eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Ben hepsiyle baş ederim de; bu şarkıları nereye..?




"vay gönlüm, vay.."

"
Sen diye başlasam mürekkebi kurumaz bu masalın biliyorum

Kanım donar; çünkü kanımla İlhan İrem’in söylediği şarkı aynı renk
Kul vefasızsa kader ne yapsın diyememekten
Her gün biraz Beşir Fuat, her gün biraz İlhami, biraz da Çiçek
Bende bir anlı şanlı, bende bir kayıp oğlan, bende bir azgın iştaha
Aşk! Ben seni nerde görsem avuçlarım terliyor
Zaman!
Senden nefret ediyorum, git başımdan
Sanki ben bilmiyorum rulet oynamayı, sanki bilmiyorum ata binmeyi, çiçekleri sulamayı
Fakat yirmibirinci yüzyıl acımasızdır, kıstırır okuma bilmeyen çocukları köşeye
Malum, bugünün kızları ağızlarında ciklet yerine jilet taşımayı tercih ederek büyüyorlar
Büyük sıkıntı.
Denir ki işte Amerika /yaşasın/ ve parlasın bizim yüz vatlık ampülümüz"




Bu adamlardan sakallı olanı bir rus matematikçi: Grigoriy Perelman.

Dünyanın en önemli 7 probleminden biri sayılan Poincaire Varsayımı’nı çözdü.. Kendisine 1 milyon dolar ödül teklif edildi.. Reddetti.. Annesiyle birlikte yaşıyor..

Bir masası, bir sandalyesi ve kirli bir yatağı varmış.. Komşuları, onun evine sığındıkları için hamamböceklerinin kökünü kurutamadıklarından yakınıyor… Opera ve yürüyüş tutkunu.. 44 yaşında.
Kabak kafalı olan ise Ronald Perelman.. Amerikalı bir yatırımcı.. Zor durumdaki şirketleri satın alıp sağını solunu yamadıktan sonra yüksek karlarla satmasıyla tanınıyor.. Bir nevi akbaba.. Bu şirketler arasında meşhur Marvel Comics de var.. Hayırsever de bi' abimiz lakin.. Hayır işlerine son 10 yılda 200 milyon dolar bağışlamış.. Öte yandan fox tv tarafından büyük bir vatansever olarak nitelenmesine vesile olan yardımlar da yapıyor.. 67 yaşında.
Bu iki adamın yüzüne ve yüzlerindeki ifadeye baktığımda hayatla ilgili çetin bir denklemi çözecek gibi oluyorum sanki…

gırtlağımda bir harf; büyüyor da büyüyor......




Patricia Carli - sans toi je suis seul



..Edward Munch..



"Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma


Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına


Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık


Nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan


olmalarıyla-


Ne Yapıp Edip Cansever..



Yıllarca başucumda durdu bu resim; yıllarca

durdu da..

Duyurabildi mi çığlığımı,

insanoğlunun, kıyamet habercilerinin,

taş taşıyıcılarının ve Deccal'in..

Duyurabildi mi..?

Benden öte

Benden ziyade..

Bir şehirle "ilişik kesmek.."

Nelerden mezun oldum sahi ben hayatta; nelerle ilişiğimi kestim, nelerden ikmale kaldım da hiç öğrenemedim şu hayatın öns'özünü; "bütünlemeye" bıraktım ömrümün baharlarını..

Hüzün katsayısı yüksek bir gün bu; bir kağıt parçasına bilançolanmış 5 yılın muhasebesi, sahi hayatın kaçta kaçına denk gelir? "Hayat artık sana ömrüm diyebilir miyim? Çünkü her ne kadar seninle aramda çok fazla anlatım bozukluğu olsa da seni kendime yakın hissediyorum ömrüm. Bak oldu sanki!" Ömrüm ile umrum arasında ters orantılar, ters yönlere kıvılcım saçan bıçaklar hep; ömrüm umrumda değil bazen, bazen umrum ömrümün kaçta katı? Ömür kömüründe çıra gibi, harın korunda köz gibi; ", iğri iğri" ikilemeler hep.


Ömrüm. Al bu acılar senin. Ben acılarla muhatap olmamayı da bilirim ömrüm ama senin yüzünü hep yanlış okuyorlar. Benim yüzümü hep yanlış okuyorlar ömrüm.

Seni hep "hoyrat bir makasla" ke'lime ke'lime böldüm ama; "sen sakın ikileme ömrüm.."



"P a r ç a l a n m ı ş ç o c u k s e s i m; k u r t a r a m a z s ı n k i

b e n i"

"Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı

Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?" (H.Ergülen)


Gri bir gün bu; -hüzün katsayısı yüksek- bulutlardan kendime bir gitmek yazısı yağıyorum; o şehre -belki de- son defa giderken bir otomobil arkası yazısı: "Sen uyurken gideceğim 90/2"
"o şimdi asker" belli ki; "bu ülke"nin "bıçkın tamlama"larına bekçilik ediyor -biz uyurken-
Bizim de bir "o şimdi asker"imiz var söylemiş miydim; "kardeşin duymaz, eloğlu duyar" türküsüne öznelik ediyor..


"Bir şehri neden sever insan?" diye sormuştu biri zamanında da; kelimeler hemen serilmişti ayaklarına şehrin; "o şehir" den çok gittim de ben "ardımda bırakıp gül çağrısını", asıl şimdi bir şehri bitirip, beyninden vurup gidip; asıl şehre başlarken selamlıyorum "İstanbul Ağrısı"nı..
İstanbul sana "merhaba" demek için yeni iyelik eklerim var, sen sakın elimi bana bulama İstanbul; kelimelerim artık sana emanet..

Kelimeler en "hakiki" uğraşım; "kelimeler kafi", "kelimeler yetse, daha neler neler.."

Böyle dört tarafı denizlerle çevrili kelimeler, böyle dağları denize dik paragraflar, öyle yazları sıcak kışları kurak iklimlere karasalım ki; mevsim normallerinin üstünde hüzne karmış masalım -gökkuşağının yedi renginden alacaklıyım.

O yüzden böyle zamansız mevsim geçişlerim, yaz ortasında üşümelerim, kış yarısında yanmalarım, gömlek değiştirirken, içimden kuşlar göçerken, dönüp dolaşıp -yine- kendime kalışlarım..

Tanrım bana bir üslup. Tanrım beni us'lat.

Tanrım

bana

bir

vuslat..

Bir Gülün Çevresi Dikendir Hardır, Bülbül Har Elinde Ah İle Zardır. Ne Olsa Da Kışın Sonu Bahardır.. Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

"gemi battı sevgilim. o kumaştan merdivenlerde, o kahverengi fotoğraflarda yitip gitti. bırak bu sefer kainat kazansın. bırak gideyim ben de bir pul gibi baharın arkasında. dedim sana bir yerlerde; "kapanmaz uçurumlarda birbirinin topuklarına çarpan şarkılardık" hiç bilinmedik son notasıyla dudaklarımıza yağan meteorun incecik ıslığı, o iç parçalayan sürtünme...

sana uzun bir mektup yazacağımı mı sandın?
bırak bu yıl sınıfta kalayım. hademenin her sene gri iğrenç bir boyayla sıvadığı çöp tenekesinin yanında bilfiil ayakta, ayışığı gibi ben, tir tir titreyeyim. iki zebani durmadan körebe oynasınlar. kocaman bir haz koçanı gibi derlenip toplanıp çarpsınlar alnıma. sen bugün ağlama, ben geri çekeyim boyunlarına ipler bağladığım kuşları. tıkıldığım o gıcır pırıl kafesi durmadan öpeyim her yerinden. olsun... sen sakın ağlama. sevgilim! benim el aynasıyla yola çıkan kaşifim. hiç görmediğim, hiç giymediğim denizim. gövdemin karyolaya, parmaklarımın bala, gölgemin lunaparklara değip ayrıldığı o kıyısız berbat ömrümün kıpır kıpır gelinciği. üfür çekmecelerinin tozunu, çıkart dil çıkartır gibi kırmızı elbiseni.

ama, sen sakın ağlama bugün.."


Daimiyem her can ermez bu sırra. Eyüp sabır ile gitti mısır'a. Koyun oldum ağladım ardısıra.
Bu da gelir bu da geçer ağlama

birgülünçehresidikendirhardır bülbül har elinde ah ile zardır ah ile zardır ah ile zar...............


Mutsuzluğumu yeterince hak etmek için

Geri döndüm kilometrelerce yürüdüm

.

.

.
Sığınacak yer kalmadı

Chagall’daki eşeğin gözünden başka


...
Cemal Süreya


şu olup bitenler bir gazoz reklamı olsa;


"bu dünyaya mutlu olmak için geldiğinizi unutmayın"


diyeceğim


velakin realite çok pis.


çok pis..

Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için.


Keskin ağızlı bir bıçak aldım, dudaklarımın birleştiği yerlerde etimde yaralar açtım. Amacıma ulaştığımı sandım bir an. Kendi elimle yara açtığım bu ağıza baktım aynada! Bir yanılgıydı! İki yaradan akan kan, gerçekten başkalarının gülüşü olup olmadığını anlamama engel oluyordu aslında. Ama, bir süre karşılaştırma yaptıktan sonra, gülüşümün insanların gülüşüne benzemediğini gördüm, yani gülmüyordum ben,


...gülüşüm yoktu benim.



Comte de Lautréamont

25 yıllık bir yaşamın -birkanadıkırıklığın- özeti olabilir mi bu cümle?:

"Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."

Ya da Birhan'ın son ithafındaki gibi:

"Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için.."












o kadar yoktun ki..