eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


Kurtulmak kolay mı kendinden..

http://fizy.com/#s/19o6bm

"Gençliğim eyvah" şarkısı.. "Bi' gün yolda yürüyodum, bi' şarkı duydum, kalbim acıdı" şarkısı..

"Sevgim acıyor" şarkısı..

Bazı şarkılara ağlamak için; ne dediğini anlamaya gerek yok..

[Ben anlamak yorgunu; anlıyorum bu susmak yazgısını.]

*şimdi yanık şekerim sert, hayat ondan da dert,

ben zaten tiryakiyim, ayrılık aşktan da berbat!

ah karamela şekerim, aşk tatlı da insanlar berbat!

Haydar Ergülen



...

"..bir şeker kırığı gibi batar bu içine.. Eriyince acısı geçer.

İşte o an da sıkışıp gider zamanın, hareketin içine.

Öyle anlar vardır işte. Şeker kırığı anlar..

Söylemedikçe sen de mi unutursun acaba? Bir hatırlamaya başlasak kaç şeker kırığı var aslında.."

Bazı şeylerin üzerinden bazı zamanlar geçiyor, bazı zamanların altında kalıyor bazı şeyler ve bazen o bazı şeyler hiç de orada kalmadıklarını hatırlatıyorlar -su- yüzüne vurup-durup..


İstanbul istanbul sen bu kez nasıl bu kadar küçücük bir ayakkabı tamir dükkanına sığıyorsun, bazen nasıl bu kadar küçülüyor ve o dükkan kadar-cık kalıyorsun; ben mesela bazen seni o dükkandan ibaret biliyorum; deniz bulamadığımda içimdeki balıkları bir kovanın içinde yüzdürüp-durup..


Küççücük bir ayakkabı tamir dükkanı üstadım, evet tahayyül ettiğin gibi, bir film karesi gibi, bir fotoğrafın arabı gibi, bir şarkının notası gibi, bir şiirin kafiyesi gibi..

Benim biliyorsun; -bildiğin benim- çok mühim onyüzbinmilyontane işimin arasında koştururken o film sahnesi ayakkabı tamir tükkanına işim tüştü. Elbette filmin esas kızı olaraktan -ah bu ben kendimi- siyahbeyaz bir filmin en vurucu "dakka"larından, en iz bırakıcı monologlarından, en hayati diyaloglarından birini yaşayabileceğimi bilmiyordum. Botlarımın "konç"larındaki çıtçıt kopmuştu ve ben konçlarımı konçlattıracaktım. Bir de bir ceketimin fermuarını fermante ettirecektim. Görüldüğü gibi son derece yağmurlu bir nisan kışında , son derece insani , günlük, sıradan bir iş için, o film sekanslarını ömrüme zaptettirecekmişim -habarım yokmuş.



Ayakkabı tamircisi amca bildiğin Sadri Alışık'ın biraz daha nev-i şahsına münhasırı, diğer taraftaki bir diğer daha suskun, daha görmüş geçirmiş, daha bilge görünen ve daha yaşlısı ise bildiğin Münir Özkul'un biraz daha sert görünümlüsüydü. Güleçyüzlü ayakkabı tamircisi "menekşe gözlü kız" gelmiş, diye karşıladı beni, tabure getirdi bana hemen. İçeride iki de kadın kahramanımız vardı elbet, içeride Ahmet Kaya şarkıları çalıyordu, içerideki kadınlardan birinin elinde cep telefonu, hoparlörden dışarı verdiği sesle "ağladıkça" dinletiyordu bize; "penceresiz kaldım anne" çalmaya başlayınca çok efkarlanıyor ve şarkıya yüksek sesle eşlik ediyordu. Bize şarkılar tutuyordu içerideki kadın, bundan sonraki şarkı senin, ondan sonraki senin, sonraki ise sana, diye diye; bizi şarkıların içine alıyor, bize şarkılarını veriyordu. Diğer kadına "ah istanbul, istanbul olalı" çıktı ve "ah bu benim şarkım! ben bunu sarhoşken dinlerim denize karşı" diyerekten coşkuyla karşıladı. Sonra bana ise "yabancı" bir şarkı çıktı ve "sen gençsin ya ondan" dediler, "yabancı" şarkıyı gençliğime verdiler; oysa ah ben nasıl "penceresiz kaldım anne", ben nasıl "ağladıkça"ydım, nasıl kıyılarıma vurdular bilmediler..


İşte orada anladım ben hikayenin filmleşmeye başladığını, benim böyle "anlatsam roman olur"larım vardır ömrümün yapraklarını araladığımda kurumuş çiçek gibi karşıma çıkan, işte o zaman anlamaya başladım o yağmurlu nisan akşamının, o ayakkabı tamircisinin onlardan birine ekleneceğini..



Şimdi kameramızı biraz sola, biraz eğik açıyla, -iç acılarımızın toplamı kadar- çeviriyoruz ve sol çaprazımdaki elinde cep telefonuyla şarkılar dinleten kadına odaklanıyoruz. Başında bir eşarbımsı, gözlerinin altında morluklar, gözlerinin içinde zorluklar, gözlerinin içinde daha neler neler olan, yüzü beyaz kadın rolünü oynamaya başlıyor -suflörsüz- dublörsüz- spontan-; hayat rolünü iyi çalıştırmış belli ki:


Bana sorular sormaya başlıyorlar, kim olduğuma, ne olduğuma, nerden gelip nereye gittiğime dair; özellikle o kadının ilgisini çok çekiyorum; yüzüme yüzüme bakıyor hep, gözlerimden saçlarımdan ellerimden mevzu açıyor, gençliğimden güzelliğimden söz ediyor, beni daha detaylı öğrenmek istiyor belli ki.


Ve sonra o gözlerinin altı mor kadın; konuşmaya başlıyor, kadın beni okumaya başlıyor; kadına ben hiç bir şey sormuyorum ama; kadın beni yazmaya başlıyor:


Diyor ki: "Sen" diyor çok yorulmuşsun çok koşmuşsun, 7-8 senedir uğraşıyorsun sen, bu kadar diyor yorma kendini.. Sonra senin 3-4 yıllık bitmemiş bir mevzun var, bir karmaşık mevzu, içinde kalmış biri var senin diyor. Ben içimde kalıyorum sonra, kadına bakakalıyorum.


"İki kardeşsiniz" diyor, biriniz hayırlı biriniz biraz daha hayırsız, "o da düzelecek ama"..

Sonra kadın diyor ki; "Senin" diyor, senin babadan kalma, babadan yana bir yaran, bir acın var küçük yaşlardan beridir..

"-Ölümden geleni yaptım" diyemiyorum. Baba^sızım diyemiyorum. "Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." hiç diyemiyorum. Bakakalmaya devam ediyorum.

"Annenin" diyor, sana ihtiyacı var, onu yalnız bırakma, sizin diyor kafa yapılarınız uyuşamamış bir türlü, "hep" diyor çatışmış, üzmüşsünüz birbirinizi; "ama" diyor, "anneni yalnız bırakma.. "

"-Penceresiz kaldım anne" diyemiyorum, devam ediyorum bakadalmaya..

"İstediğin bir şey var" diyor; işinle ilgili, yükselmenle ilgili, talep ettiğin bir şey var ve bu bir şey bir şeye bağlı, onun için uğraşıyorsun.. Ama diyor; o istediğin şeyi almak için dile getirme, talep etme, "başarını ortaya koy, onlar görecektir zaten" diyor..


"Sonra" diyor sen hep daha iyi, daha güzel, daha fazla için koşturmuşsun, kendine bu kadar yüklenme, "akışına bırak" diyor.. Çok yüksekler için diyor uğraşıyorsun hep, biraz yere in, sonra zaten çıkarsın..

-"Ne zaman içime baksam, yükseklik korkum depreşir" diyemiyorum. Düşekalmaya devam ediyorum.

Sonra içinden şu harf geçen isimlerden, o isimlerden bana kalanlardan bahsediyor, bak diyor şundan hayır gelmez sana, bak diyor onun bir engeli var. Ne engeli nasıl yani, diyecek oluyorum: "evli gibi" ya da birine "bağımlı gibi" diyor..

 -"Men seni bela sandım" diyemiyorum. Devam ediyorum kendime kalmaya..


Ve sonra bana ve ömrüme dair, [hayat artık sana ömrüm] bir sürü bir sürü şeyler söylüyor, bir sürü şeyler biliyor, bir sürü akıllar veriyor; "sen" diyor "çok temiz kalpli bir kızsın", bu kadar, diyor yorma kendini..


-"Yorgunum,
Çünkü yorgunluğumun yaşamak gibi bir anlamı var" diyemiyorum. Şaşakalmaya devam ediyorum.


Anlatıyor kadın, gülümsüyor tamirci, diğer daha ciddi tamirci hayata dair bilgece laflar ediyor, diğer daha neşeli kadın kahkahalar atıyor, Ahmet Kaya "ağladıkça" diyor; ömrüm orada bir kadının ağzından ayakkabı dükkanına cilalanıyor; ömrüm ayaklanıyor orada, "bu ayaklar senden hesap soracak / bir düşüncenin peşinden dolaştırdın sokak sokak" diye diye..

"..çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde ayakkabıları sürekli delinen biriydim" diyemiyorum. Devam ediyorum cam kırıklarına basakalmaya..


Ben şaşakaldıkça, inanamadıkça anlatıyor kadın; beni, bana..


Kendi hikayesine geçiyor sonra; kendi hikayesizliğine, kendi kifayetsizliğine, kendi iç acılarına geçiyor; kamera hala eğik, acılar hâlâ ömrümüzün karşısında dim-dik.


"Bak" diyor; "bak hayat çok kısa, hayat çok güzel, biraz diyor aşağılara in, senden çok daha kötü durumda olanlar ne yapsın?"


"Ben" diyor; ben tam beş kez kemoterapi gördüm, insanlar hastanedeki odada yanımdan patır patır ölüp gidiyorlardı, battaniyeye sarıp götürüyorlardı, diyor.

Ben o hastalıktan iki dayımı arka arkaya kaybettim, ben çok ölüm gördüm, çok öldüm, çok kaldım ben; diyecek oluyorum, kadın ölekalmaya devam ediyor..


"Ama" diyor; Rabb'im bana çok güzel bir hayat bahşedecek biliyorum ben, "güzel bir şey olacak" diyor.. Para değil ama, diyor, güzel bir şey..

Ah umut diyorum; ah Bilge diyorum; "umutsuzluğun olduğu yerde umut vardır." diyemiyorum.. Bu cümle ile ne anlatılmak istendiğini en iyi o zaman anlıyorum ben; edebiyat bir "şık latife" olmaktan çıkıyor, "anlam"ın, anlamanın, bilmenin, öğrenmenin bordo kadife sine^sine çekiliyor perdeler, ben anlıyorum sonra.. "Hepinizi anlıyorum" diyen bir adamın gölgesine basmadan yürümeye çalışırken; "hepinize iyi niyetle gülümsüyorum."


Biraz sonra "güzel bir şey" geliyor dışarıdan, gencecik beyaz bir genç kız, upuzun saçlarıyla güzel bir şey olarak geliyor dışarıdan, yanında da bir delikanlı. Sevdiğiymiş, sözleneceklermiş, kadının kızıymış. Bana bakmaktan okula gidemedi diyor, sevdiğiyle evlenecek, açıktan bitiriyor, "Allah" diyor inşallah onlara hayırlı iş.."


Allahım sen nasıl bu kadar dua, İstanbul sen nasıl bir dükkan, kadın sen nasıl bu kadar gerçek oluyorsun, kadın sen film değil misin?!!

-"Hayır " diyor, bak ben bu kadar gerçeğim işte; hayat filmlerde anlatılan gibi işte, hayat böyle dua, böyle tanrı, böyle rüya, böyle -kanlı canlı işte.. "Bak" diyor, buradaki fotoğraf çekildikten sonraki dağıldığımız an gibi işte; donduğumuz gibi, döndüğümüz gibi, duyduğumuz gibi;

 -saatini kaybetmiş zamanlar gibi, gücüme giden her şey ve cevapsız tüm sorular gibi..




"beni hoyrat bir makasla

ah eski bir fotoğraftan oydular"


diyemiyorum.


Devam ediyorum


baka kalmaya..



Sonra aradan birkaç gün geçiyor, ben belki o günün, o kadının, o diyalogların etkisinden; çok kötü bir rüya görüyorum. Çok kötü bir ismilazımdeğil hastalığa yakalanıyorum rüyamda -allahkorusun- ve doktorlara yalvarıyorum beni iyileştirsinler diye, hiç umut yokmuş ama, çok azıcık ömrüm kalmış rüyamda ama rüya o kadar gerçek gibi ve o çaresizliği o kadar diri hissediyorum ki.. Uyanıyorum sonra ve binlerce sevinç ve binlerce şükürle bir kez daha anlıyorum; anlamanın darboğazlarından her geçişte aksıra tıksıra yol alıyorum işte.. Son zamanlarda nasıl yorgun, nasıl bezgin, nasıl başağrılı, nasıl isyankar ve öfkeliydim hayata; "bak" diyor bana işte hayat, haddini bil, "bak işte nasıl iyisin, aslında nasıl her şey yolunda ve nasıl hakkın yok tüm bu isyana.. " Bak diyor sen yine terazinin adaletli kefesindesin, yüzü hep yere bakanlar ne yapsın ya?




Birileri hep susuyor işte; birileri önüne bakıyor ve susuyor ve işini yapıyor "bilmek"in karasularında boy verirken; bense denizi bir kez daha anlıyorum, kovada can çekişmekte olan balıkları suya bırakırken..

Bir kez daha anlıyorum;


"hayatın neresinden dönülse kârdır.."






FUGUE IX


Belki de her an kanatlarını sınamaları gerek..


Martılara bakıyordu ara vermeksizin. Anlayamıyordu: Neden boşlukta bir yükselip bir alçalarak yeniden bozulacak bir denge aramakla geçiyordu vakitleri? İşi gücü düşünmek ve düşündüklerine inanıp yeniden düşünmek olan bir arkadaşı, "belki de her an kanatlarını sınamaları gerek" demişti ya, gene de arıyordu kendi sorduğu soruya yakışabilecek bütün karşılıkları: İşi gücü düşünmek ve düşüncelerine inanmadığı için onları bir eldiven gibi ters çevirmekti. Martılar da öyle yapıyorlardı zaten: Bir yükselip bir alçalıyor, bozulacak bir denge için altın nokta arıyorlardı.


Enis Batur. Yazılar ve Tuğralar (Istanbul: B/F/S Yayınları, 1987), s.421; Perişey