorlardı, diyor.

Ben o hastalıktan iki dayımı arka arkaya kaybettim, ben çok ölüm gördüm, çok öldüm, çok kaldım ben; diyecek oluyorum, kadın ölekalmaya devam ediyor..


"Ama" diyor; Rabb'im bana çok güzel bir hayat bahşedecek biliyorum ben, "güzel bir şey olacak" diyor.. Para değil ama, diyor, güzel bir şey..

Ah umut diyorum; ah Bilge diyorum; "umutsuzluğun olduğu yerde umut vardır." diyemiyorum.. Bu cümle ile ne anlatılmak istendiğini en iyi o zaman anlıyorum ben; edebiyat bir "şık latife" olmaktan çıkıyor, "anlam"ın, anlamanın, bilmenin, öğrenmenin bordo kadife sine^sine çekiliyor perdeler, ben anlıyorum sonra.. "Hepinizi anlıyorum" diyen bir adamın gölgesine basmadan yürümeye çalışırken; "hepinize iyi niyetle gülümsüyorum."


Biraz sonra "güzel bir şey" geliyor dışarıdan, gencecik beyaz bir genç kız, upuzun saçlarıyla güzel bir şey olarak geliyor dışarıdan, yanında da bir delikanlı. Sevdiğiymiş, sözleneceklermiş, kadının kızıymış. Bana bakmaktan okula gidemedi diyor, sevdiğiyle evlenecek, açıktan bitiriyor, "Allah" diyor inşallah onlara hayırlı iş.."


Allahım sen nasıl bu kadar dua, İstanbul sen nasıl bir dükkan, kadın sen nasıl bu kadar gerçek oluyorsun, kadın sen film değil misin?!!

-"Hayır " diyor, bak ben bu kadar gerçeğim işte; hayat filmlerde anlatılan gibi işte, hayat böyle dua, böyle tanrı, böyle rüya, böyle -kanlı canlı işte.. "Bak" diyor, buradaki fotoğraf çekildikten sonraki dağıldığımız an gibi işte; donduğumuz gibi, döndüğümüz gibi, duyduğumuz gibi;

 -saatini kaybetmiş zamanlar gibi, gücüme giden her şey ve cevapsız tüm sorular gibi..




"beni hoyrat bir makasla

ah eski bir fotoğraftan oydular"


diyemiyorum.


Devam ediyorum


baka kalmaya..



Sonra aradan birkaç gün geçiyor, ben belki o günün, o kadının, o diyalogların etkisinden; çok kötü bir rüya görüyorum. Çok kötü bir ismilazımdeğil hastalığa yakalanıyorum rüyamda -allahkorusun- ve doktorlara yalvarıyorum beni iyileştirsinler diye, hiç umut yokmuş ama, çok azıcık ömrüm kalmış rüyamda ama rüya o kadar gerçek gibi ve o çaresizliği o kadar diri hissediyorum ki.. Uyanıyorum sonra ve binlerce sevinç ve binlerce şükürle bir kez daha anlıyorum; anlamanın darboğazlarından her geçişte aksıra tıksıra yol alıyorum işte.. Son zamanlarda nasıl yorgun, nasıl bezgin, nasıl başağrılı, nasıl isyankar ve öfkeliydim hayata; "bak" diyor bana işte hayat, haddini bil, "bak işte nasıl iyisin, aslında nasıl her şey yolunda ve nasıl hakkın yok tüm bu isyana.. " Bak diyor sen yine terazinin adaletli kefesindesin, yüzü hep yere bakanlar ne yapsın ya?




Birileri hep susuyor işte; birileri önüne bakıyor ve susuyor ve işini yapıyor "bilmek"in karasularında boy verirken; bense denizi bir kez daha anlıyorum, kovada can çekişmekte olan balıkları suya bırakırken..

Bir kez daha anlıyorum;


"hayatın neresinden dönülse kârdır.."






FUGUE IX


Belki de her an kanatlarını sınamaları gerek..


Martılara bakıyordu ara vermeksizin. Anlayamıyordu: Neden boşlukta bir yükselip bir alçalarak yeniden bozulacak bir denge aramakla geçiyordu vakitleri? İşi gücü düşünmek ve düşündüklerine inanıp yeniden düşünmek olan bir arkadaşı, "belki de her an kanatlarını sınamaları gerek" demişti ya, gene de arıyordu kendi sorduğu soruya yakışabilecek bütün karşılıkları: İşi gücü düşünmek ve düşüncelerine inanmadığı için onları bir eldiven gibi ters çevirmekti. Martılar da öyle yapıyorlardı zaten: Bir yükselip bir alçalıyor, bozulacak bir denge için altın nokta arıyorlardı.


Enis Batur. Yazılar ve Tuğralar (Istanbul: B/F/S Yayınları, 1987), s.421; Perişey

Ah Fırat.. 9 yaşında.. ah.. neden ağlıyorsun diyorlar.. nasıl yanıt vereyim?


*hesret çektim, könül verdim, men..



Hesret:


Çekildikçe kıyıya vuran bir ölü balık sürüsünün, hiç açılmamış bir mektup şişesinden yansıyan sureti..


Könül:


Adresi çoktan şaşmış bir mektubun, vardığı yanlış yerlere durmadan kan pompalayan mührü; "görülmüştür"


Hesret çekmek:


Kınından henüz çıkmış bir kılıç-balığının, durmadan maviye kürek çeken bir yolcunun denizini ikiye ayırıp durması hep; kırmızı..


Könül vermek:


Limanında hep aynı halatın bağlandığı ölü balıklar denizine mektuplar postalayıp durmak; buzdağına giden kayıklarla geri yollamak sonra onları: "adreste bulunamadı."




*könlümü vermerem heç kesemem , könlümü vermerem..

… Biz yetimler intikam iştiyakıyla doluyuzdur. Dehşeti dengelemeye yatkınızdır. Başkalarının öçlerini de almaya hevesleniriz. Yetimlik bize kanlı doğaçlamalar yapma cüreti verir. Suçlamakla ya da suç işlemekle kaybolmayan bir masumiyet imtiyazına sahibizdir.


Dublörün Dilemması – Murat Menteş



Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz..

"Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var" diyor sırf iyilikten yana açılan aydınlık bir ağız, sevgili Yunus! "Duru" demek istiyor yani, eğilip bükülmemiş, sistemin pespayeliklerine, kalabalığın domuzca değerlerine katlanmak, uyum sağlamak için eksilip bulandırılmamış hissiyatlar. Mutluluk, acı, öfke, aşk, gimek, dönmek, karşı çıkmak.. Neyse ne, bulandırmadan yaşanmalı demek istiyor.

Bir yer geliyor -çoğumuz için iş hayatının başlangıcı veya "kazanmaya" başlamak oluyor bu yer- küçük küçük eyvallah etmeye başlıyor insan. "Ne olacak canım?" diyorsun, "Herkes yapıyor. Hem ben onlar kadar kirlenmiyorum ki!" Hatta, "Hiç değilse ben ne yaptığımın farkındayım," deyip iyice ikna ediyorsun kendini. Öfkeleneceğin yerde gülümseyerek geçiştirmeye çalışıyorsun durumları. "Kafayı mı yediniz kardeşim?" diyeceğin yerde, "Demek dünya böyle. Ne yapalım? Yapayalnız kalacak değiliz herhalde," deyip susmaya başlıyorsun. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Kendine ettiğin minnacık ihanetlerle başlıyorsun işe. Zamanla bakıyorsun ki, başlangıçta öfkelendiğin, nefret ettiğin, tiksindiğin ne varsa tam ortasında buluyorsun kendini.

İnsan tuhaf bir mahluk elbette; her seferinde daha büyük bir beceriyle buluyorsun kendini haklı çıkaracak bir nane. "Para kazanmak zorundayım," diyorsun, "Ben iyi bir insanım aslında" diyorsun, "Elimden başka türlüsü gelmedi," bile diyebiliyorsun hatta. Kafan daha iyi çalışıyorsa daha bilgiç açıklamalar buluyorsun yaptığın ve yapmadığın şeylere, kendine ettiğin küçük ihanetlere. İşte o zaman başlıyorsun hissiyatları bulandırmaya. Hayatın netlik ayarını bozuyorsun. Sanıyorsun ki, daha iyi olacak böyle. Olmuyor oysa. Güçten düşüyorsun. Kendinden uzağa doğru epey yol aldığın için.. Nasıl diyeyim? Sanki öksüz kalıyorsun. Sanki ilk eyvallahından itibaren kendini yetim bırakıyorsun. Sen kardeşim, işte o yüzden sabahları böyle tatsız kalkıyorsun. Ne rakı tat veriyor eskisi gibi, ne eskisi gibi şöyle etraflıca ağlıyorsun.

İlk bir şey vardı. Temiz bir şey. Paşa çayına batırılan bisküvinin verdiği mutluluk gibi bir şey. Alçakgönüllü, eski, küçük, temiz bir şey. Bu sistem benim o küçük, eski, küçük kalbimi bozuyor. Şunu alınca daha iyi hissedeceğimi sandırıyor bana, şöyle ünlü olursam daha "mühim" olacağımı, yüksek muhitlerde bulunursam daha önemli olacağımı zannettiriyor. Zannettikçe ihanet ediyor insan kendine. Gülmekten, ağlamaktan, melek gibi sevinmekten uzaklaşıyorsun ve bunların bütün temiz hallerinden.

Ezilene yardım etme fikrinden, sadece iyi insanları önemseme halinden, güçsüzün yanında olma isteğinden, arka sıra çocuklarına duyduğun yakınlıktan, velhasıl insan olmaktan uzaklaştırıyor seni, uzaklaştırmaya çalışıyor. İyi büyümek lâzım yani. İyi büyümek. Başlangıçta kimsesizler yurdundan gelen çocuklarla, kapıcı çocuklarıyla aynı sırada oturmak için direttiysen sınıfta, yine aynı sırada oturman lâzım. Ön sıralarda oturan "ineklere" nasıl gıcıktıysan küçükken, şimdi de domuzlara o kadar uzakta oturman lâzım.


Sevgili kardeşim, senin bugünden itibaren, tıpkı eski güzel günlerdeki gibi, eyvallahsız olman lâzım. Sırf temiz hissiyat için yani. Eyvallah mı?


bilg'Ece Temelkuran

Benim yüzümde her şeyler var
Üç dilim ekmek bunlardan biri
Annem bir taşa oturmuş bunlardan biri
Sur dışlarında hafif bir eskici olur
Olur ya bir kendil olur biraz da elleri
İnsan yalnız mı buna bir çare düşünmeli.

Dün biraz ağlamıştım bunlardan biridir şimdi
Çok gülünç bir şekilde kahveye giriyorum
Sorsam ya kapıdayken gözyaşı girilir mi
Girilmez, girilmez, bunu her mahmut biraz anlatır
Korkuyla anlatır, yüzünü baygın tutar anlatır
Kahveci, seni sevmiyorum bunlardan biri.

Bir deniz yandı gene, yansın ne çıkar sanki
İşte horoz öttü yüzümün yarısında
Yüzümde bir horoz var dünyanın biri
Seni sevmek neden mi, acı ve güzel
Geldikçe geliyorlar ellerinin elleri
Odalar! çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli.

Burda bir nefes olmalı şimdi boşluğu dolduracak
Sevdi mi akıl baştan firar etmeli
Eskidir, yorgundur, ayıptır diye yüzler
Bir sinek sinek mi vurunca öldürmeli
Ve sinek oldu muydu hafif bir uzaklık olur
Olur ya, hem biraz dargındır hem biraz evli
İnsan sevdi miydi buna bir çare düşünmeli.


ne yapıp Edip Cansever


*kursak sevincime, güvendiğim dağlara..

nasıl büyüyorum ve nasıl küçülüyorum katlar arasında, kat kat kalabalıklar arasında ben, nasıl bilmiyorum neyi nereye koyacağımı bir bil sen.. nasıl arıyorum ve nasıl bilmiyorum neyi aradığımı, neyi bulamadığımı nasıl bilemiyorum. "bulmaktan değil, aramaktan vazgeç" demişti biri zamanında, şey.. dedim tan aldı götürdü, güneşler doğdu bak onca acının üstüne, tanvakitleri onca acının altına güneşler battı yine..

nasıl doluyorum ve nasıl yağamıyorum hiç bir yere; "ah bu ben kendimi nerelere koysam" vakitleri yine, bir sigara içimi zamanın küldüşü yangınına ömrümü düşürmek zamanları.. ömrüm.. hayat artık sana ömrüm diyorum. hayat sen beni hiç anlamadın.. hayat ilişkimizi gözden geçirelim mi seninle? birbirimizi özlersek geri döneriz belki, dönersem ıslık çalarım.

..ve nerelere gidiyorum ve nerelerden dönüyorum da hiç bir yere gitmemiş gibi oluyorum sonra, ben bu oyunu kazanacağım diyorum ve hiç kimse kaybetmiş gibi olmuyor sonra.. ve işte onca hayalburukluğundan geri dönerken nasıl acılar görüyorum yollarda, istanbul istanbul sen nasıl bir otobüssün? otobüste bir adam görüyorum, tıklım tıkış elbet ve uyur görünen yaşlı bir adam yere düşüyor koltuğundan, öldü sanıyor otobüstekiler, bağırıyor kadınlar, bağırıyor dur şoför hastaneye götürelim! derken adam hareketlenmeye başlıyor, kısık sesle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, 2 gündür diyor bir şey yemedim, memleketten ameliyat olmaya geldim buraya, -bir gözü kapalı adamın- param kalmadı diyor, 2 gündür bir şey yemedim, allah diyor istanbul'da kimseyi kimsesiz bırakmasın.. kolonya veriyoruz adama, bisküvi çıkarıyor bir kadın, biri çıkarıp para sıkıştırıyor cebine, biri diyor amca seni memleketine yollayalım.. boyuna dua ediyor adam, dua ediyor, allah sizden razı olsun diye.. allahım sen bizden razı mısın? allahım bu nasıl bir rıza? "allahım" diyor adam, beni çocuklarıma kavuştur.. bir gözü kapalı, bir ömrü kapalı, bir istanbulu kimsesiz, bir allahı razı etmeye yetmiyor benim içimdeki dualar,, allahım diyorum bu ömrü nerelere koymalı, sen razı olur musun ömrümüzü örselediğimiz yerlerden..?

Allah İstanbulda kimseyi kimsesiz bırakmasın.. kimseyi kimsesiz.. Kim'seninim tanrım ama; bu istan'ından'bul bedduası tutmuş olacak birilerinin, boyuna bulduruyor istanbul bana, o kadar buluyorum ki hiç aramamış gibi oluyorum sonra..

yürüyorum sonra yollara atıyorum kendimi; pazar sabahı boş istanbul sokakları, sigaralar, kahır şarkıları, kahır yağıyor bazen gökten ve işte istanbul neden bu kadar büyük diye ağlıyorum, nasıl büyüyorum ve nasıl küçülüyorum yüksek yüksek tepelerde, o tepeden bu tepeye oyunlar oluyor hep; istanbul sen neden bu kadar oyunsun? neden bu kadar can kaybediyoruz hep ve oyunu sonlandıracak bir tuşun senin , neden yok?

sonra benim bir evim oluyor artık; hayalini kurduğum gibi, küçük-şirin-çatı katı evet, içinde ben varım bir tek, bir de morlar hep, bir de ben'cil şeyler işte; ama en çok kuşlarım var biliyor musun; martılarım ve güvercinlerim var çatımda, söylemede nedemedim. işte bazen oyunların içinden kuşlar geçiyor ve ben kimselere anlatamıyorum, çünkü her sevinç kursağımda, her bahar kışlığımda ve ben nereye koyacağım bunca acıyı ömrümün kuşluğunda.. ?

hayatın boğazında kalmış bir kırıntı gibiyim; bir türlü yutkunamıyor.. yor.. yor.



"..çünkü yüreğinin pusulası bozulmuştu."

Adı Şubat olan bu şiirde kalbim u z u n b i r n e h i r gibi ağrıyor. İnat yumağım çözüldü. Sol omzundan siyah atımı, sana düştüğüm o eski şubattan çukurumu alıyorum. Benden kalan boşluğa kırmızı bir araf düşüncesini koy...


Birhan Keskin



"Bir gün kabalık edersem;


habersiz çekip gidersem,

yalnızlığım sana emanet..

Çiçeklerimiz solmasın,


artık kaybetmek olmasın,

Anılardan, baharlardan tüket.. "



"Sitem etme! Haberi yok dağların.."*


İnsan, hep kendine oynayan bir pandomim mi? Ne kalır kendinden geriye, tüm bu olan biteni çıkarsan içinden, kendinin ne kadarını tanırsın aynalarda? İnsan hep kendinden kaçan bir tutsak mı, hep kendine yakalanan bir esir mi insan? Canım insan, yalnız insan, güzel insan.


"yalnız insan merdivendir
hiç bir yere ulaşmayan.."


Ah insan olan yerlerim, insanlığından kuşkulandıklarım, ama insan nedir ki diye diye insansız kaldıklarım, insan insan insan..


[Ben seni in sandım; içine girip korunabileceğim, sığınabileceğim, ısınabileceğim bir in-sandım.]



Al işte gene düğmelerini iliklediler, fermuarlarını çektiler, gözlerini kısıp, maroken koltuğun insanın içinden bir sürü hayvanlık geçmesine sebep o rahatlığına yaslandılar.
bana bakıyorlar. ben onlara bakıyorum. oldukça geometrik bir kepazeliğin şekli hayatı birbirine karışmış kenarlarından birbirimize bakıyoruz. bir sürü göz, bir sürü kaynayan kazan. hakikatin topuklarıyla meşakkatin kürekleri çarpışıyormuş gibi hoplayıp sıçrayarak mütemadiyen fokurdayan, kıyamet gibi bir sürü delik. kırpışıp duran binlerce delilik.
çölün saçlarını geriye doğru tarayan bir rüzgar, uçuşan kumların havalandırdığı iz...

bir ayrılık neresinden kopabilir ? ya da kanaya kanaya bir iz bırakarak kendinde, kapılıp gider mi
cehennem gibi bir yazın çiçekli yorganına?
ya ben, burada bu anda, hemen ölebilir miyim?
iz in verilir mi buna?