eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


"Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu... hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı... İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, ve biraz omuz kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! ... Gecenin bu yarısında... Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı... Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız...ediyorsam...eğer... Sen... Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !"
küçük iskender


..."Her ipi denedim infazıma...!"


Düşlerine yağmur vurdukça kanayan yitik bir evreni,tekil çokluğuyla donduran bir çığ-lıktım sadece.Yaşasaydım ka'bir yaşında olacaktım.Dumanı tüttükçe sönen mühürlü ateşlerin közünü kuru'tan bir is-yandım...
Yer-yüzüne basan zamanın ayağındaki mayasıl bulaşmış olmalı tenime,çürüyorum!Bu naylon bakışlı şehrin (s)ur diplerinde kalbime yayılıyor zehir,felçli bir yetinme güdüsüyle ötenaziye konuşlanıyor tüm adreslerim.Yüreğim ancak ölü bir beden sıcaklığında,kalbim -kendine bir yalan-atıyor...Azrail'i bile inandırdım yaşadığıma,sualsiz bir duanın yalnızlığa mahkum mahşer-i kebir taşında. Kanayan her hücresine damıtılmış çığlığımı avutuyorum sessizliğimle.Kül rengi ayazlarda Tanrı eli değmemiş günahlara dayanıyorum kendi gölgesine pusan evliya sabrı gibi.Korkunun cesaretlendirdiği iki damla gök-yaşı ve sonsuzlukla ölçüşen virgüller koydum suskun kelimelerin kifaye düetlerine... Bu, sus payı na-sır paydası! Değişmeyecek artık bu sonsuz sürgünlüğümün eski yasası.Nefessiz soluklarda yitirdiğim bir Olympos gecesinin suretini arıyorum...Her çöl kendine de sürgündür ya bir de.Alacak'aranlık (d)eğince güne,yoldan çıkmış bir meleğin şehir çöplüğünde bulduğu tükenmiş kalemin zaman kavramını altüst eden mürekkebinde (g)izli herşey.
Her kaçış kendine mülteci...!
Bıçaksız devinimlere militan zamanlar... Genleriyle sevişen ve gitgide çürüyen bir mikro(p) evren! Acil kalp nakline ihtiyacım var!Aklın tütsülemediği,günahın gölgelemediği,şüpheyle bıçaklanmayan,öfkeyle kurşunlanmayan...Issız ve dipsiz bir gölün siluetinde boğdum çünkü yansımı.Kiş'ilik kanseriyim.Ser'e serpile kendi kanımın-ya da herhangi bir anımın-pıhtısında dondum! Sır(f) bu yüzden işte,kirli çıkın bir iç yaranın sızlarından bile alacaklıyım.
Bir seraba düş'tük biz,bir düşe gerçekliktik.Oysa mürekkepsiz bir kaçışın tortusunda kan tutmuyordu harfler,alfab'etik sırayla kurşuna dizdiler bizi,satır satır...Hiç hececilerdendik ve yalnızca dizgisini azat,yazgısını berbat etmiş bir nota koyduk bu boşluğun perdelenmiş kuytusuna.Portrelere asıp gözlerimi-zi...
Sonraları keşfettim çaprazlamayla karakterleri sonsuzluğa betonlamayı.Sonrasızlığa öncelik tanıyan kördüğümlerdi derin sığ'ınaklarım,hafızasını kaybetmiş bir yaranın kimliğinde,kendi kabuğundan alel'ecele soyulmuş.... Yaşasaydım ecel yaşında olacaktım.Karanlığından ritimsiz geçtiğim bir kalbin kaza süsü verilmiş intiharıyım bu yüzden en az,güneşi ödünÇalınmış bir gecenin kuytusundaki çocuğun kırılması muhtemel düşüyüm en fazla...
Ki; Oda sıcaklığında muhafaza edilecek kayıplarım kalmadı,intihar etiketli aldanışlarım da,tedbiri aşktan alınmış ve çölde yalnızlığı,dahası acıyı üzerime kuma getirecek bir bekleyişim de...!Sözcüklerimin arası uçurum, ağ tutmuş harfler birbirine ölümcül,ve her ağıt kendine zehir,yaşanmamış bir ömrün nefesinden müebbeden men...!
(eskilerden, yerleske.net zamanlarından bi' karayazın...karayaz...karaya...kara..kapkarayım yine...)


kayıp zaman, yitik gölge, esir kent, kurak ayna, uzak dünya...


Sesinden kalanları gözlerime yağmur saydım, içime yağanları şarkılara böldüm, şimdi hepsinden birkaç sone, adını ıslatıyor içimde... kupkurakken böyle, ıpıssızken ben, bir tek adın su veriyor gölgeme, o yüzden güneşin içinden geçiyorum çokça, adına bulanayım diye, daha da...


Gün^eşim saydım diye seni, güne bakan yarasalar gibi asılı kaldım içimde yeşerttiğin ağaçta, gövdemde adın yazılıyken hem de; bırak baş aşağı kalsın siyahlara bezeli yarasa hüznüm..


Öylesine yazık bir kayıp duygusu kaplamış ki içimi, ben sokup atılamadıkça derinlerimden, susturulamamış kaygılara göz yumdukça, yalnızlığıma yaklaştıkça, gazetelerden harfler kırparak yaşıyorum sanki günlerimi. El yazım kendimden yorgun, kendime yabancı...


Çok kere içtim ben bu sudan, hiçbiri senin kadar duru değildi. Yansıyanıma gülümseyişimden korkup da boz bulanık cümleler kurmasam belki bamb^aşk^aydık... Kim bilebilir ki?


Dizlerimde tükenmez izleri, adını taşıyorum...portakal çiçeği siniyor diye içime, içinden turuncu harflerle geçiyorum, ellerimde yanık kokusuyla akarsuya yazgılı gözlerini bekliyorum...

İnanması zor biliyorum ama yine de saçlarıma rüzgar esse senden biliyorum...


neresinden bakarsan bak, sihirli aynalar gibi dünyanın çivisini söktüren, olduğundan farklı görünen milyonlarca "şey" e (ardında adsız kaldım) bedel grimsi bir renk hep payıma düşen... yan(ıl)mışım, renklere kanmışım, bu yüzden en çok gökkuşağından alacaklıymışım... içime ses olan onlarca suret, onlarca yalan, onlarca sahte "şey" içimde paslı bir bıçağı defalarca kere döndürürken, sonunda yine kendime kalmışım, nereye gittiği, ne zaman varacağı belli olmayan bir tren camındaki ağlak çocuk yüzü olmuş ruhum... kalbimse her defasında kendini vuran, her oyunda yeni'k bir zafere konuşlanan bir rulet çarkı...


öl ellerim,

öl kalbim,

öl gözlerim...


"sen, katil olamayacak kadar cesedimsin benim..."


Tükürmez insan kendi yüzüne, masumluğunu çizer gökyüzüne hep kendinde büyür kendinde yok olur çevredekilerden ziyade. Yinede biri sebeptir yaşananlara, onu yaşlı kılanlara aldatmanın içli hazin öyküsü vardır her bir uzvunda en çok yara alan yer simalarıdır kendi göremedikleri, bir de vicdan sorgulamadıkları. Kör talihin talihsiz oyunlarıdır bunlar, sorgular yine içe dönük. Yaşanır yaşam, olaylardan kıl payı sıyrılmış garipliklere sığınırken benliği benimserler. Basite indirirler yaşanmışlıkları, en çok da kendilerini. Bunca yaşananın yanında güzellik belleğe çizilmiş siyah beyaz resimdir, sırası, yeri geldikçe anımsanan. Sonra renkli yaşamlardır yaşanacak ve yıllar sonra siyah beyaz bellekte yerini alacak. Herkesin bir hikayesi var, herkesin bir yürek burkan acısı... Ve herkes kendini unutup herkesle meşguldür, yoğunluğun aynasında kendisidir odak nokta, kırılsa parçalanacak çevre, zedelense zelzele misali, yetmeyecek enkazları kendine,toparlanamayacak. Yaşam denizlerin maviliğinin gökyüzüne benzerliği gibi görünsede, can alır, an gelir can yaşatır..Bilinmez hikayelerin bilinmez kahramanını aramadım ben, felsefenin denizlerinde yüzmedim,yıkanmadım fuzuli biçimde , yankılarım olmadı kendimden yana, yakarmaktan başka. Baş kaldırmak kendime sadece kendime, yüreğimi doyuran sana sığınmak yeri geldiğinde... işte... Onca kendini çoğaltanın arasında, onca içli hazan öykülerin arasında. Bir huzurdur maviden yeşilden yana. Gece serpilir, gündüz doğar, gün yüzüne vurur zelzelelerde enkazların kalır, yine de demek yaşama dair yüzüne tükürmeye cesaretsizliğin gibi olmasın...