eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


bir zamandır yazmıyorum. "sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda"nın eşiğinden geçtim, cin çarpmadı, lambayı okşadım dilek tutmadım, beni dilek tutar, eöy. gittim, "çok uzaklar" dediğin uçakla 2 bilemedin 3 saat, gittik yani biz; biz bir yere gittik. az gittik uz gittik, bir masalın eşiğinde durduk; "başka alemler gördük", iyi ki yaptık, iyi ki o'na rastladık. mutluyuz, arkamıza yaslandık. yaslanmakla ıslanmak aynı şey, öeh. yılmazerdoğanvari cümleler kurmaya meyilliyim ay yar, İstanbul'dayım artık, misal 3 günde 3 ülke gezdim, ama İs^tanımdan^bul'dum, kürkçü dükkanına döndüm, çok özlemiştim uzakken, şimdi yine geldiğim yerleri, bu hep böyle mi olacak, özlem kuşu hep olmadığım yerlere mi konacak? ama istanbul gibisi, memleket gibisi yok arkadaşım, "orda saat kaç?" -burda kar var, "burda trafik kuralları çoksüper" -burda her şey aynı.. telgrafın tellerine konuyorum, çok uzaklardan uçup, içim içimden geçiyor, içimden zehirler geçiyor, ve sonunda istanbul kanatlarımın altında oluyor işte nihayetinde, istan'bulanıyorum, midem istan'bulanıyor, seviyorum bu şehri, insanın melmeketi gibisi yok ab'ileniyorum.


yazmadım uzaklardayken, oysa yazılacak ne çok şey vardı, gittiğim gördüğüm yerleri fotoğraflayacak, gezi yazıları döşenecek, şekil şekil fotoğraflar koyacaktım buraya, ahanda diyecektim bak, böyle böyle. yapmadım. niyelan? dedim kendime, niyelan'dım. canım his'temedi.
Prag'a gittim 3 kez süperdi, Viyana'ya gittim çok bi' numarası yoktu, Krakow'a Autschwitz'e gittim -20 derece soğuktu, gözlerim doldu doldu boşaldı, toplama KANpı'htısı oldum, yok artık dedim kendime, hârelendim ay yar, bir o yana, bir bu yana, yana yana.. anlatırım belki sonra, tüm bunları gereksiz bulmadığım iyi bir halimde, "iyi hâlden" indirim alırım belki hüzün katsayıma, "dokunsan da, özlesen de, aynı hüzün, aynı hüzün'lerim..


sonra geldi mişte, sonra istanbul'a kondum, içinden geçip geçip gittiğim, köprülerinden akıp akıp Boğaz'ında kaldığım, öksürünce sırtıma vurulan, iç geçirdikçe uzaklaşan, dönüldükçe özlenen şehre artık "temelli" geldim, şimdi artık hep İstanbul oldum, güzel bir şeyler olacak gibi, olacak, acak, cak, ak, k... geldim, iş görüşmelerine giderken, dönerken, son haftaiçi özgür günlerimin tadını çıkararaktan, dolaşmaya başladım şehri, tabi ki, illa ki "istikal'den aşağı süzülerek tünel, ordan galata, karaköy ve vapurla kadıköy; ama en çok istiklal oluyorum. galata'nın orda küçük bir dükkan var pek sevdiğim, pilavcı ve çiğköfteci, işte onnardan yiyorum gittikçe, hatta "usta çayın var mı?" bile diyorum, oturup pilavcıyla ekonomik kriz kritiği bile yapıyoruz. pilavcı ile pilavcı olurum ben bilir misin, çocukla çocuk, çöpçüyle çöpçü, doktorla doktor, ehe, mehmetle mehmet olurum misal.. :) ki çok severim bu mevzudan bahis açmayı, ama, ay bana kalsın güller bana, şarkılar bana kalsın, geceler bana..

Ama yine işte;
"Kime sorsan evinde bir oda eksik.."
Yine de ama işte;
"Gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..


Ve ama işte yine, bugün doğum günüm imiş. Tekrar ediyorum:

Mumları üflüyorum, bir dilim kesiyorum, hayattan..

"pinocchio's now a boy who wants to turn back into a toy"

Trapezdekilerin, yani trapezcilerin bazıları, hem de kısa bir zaman içinde (yani trapezde geçirilmiş kısa bir zaman zarfında) çok korkulası bir ruh durumuna maruz kalırlar.




Ya da geçiş yaparlar diyelim.


TRAPEZ SIKINTISI.




TRAPEZ HEYECANI bitmiştir. Onlar, o heyecan kısmını çok çabuk, ya da az çabuk; ama sonuç olarak çabuk tüketmişlerdir.




Onlar artık hem trapezdedirler, zira trapezcidirler, hem de işin heyecan kısmını nerde düşürdüklerini bilmeden yitirmiş, bizatihi zıtlardan oluşan bir durumun içine hapsolunmuşlardır: Trapez sıkıntısı durumunun.

Zira hem trapezdedirler, yani heyecana namzet ve müptela oldukları için bulundukları bir yerdedirler, hem de artık içlerinde heyecandan eser kalmamış, içlerinde kala kala bir trapez sıkıntısı kalmıştır.



Onlar bu maceracı ve gözükara grubun, yani trapezcilerin bahtsız bir alt grubudurlar. Zira trapezciler ağırlıklı olarak trapez heyecanını hiç yitirmeyenlerden, yani çıktıkları yerlerin hakkını sonuna kadar verenlerden oluşur. Bu tutarlı ve şanslı grup, trapeze her çıktıklarında –ağlı ya da ağsız fark etmez ve sanılanın aksine pek çok zamanda altlarında mis gibi ağları gep gerili olarak – aynı heyecanı, yani o meşhur deyişle İLK GÜNKÜ HEYECANI, yani pörsümemiş, esnememiş, çizilmemiş gıcır gıcır buzz gibi heyecanı, her daim her daim içlerinin en içinde DUYARLAR.

Allah’ın ne şanslı kullarıdırlar ki, trapezlerin üstündeki yerlerini her alıp ellerini pudra kutularına daldırıp, karşılarındaki hayali ya da gerçek diğer trapezciye gözlerini diktiklerinde; boğazları kurur, bacakları ve elleri iyiden iyiye titrer ve en en güzeli içlerini o tatlı ürperti kaplar.



İşte bir gösteri anı daha!



İşte, yine kendilerini trapezlerinden karşılarındaki o kısacık ve kocaman boşluğu salıverecekler ve hatta bir parende atıp ya da atmayıp dümdüz, karşı trapeze, hakiki ya da hayali biriyle yer değiştirip konacaklar.



İşte, kalpleri küt küt. İşte karşı tarafa vardıklarında her defasında ilk kez bunu başarmışçasına yüzleri ve yürekleri ışıyacak, onca heyecandan sonra ruhlarını yeniden kaplayan başarı duygusuna kendilerini bırakacaklar.



Çok heyecanlandılar. Çok heyecanlandılar ve şimdi başardıkları için, bir kez daha ama her defasında ilk kez başardıkları için, çoook mutlular. Onların heyecanını ve sonra bu heyecanın yerini alıveren başarmışlık duygusunu yaşamalarına, bir ömür yetmeyecek.



Her seferinde. Sil baştan.



Oysa trapez sıkıntısına esir düşmüş gruptan biri, bakın işte trapezdeki yerini aldı. Müziklerin en kreşendosu, en heyecan verici olanı, onun için zangırdatılıyor. Herkes korku ve heyecanlar içinde yerinde büzüldü. Kimileri gözlerini kapadı elleriyle, yapabilecek mi? Oysa trapezinin üstünde yapayalnız ve hiçbir şeyi kaydedemeyecek kadar bezgin, ellerini batırıyor pudra kutusuna.



Umurunda değil.



Gerçek şu ki: Umurunda değil.



Karşısındaki hayali ya da hakiki trapezci de umurunda değil, ağın durumu da.



Öylesine kanıksamış ki bu trapez işini. Sadece yorgun, bezgin; gösteriyi bitirmek istiyor. Bu iç daraltıcı gösteriyi bitirmek ve karavanına çekilmek! Tüm isteği bu.



Başka da bir şey isteyecek hali yok. Ne zaman trapezin tepesine çıksa, içini uykululukla sarılı ağır bir sıkıntı hali basıyor. Çok enerjisiz. Çok. İçi bir nevi pas tutmuş durumda. Ağzı da.



Ağzı da çok kuru.



Şimdi işte kendini boşluğa bırakacak ve bir parende atarak ya da atmayarak –hiç fark etmez, ne fark eder ki?- karşı taraftaki yerine konacak. Belki de konamayacak.



Belki çakılacak kafa üstü. Ve iyi onarmamışlar ağları. Ağlarda bir delik var. O delikten kayıp yere çakılacak belki de. Tepe üstü YERE çakılacak. Bir trapezcinin en olmak istemediği yere! Hayır hiçbir şey korkutmuyor onu. Daha fenası, hiçbir şey heyecanlandırmıyor.



Çok sıkılıyor. Öyle çok sıkılıyor ki, öyle çok sıkılmış ki, öyle çok sıkılmış ki, artık bunu dahi kaydetmiyor. Tek bildiği habire bu lanet gösteriye çıkmak zorunda olduğu. Zorunda olduğu ve tamamlayıp, ancak o zaman: tamamlayınca, ineceği.



Ama, bunun hiçbir şey demediği. Ancak bir sonraki gösteriye kadar rahat olduğu. Sonra, gonklar gonklayınca yani, üstüne o komik mayoyu geçirip trapezin tepesindeki yerini almak zorunda olduğu. İki kolunu tepeye kaldırıp selam vereceği. Altındaki kalabalığın heyecandan kımıl kımıl olacağı.



Onun hiç ama hiçbir şey hissetmeyeceği. Ama sanki hissediyormuş, sanki heyecanlanıyormuş, sanki heyecanlanıyormuş gibi yapmak zorunda kalacağı.



Çünkü bu da, işin bir parçası.



Ve çok sıkıntılı olduğu halde, çok sıkıldığı halde, lanet dengesinin hiç bozulmayacağı.



Lanet kafasını ağlardan düşüp kırmayacağı.



Zira ağlarda hiç ama hiç delik olmayacağı. Ağların ihtimamla ve habire onarılıyor olacağı. Bu gösterinin hiç ama hiç ama hiç bitmeyeceği. Ve ağzında ve ruhunda hep o pass tadının olacağı. Olacağı..




Perihan Mağden