eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

kokusunu çoktan unuttuğun mandalsız bir zaman diliminde, çamaşır ipine asılı güzeldi'li geçmiş
zamanları savuruyorken rüzgara; pamuk ipliğine bağlı gelecek kaygılarının hükmünde, değneğin tam orta yerinde duran "şimdi"yi ıskalıyorsan umarsız; hikaye başlamıştır.

hikaye; annenin mezopotamya'da bir nil nehri'ni sulayıp durmasıdır gözbebeklerinde. babanın, her zaman olduğu gibi kör koridorlarda alkol kokusu, sessiz bir gölge sureti olmasıdır kapı eşiklerinde, dikenli bir kilit sesi. o içeri girdiğinde, sen artık hep dışarıdasın.

hikaye; istenmeyen komşu kadınların bacaklarındaki varislerde, göğsündeki kırmızı kurdelanın parçalanmasındaki anlamsızlıkta büyür.

kaygan bir zeminde tutunacak bir şey bulamıyorken, ve zaten çoktan öğrenmişken yere düştüğünde önce gülüşlerinin kanadığını; yaşam umarsızca bir sallanmadır, kulpsuz.
hayat seni herhangi bir tren istasyonundaki herhangi biri yapmaya çalışıyorken; sen, artık bir peron öpüşmesini uzatıyor olursun; mavi.

hikaye; çekip gidememe ikiyüzlülüğünün yeniden üretimidir, halkanın zincirden kopması, sonra yeniden eklenmesi sahte bir tanrıya duaların..

başka türlüsü, diyememektir, çokça.

göğsündeki izbe meyhanede kaç taşralı memur ölüyorsa her akşam, o kadar hikaye küflenir şarkılarda.., -bir yangının külü de-

bir afrika ezgisinin ateşine çıra olsun diye kanırttığımız yüreğin cılız kemikleridir hikaye; bir parça ekmeğin hatrına güttüğü kandır.

besleme kızın kapıcıyla yapılan düğünündeki fosforlu neşedir hikaye; limonata ve kuru pasta.

hikaye; kanatlarını kıran yazgıya her güz başı martılar uçurmak ve her ikindi patiskadan kanatlar biçmektir kendine..

hikaye budur; sürgün de..

ah, ka(hı)rla karışık günlerden sonra mutluluk gibi birşeyler de oluyor bazen -çok kısa küçücük ara sıra bazı bazı-


çoğu zaman külfet gibi algılanan, ille de yapılagelen okul/şirket yılbaşı çekilişlerinde "kesin bana gereksiz bi'şi" gelir, diye beklerken, bu sene "cemal süreya-sevda sözleri" nin gelmiş olması, üstelik içinde şirkette çalışan ince ruhlu arkadaş tarafından cemal sü'reya'vari bir not düşülmüş olması, olalala! şaka gibi.. hayır kitabı daha önce alamayıp da şimdi hazine bulmuş gibi olmamdan değil sevincim, hayatın böyle sürprizler de yapabiliyor olduğunu -hala- görme sevincisi..olala!

sonra bi'kaç güzel bi'şey daha işte, güzel insanlar, güzel sözler(sevda sözleri?), güzel umutlar, güzel bi'yerler, saçlar, montlar, botlar, karlar kışlar soğuklar -paramparça aşklar ve-köpekler, sigaralar, gülüşler, umutlar, ve de güççük mutteşem bir "ev" prototipi. budur!:

(orman ne güzel, ne güzel melodisi eşliğinde)
kemerburgaz dönüşü onca soğuğa, kara, yorgunluğa ama yine de bir sürü güzelliğe rağmen dönüşte hızımı alamayıp, kendime bir poşet dolusu cips, çikolata, ve de elma şekeri! almam, diğer poşetinse zaten aşırı dozda mut içeriyor olması(bkz: sevda sözleri) itibariyle iki poşet dolusu mutlulukla döndüm eve bu akşam, uzun zamandır yapmıyordum bunu;


onca soğuğa, kara, yorgunluğa rağmen..


*sahi ben en çok nesiyim, kimin..?
*ve istanbul bazıları için hala, ne..?


dokunulunca irkilen,
eşyaların arasına doğru hızla ilerleyen,
kaçışan, saklanacak delik arayan böceklere
benziyor sözcüklerim bu ara; bir şeylere
'dönüşüm'ler
belki bi' gün; kim bilir..

Yorgundum


dağlardan

b eterdim..


"bir gün," demiştin bana, "günbatımını tam kırk dört kez
izledim!" sonra da, "biliyor musun," diye ekledin. "insan
günbatımını çok üzgün olduğunda seviyor." "o sırada çok
üzgün müydün?" diye sorduydum.. "hani şu kırk dört
günbatımı izlediğinde?"
ama küçük prens hiçbir şey
söylemedi bu soruma karşılık..


tamam tamam, geçti bile, tipik ikizler burcu karakteristiği belirtileri, siyahtan beyaza, kırmızıya, mora, maviye kesti yine etraf.. bursa hÂla güzel hem, hadi tokuşturalım kesik bileklerimizi..




cheers!



benim adım ebrulii, biraz gerçek biraz rüya, yalanını sevsinler, yalansız dönmüyor dünya, trilaylaylii..




ağlayamayarak, uyuyamayarak, kusamayarak, dokunamayarak, susarak, kanırtarak, dayanamayarak, anlayamayarak, bilerek bilmeyerek istemeyerek, istemeyerek..


sabaha varamayacağım lanetlikte bir gece daha, olabildiğince zifiri, olabildiğince zift, olabildiğince asfalt yine..

"ah hayat, benden kaçırdığın ellerini hangi ceplerinde saklıyorsun..?"


hani tüm bu herşeyin boktanlığına değil öfkem, bokun da kendine has bi' duruşu vardır ama bu şey.. bu kıvamsızlık, bu renksizlik, bu hissizlik, bu tutarsızlık, bu hiçbirşeysizlik, bu ne yaparsan yap, olmuyor bazenlik bu çılgınlık bu insanlar bu atmosfer bu hava boşluğu bu türbülanslar..


tanrım.. nasıl dayanmalı buna bir duan yok mu..


"midem bulanıyor, galiba dünya tuttu.."

olmaz ki kursağımda kalmasa, hiç olmaz.

Bilenler bilir; "bir çiçek yılı sonra" diye çok eskılardan bir albüm var; "murat özyüksel" diye bir adam var, içinde deli işi şarkılar var, ne yapıp edip, edininiz bir yerlerden, kendinize bir iyilik yapın ve bu şarkılardan yoksun kalmayın; güzel bir pazar sabahında dj iniz.. öehh.


bu sabahki mutumsu şımarıklık dalgalarının sebebi uzun bir aradan sonra tekrar Bursa'da olmamdan, tadı damağımda kalmış öğrencilik hayatının güzelliğini bir kere daha temize çekiyor olmamdan, İstanbul'daki mutsuz suratlardan sonra Görükle'deki cıvıltılı öğrenci populasyonu ve arkadaşlarımla eski günleri yad ediyor olmamdan kaynaklanıyor, evet, heleloy.

yok yok geri dönerim ben bu şehre, "bir çiçek yılı sonra" yı bile bulmaz belki..

demişti biri zamanında; "bir şehri neden sever insan?"..

ama yani dinleyin siz bu albümü muhakkak, her bir şarkı birbirinden büyülü ve orijinal, daha önce neden keşfetmediğime hayıflanıyorum ben de, ama şimdi kendimi Bursa sokaklarına atıciim ve geçicek hepsi. hayıf.


p/s: albümdeki güzel şarkılardan biri de "günaydın sabah" ...

sözlerini de yazayım da tam olsun; ehe:

kiminin adını sildik defterimizden
kimi oyalı yazmalarla dolandı boynumuza
açtık açıktık sarmaya hazırdık ki
iki kucakla
yine de
ya biz geç kaldık
ya biraz erken geldi.
beklediğimiz,
beklediğimiz

günaydın sabah,
adını sildiklerimiz
günaydın sabah,
yanı başımızdaki

sevda, sevda, sevda


...

".. çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde, ayakkabıları sürekli delinen biriyim.."


o değil de; denge diyorum, önemli bi' şey. renk diyorum, duruş diyorum, tavır diyorum.. ya öyle; ya böyle.. olmalı mı olmamalı mı? hayal burukluğu diyorum..

şirket hayatı, ofis çalışanı, plaza insanı kimliğimden bi süreliğine sıyrılıp gidiyorum diyorum..

sabrımı deneyen sen ey sebep; sana geliyorum diyorum.. derdim çoktur hangisine yanayım diyorum.. istanbul bana neler ettin diyorum.. gurbete kaçazaim kuzum, cam kenarlı otobüslü yollu duraklı bir yazı döşeneceğim sonra, oradan da gideceğim, gittiğim yerlere geri döneceğim.. diyorum. gitmekle yazgılıyım, dönmekle sonra.. bi' gün benim de bi' istanbulum olucak diyorum, ama böyle değil. istanbul bu değil. hani taş toprağı altın istanbul? diyorum..

çok bile diyorum aslında, çok bile dedim, dedim de ne oldu.. diyorum.. uzayıp gidiyorum..


her şey aklıma gelirdi de, istanbul'da iken bursa'yı böylesine özleyeceğim?..


bursa yolları görünüyor yarın.. ne güzel.. ne güzel..
(orman ne güzel, ne güzel melodisi eşliğinde)


niyeyse, eskilerden bi' karalama, rasgeldi, paylaşılageldi. ezginin günlüğü-dut ağacı eşliğinde okunursa, ne güzel olur?


mayıs sıkıntılarının, kasaba meyhanesi gibi mutsuzlukların takvimlerden kendine yeni yeni yapraklar kopardığı yıllardı, güneş bile henüz alışkın değildi çocuk gölgeme hüzün vurmaya, ben; arka bahçe sürgünüydüm o zamanlar, sadece orada yer bulabiliyordum maydanoz kokusuna, sadece orayı mesken biliyordum ilkyaz akşamüstlerine, "akşamebesikilit" koşuşturmalarına sadece orada geçit veriyordu "dışarısı". sokak, kirliydi çünkü, sokakta insanın başına her türlü kötülük gelebilirdi, sokak, "çingeneler zamanı"ydı mesela, başıboş köpekler mekânıydı, en iyisi biz arka bahçede kalalımdı...



"arka bahçe" üç tarafı betonlarla çevrili tüm iç acıların toplamıydı o zamanlar ve biz, komşu çocuklarıyla orada kendimize yeni oyunlar icat ederken, belki yalnızca bir işe yarayabilmeyi, köşedeki dut ağacının tepesinde kendimizi bir şey sanmayı-in oradan, -düşeceksin!- ağacın cetvel tanımaz dallarına tutunarak öğreniyorduk. sonraları keşfedecektik bunun takdire şÂyan bir yanı olmadığını, ama olsundu, neticede dikenli tellerine ben'cilik oyunlarını kanattığımız küçük bir sınır ihlâliydi orası. dut topluyorduk ağaçtan, en yükseğe tırmanan sallıyordu dalları, yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesiliyordu ve yerlere düşenleri toplamak hep, rüzgara düşüyordu, bir de kedilerin bile yüz vermediği kapıcının yaşından çok daha küçük gösteren oğluna... en çok onun renksiz,(sarı?) yüzündeki o ağlak ifadeye üzüldüğümü hatırlıyorum o zamanlar, yediği dayakların içime attığı kesikleri biraz olsun hafifletsin diye ona yardım etmeye çalıştığımı, annemin ezan sesine karışan eve çağrılarını, annemin dut sevmediğini ve annemin acaba benden başka bir şeyi sevmediğini mi düşündüğümü... ateşlenirdim çokça, yaz süregitmekteyken ve ben hastalandım diye cezalandırılırken, arka bahçeye bile çıkamazken, mutfakta oturup dut ağacının yapraklarına kim bilir neleri asarken, pencereden görünen avuç içi kadar denizi "mavi"ye denk tutmaya çalışırken, içimde hep o sürgünün körebe yalnızlığına çareler arıyordu çocuk gözlerim. dut ağacının damağımda bıraktığı o kekremsi, o zemheri tat bundandır belki. hep bir mukayese çabası işte, bir tarafta yitenlerin muhayyel dökümü, diğer tarafta geçmişin, siyah beyaz zamanların gerçekçi fiil çekimleri...


bu bir özgürlüktü aslında belki, değil mi ki kimselere söyleyemediğim altı çizili satırları arka bahçelere hapsederken, orada sadece kendi hacmimden ibaretken, benim olan, aidiyet duygusuna hâsıl olan bir şey vardı işte. bütün cümlelere yetecek kadar nokta, bütün virgülleri tamamlayacak kadar sözcük, bütün özneleri boyayacak kadar "dut" vardı orada. ve yeteri kadar karalama. onun için, çocukluğumun, üzerinden çok okuma geçmiş nüsha temizlerine değil, arka bahçelerden, sürgünlerden, yasaklardan, uzaklardan ibaret müsveddelerine talip oldum hep. dut ağacı o müsveddelerden biriydi işte, pamukhelvası akşamüstlerinin yakasına iliştirilmiş bir n'azar boncuğu zihnimde...




sonra o dut ağacını kestiler. yaşlıydı, kurtlanmaya başlamıştı, dahası dut falan da vermiyordu artık, kurumuştu işte. annem, umursamadı, içimde ne denli bir boşluk yarattığını hiç bilmedi o dut ağacının, zaten dedim ya, sevmiyordu onu... ivmesi giderek artan düşlerin karanlığında, çocukluğumdan düşen yapraklar bir bir sararırken, ki ben de artık büyümenin o mevsim değişikliği kökenli kırıklığından, kabuk bıraktıran tehlike anı korkularından geçiyorken anlıyordum yavaş yavaş;


"meğer ateşli bir hastalıkmış hayat... "

yaralı bir arıkuşu. ve güneşli havalarda da uçmak zorunda kalan yağmurkuşu ölçeğinde...


bir yerden bir yere, bir vakitten diğerine, bir ovadan bir dağa tepetaklak, sırtüstü, sereserpe düşüşen zaman kırpıntıları.. hani; gazete sayfalarından çeşitli fontlarda, stillerde, renklerde ve ebatlarda kestiğin harfleri bir kağıda yapıştırıp, anlamlı cümleler oluşturmaya çalıştığın bir mektup kağıdı gibi istanbul.. tüm bu karmaşa, tüm bu kalabalık, tüm bu yağmurlar bu otobüsler bu duraklar bu martılar bu sabahlar bu akşamlar tüm bu yüzler bir zarfa pullanır mı, hangi şişeye sığdırır da göğünü bu şehir; hangi ^ıssız ada'm^ ın hangi kıyısına vurur kendini; kimin gücü yeter açıp okumaya, kimin lugâti; anlamaya..?



-mektupları şişedeyken, bir de bakmış deniz yokmuş?-

hissedebilmek için öncelikle sığılacak/sığınacak bir yerin olması gerekiyor. kendini bir yere oturtmamışken-yersizken-her yerde olabileceğini sanıyorken hiçbiryerdesin. hiçbiryerde olmanın hiçkimliğe-h/içliliğe çaldığı bir tepe.. hiçbiryer/deliğin sonuna yaklaştın. bir yer seçip sığınacak ve ayak bastığın müddetçe senin olacak o yerden çıkacaksın yola. senin olan sen olduğun o yerden baktığında eseduran rüzgarlara, hissedebileceksin her notasını zamanın. sonra o tepeden yuvarlanıp aşağılara karışacaksın zamana. döneceksin sulara..


sonra sonra sonra.. sonra diye bir şey aslında belki de hiç yoktur. tarih dışıdır sonra..

yoook yok men heçem, men yalanam..


hani taşıyamayacak gibi olunca, hani “altta kalanın canı çıksın” oynarken eklem yeri gibi sakat bi' yere ağırlık biner de üsttekiler tepinirken ne ses çıkarabilirsin, ne dur diyebilirsin, ne kurtulabilirsin, öylece geçsin diye beklersin, hah, işte ben çoğu zaman beklediğimi hissediyorum.


belki de o kadar acımadı da sırf poz olsun diye? pekâlâ mümkün.

* * *

koşuyorum büssürü, sürekli, mütemadiyen; dur diyene kadar.. biri.

yalan; sıcak yarada kezzap, beyin zarında sülük, ayna aksinde tokat..



en yağmur yerinden ıslatmak gözdiplerini, en güneş yerinden açtırmak gözkuşağını; çoğu zaman iklimdışı ikilemlere yol olmak, seçim yapmak, a ile b arasında, alfabenin otuzuncu harfini bulamamak, harfsiz kalmak sonra, hecesiz, tümcesiz, kaskatı kesilmek..niye söylenir yalan, nerelerinden kesilir bir damar; kan geçiti olmaya ramak, tünel olmaya ırmak kaldığı yerde, kara görünmüşken üstelik, etraf karaya kesmişken, hangi kalemin sivri s'uçlu mürekkebi; bunca harfsizlikte hangi harfleri bir araya getirir de kırmızıya keser ortalık, kanardamar olur;





öyledir ki ve gerçektir, herkesin geçerli bir nedeni vardır, ya da bir nedeni yoktur yalnızca öpmüştür, ya da iki yol vardır, hangisini seçsindir, ya da işte düştür; düsturundan sual olunmaz, görünmez hokkayla yazılan yazılar vardır bir de, alından, morundan, güzünden baharından ömür biçilen, işte o defterin silgi tanımaz karasından bilinir yalanın rengi; "mecburen"dir, "mecburiyetten"dir, öyle olmak zorundadır ya da öyledir ve gerçektir işte; en yalan yerinden gerçektir bu zorundalık, gerçeğin güzkarasıdır nihayetinde..




yağmurlar yağıyordur sonra hâla, mazgallara çocuk ayakları sıkışıyordur, köpekler hâla havlıyordur, yalanı, yarını olmayan bir dilde kediler ve kitaplar konuşuyordur aslında, ama yalanın hükümranlığı gerçeğin azınlığına dokunup durdukça, tebeşirle çizilmiş bir seksek oyunu kadar uçucu o "sınır" bölgesine ayak basıp durdukça, "yandın!" diye atılıyorsundur oyunun dışına, -farkında olmak sızın-.. ^




yalan; sınır çizgisinde mayın, fareli köyde kaval, af dağında masal; kurtuluşun eskizi, kara kalemi renksizliğin..



{-dün gece bileklerim kesikti sevgilim, ç'alışamadım..}


kaybettim

şarkımı


bulan


yok..



(notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık..?)

şugökvaryaşugökbirdenüstümeçöküyor


"Biz

bu dünyadan


değil miydik..?"



geldim.. gittim.. öldüm kaldım gezdim gördüm durdum duruldum.. durdum. durdum.

çok kanadım çok yandım çok yanıldım çok sandım çok azaldım çok çoğaldım çok anladım çok aradım çok buldum hiç bulamadım.. bulamadım.

hep denedim.. hep yenildim.. yine denedim, yine yenildim, daha iyi yenildim.


"saadetinden de geçtik, ümidine razıydık
hiç birini bulamadık, hiç birini bulamadık.."


tırnaklarımı geçirdim ulan, kanırta kanırta kendimi, canımdan can koparta koparta, içimden zehirler geçirte geçirte, tırnaklarımı geçirdim bu bok çukuruna, bu çıfıt çarşısına, bu evsiz kediler sokağı'na bu elden düşme hayatlar, bu işi bitmişler yuvası'na, bu çivisi çıkmış'a bu "ölüdeniz"e..


sessizliği fırtına öncesiyle bir, usluluğu kıyamet alameti sayılabilecek bir çocuğun saatinden duvara yansıyan bir ışık. sadece ışık değil, takatsizliğine 6 taksitle borçlanmış bir devinim bu: bir aşağı, bir yukarı, bir sağ, bir sol, ama en çok kuzeybatı-güneydoğu istikametinde çırpınışlar…


"kendimize hüzünler icat ettik,
avunamadık.."


tüm bu gel-git lerden sonra, kendimi koyacak bir yer bulayım diye en çok, işe başladım ben, plaza insanıyım hatta; nur topu gibi pazartesi sendromlarım, sıkıcı mesailerim, aybaşı beklemelerim, kabus gibi trafik şikayetlerim, yollarım yokuşlarım sokak köpeklerim evsiz kedilerim yeşil ışıklarım akbillerim istanbullarım köprülerim camilerim dilencilerim vapurlarım martılarım martılarım martılarım var benim artık..





amma ve lakin; şu içimdeki sancıya, şu dönen dönenen kara saplı bıçağa çare bulamıyorum, göğüs kafesimin üstünde bi' hançer sızısı sanki hep; bir ağlama isteği ama ağlayamama, bir eli kolu bağlılık, bir "ee şimdi nolucak" hali, bir "bu mudur" sızlanması hep, bir boşluk bir duman bir gölge bir güneş..





bir türlü huzur bulamamış, bedenime yerini tam oturtamamış ruhum, aynı senkron kayması ile sarsılıp duruyor yine, hani bir başkasının gözlüğünü takmışsın da bulanık görüyormuşsun gibi, hani puzzle ın bir parçası hep eksik gibi, hani "işte tam şimdi oldu" derken yanlış halkaya yanlış zinciri iliştirmek gibi, saatini kaybetmiş zamanlar gibi, gücüme giden her şey ve cevapsız tüm sorular gibi..

içime içime yağan tüm yağmurları bir bulutta toplayıp, gökkuşağının başladığı yerden, yıldızların kaydığı yerlere varıncaya, bir dilek tutumu, bir kol açımı uzaklıkta kırlara yağdıracağım günler de gelecek, gelecek mi cnprcm..?



"handan hamamdan geçtik,

gün ışığındaki hissemize razıydık.."

keşke düpedüz.
düpedüz keşke. bir rüzgar gülünün arkasından üflenen; ayazda çatlamış dudakların en yarılmış yerinden yakınarak sokulan: yüz köşeli keşke.

bu saatten sonra şiir okurum sadece. çünkü insan, korkuları yutarak devleşen bir korkuluk kadar yabancı imgelere. çünkü insan, saydığı kadar keşke. bu vakitten sonra şiir okunur sadece..


perdelerini açmadan başlattı yine oyunu eylül.. usulca geldi öyle, kapı eşiklerinden, pencere pervazlarından, pervasızca.. bak! demedi, burdayım ben! demedi, küçük bir takvim yaprağında küçük bir rakam olarak yerini aldı, hiç konuşmadan. koskoca bir susuz yaz'dan sonra, renksiz soluksuz ışıksız günlerden sonra, belki renk ve ahenk olmaya, rahiya olmaya geldi, kimbilir..
istanbul'dayım, tırnaklarımı ıslak, kaygan parmaklıklarına geçirdim bu şehrin, tam düşecekken bir gayret, bir daha tutun, tam tutunacakken bir zerre daha düş- hangisi gerçek tüm bunların, hangisi içinden geçiyor sözcüklerin dipdiri, neresinde kalıyor zaman tüm bunların, neresinden kıvrılıyor evren, bir kuşun ağzında solucan misali..? geçmişin bırakılamayacaklığının ucunda bekleyip duruyor...

şimdi böyle eylülken; böyle yağmurken, böylesine istanbul ve böylesine sombaharken ortalık;

"senin yanımdasızlığın bir silik susku" iken üstelik;

imgeler hep eksik kalır sevgilim

imgeler hep eksik..


b.k.


"bana bir hayat çiz
banliyöler jülyeti


siklamen bir kış masalının
merkezinden dağılan.."




L.M.

Bej.. Şimdi herşey öyle, şimdi herşey böyle, ama rengi bej.. Siyahtan mordan maviden kırmızıdan ırak, düz, soluksuz.. Sessiz. "Keşke" renginde şimdi herşey.. Her şey oluyor, bitiyor herşey.. "Eylül'de gel" renginde ya, eylülün yüzü gözü bej.. İstanbul'unsa söyleyecek çok şeyi var ama susuyor henüz.. Oysa ben İstanbulları eylülleri ve renkleri çok severim anne.

Havada uçuşan yatay ve dikey çizgilerden mürekkep şimdi ses dedikleri, birbiriyle çarpışıp, kesişip, karelere bölünüyorlar içimde, kara kere kare.. Harakiri. İkebana. Kamikaze.. Dedim ya, iyi değilim. Dedim mi sahi?..

Ha bi' de bi' dengbej vardı n'ooldu ona..


"zaman geçecek mi çalı diplerinden
anılar yürür gibi sulara.."

"Ben bütün çizgilerde oldum bütün o çizgilerde

Her sefer böyle geldi vurdu yaşamama bir deniz
Aldı bir yaşamadan bir yaşamaya kodu nasıl
Al bir çocuk vardı o korkularda o gecelerde
Büyük ulu sular yudu beni çokum artık nasıl
Bir deniz size de gelir vurur elbet anlarsınız"



İlhan Berk


bütün bulutların içimden kopup geldiği, sonra yine içimde bi' yerde toplanıp, bi' türlü çarpışıp yağamadığı günler geçiyor..

u'mutualist yaşam. yaşam?


gelicem bi' ara, hoş vaktim olduğunda filan.

o güz
el
ins
anlar
o güz
el
atlara
bin
ip
gidi

yorlar..


ölüyorum kalmaktan..

Ben, nasıl yanmayım dağlar..


"YOK

yok

Gidecek yerim


Sağlam erkeğim


Hiç birşeyim yok

Yok yok






Kırmızı meşin bu hayat peşin
Hiç benzerim yok Yok yok
Kralım azizim bide efendim
Kastım mastım yok

Yok yok
Ödeşen suçum barışan düşüm
Sıktığım düşüm yok
Yok yok..."



umay..


"her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. her gün bir kezdışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. her gün bir gazeteye boş gözlerlebaktım. her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. hergün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. her gün bir kuzeykışı indi içime. her gün karşımda duran fotoğraflarınabaktım. bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bukadar bağlandın. her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm.belki de her şey. her gün bir barbar, bir medeni ile gezdimsokaklarda. minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. hergün bir perdeyi aralamaya çalıştım. her gün hiçbir şeyianlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımıdüşündüm. güvercinleri yolculadım. her gün, günleredayanamadığımı düşündüm. kitapları alt alta dergilerikıvırarak yan yana dizdim. ne idüğü belirsiz yerler benimleyürüdü. gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı, anlamadım. her gün bir taş parçası söktüm içimden. her günuyku beni koynuna alsın diye yalvardım. her gün, gün bitiyor gecebitmiyor dedim. her gün işlerin beni avutmadığını gördüm. ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarızdiye sordum. öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursandüşersin dedim. her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdikdurmaya ayırdım. her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimdengeçirdim. her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde.her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. her gün sanabir kez "zalim" diye seslendim. her gün, yan yana oturup birbirinerikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. her gün okadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. her gün "âh" ettim birkere, bir kere o âh'ı geri aldım. her gün "yol arkadaşım" dedim, kahırla kapladım sözlerimi. her gün acını tattım. her günunutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. her güninsan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. her gün birkilidi açmaya çalıştım. başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. çilenedir, günah ne? bana ne bunlardan. dünyanın merkezi sendin her günben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara. karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.. "
Birhan Keskin

Gidip de dönülemeyen şehir.. Geri dönüşleri özlenen şehir en çok.. Köprülerinden atlanılamayan, araba altlarında kalınamayan, maganda kurşunlarına hedef olunamayan, iki arada bir derede boğulunamayan, anlatılamayan, tasvirsiz, betimsiz, bitimsiz şehir.. Su perisi illa ki..

İstanbul bana hiç yamuk yapmadı derken, beni hiç üzmeyen şehir derken, bana kendini hep pembe gözlüklerle gösteren zehir.. Aynı derede onlarca kez yıkanılan, üzerine yıkılan onlarca ağırlığa rağmen altında kalınamayan, altından kalkılamayan nehir..






İstanbul'da yaşamaya başlamanın ilk adımını atmak üzere evden çıktım birkaç gün önce..

İş görüşmesine gidiyordum ve dakka bir gol bir, evet bildiniz, cüzdanım çalındı, yokoldu daha doğrusu, çalındığına dair hiç bir belirti yok.. Ne çantada bir hasar var, ne de çantanın fermuarı açık.. 5 dk içinde yokoldu, düşünün artık profesyonelliği.. Tahmin edersiniz ki "hayatım kaydı"," her şeyim gitti", gibi arabesk cümleler kurmaya meylettim ki sonra Mahsun Kırmızıgül'ün suratına kamyon çarpmış ifadesiyle "yıkılmadım ayaktayım" tavrı sergiledim. "Ulan İstanbul" bile dedim, kayalıklardan denize bakan adam melankolisiyle, "seni yenicem" dedim. "Neden geldim İstanbul'a" demedim ama.. Aynı gün içerisinde -kayıp cüzdanım için karakola tutanak tutturmaya giderken- küçük bir trafik kazası tehlikesi atlattım. Karakolu ararken girdiğim arasokakta hızlıca köşeyi dönen aracın, koluma çarpıp hafif bir sıyrıkla beni "çizmesinden" hemen sonra, "pardon abla eıgheıh" diyen sarıdişli şoföre korna diye bir şeyin varlığını izah etmeye çalışırken basıp gitmesinden hemen sonra yani, "olsun" dedim, burası İstanbul.. Taşı toprağı sarı altın dişli.. Ve ertesi gün hala cüzdan ile ilgili arama-kurtarma çalışmalarından dönerken, yanımdan geçen bir adet doğan görünümlü şahinin içindeki kimliği belirsiz şahısların attığı bilmem kaç el silahla irkildim, asker gönderiyormuş gençler, arabanın önünde kocaman bir türk bayrağı vardı.. -irkilmek garip bir kelime, irken kim?- Memleketimden isyan manzaraları, yapmasalar, "olmaz bize bundan Polat" diyecekler.. -"alemdağ'da var bir yılan.."

Beni sınıyor sanırım İstanbul, "dur bakalım öyle kolay değil, hazır mısın bana, yapabilecek misin" diyor..
Desin, kolay vazgeçeceğim düşünülemezdi herhalde, hele İstanbul söz konusuyken..

Ve 2 günlük gecikmeden sonraki iş görüşmesinden sonra Bursa'ya dönüşte de yine bir sürü aksilik, otobüste yanıma oturan almancı Naciye Teyze'nin hayata dair hikayeleri.. Almanya'nın nasıl da kolay yaşanır bir yer olduğu, insan hayatına verilen önemin hoşluğu, ama yine de insanın memleketi gibisi yokmuşluğu... Benim böyle bir teyze koleksiyonum var zaten, otobüstekiler için "anlatsam roman olur", apartman yengeleri için daha baharat çeşnili, kenar mahalle bacıları için daha dramatik, pastoral; sosyetik dip boyalı fahriye ablalar için daha şiirsel imgelerle betimleyebileceğim rengarenk kadın tiplemeleri.. Yapılmışı var gerçi, Murathan Mungan'ın son kitabı Kadından Kentler'i edindim, il il öykülemiş kendi..





Aksilikler diyordum; romantik komedi filmlerinde bu sahneler bilindiktir, kahramanın odasında asılı posterin dört köşesine, bir de ortasına yapıştırdığı bantlardan iki karşı uçtakinin kopmuş, posteri de köşelerden sarkarken görürüz öncelikle.. Ters giden bir günün düpedüz lanetli olduğunu seyirciye hissettirmek için, tam kahramanın gözünün tekrar postere iliştiği sırada, o son bant da kopar.. Benim genel olarak ters giden şeylerle ilgili yazmış olduğum bir tezim vardı zaten, ihtisas alanım bu; ama hala posteri tutan bir bandım vardı, baş harfi İstanbul'a denk gelen... -"hem yarabandım, hem yaram.."







Bursa defterini kapatmaya çok az kaldı; İstanbul'dayken Bursa'nın rahatlığını, özgürlüğünü, birbaşınalığını özlemek, Bursa'dayken İstanbul'un rüya yanlarını düşlemek, ah bu ben kendimi nerelere koysam-mak..
Dönüm noktasındayım, f(x)=y---> x'e ne değer verirsem vereyim, y hep aynı, ben hep olmazlarda, hep çıkmaz sokaklarda.. "kalbim"... Hep bir başkasının gözlüğünü takmışçasına eğreti yürümek, yeri olduğundan yukarıda görüp, yukarılara adım atmaya çalışmak, sağa sola yalpalamak, çizgilere basmadan yürümeye yeltenmek.. Ama sonra çizgileri bile görememek, kaybolmak.. Hep aynı yaraya bıçak döndüren bir keskin sızıya bilenmek, geçmişten özlediklerinle gelecekteki düşlediklerini aynı kurşuna hedeflemeye çalışırken, "an"ı ıskalamak, rengarenk balonları vurmaya çalışırken, denizi yakalayamamak..



Şimdilerde aklımda hep aynı dize, "insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır.."

Ya da; hani o hep aynı katil-maktul öykülerinin fon müziğinden bir arases, "seni yaralar, kendim kanarım.."

Ki; bilenler bilir, "katilim yoktu, katilim çok.."


Bi' yerlerde bi' vapuru kaçırmışlık hissiyatı hep, tren rayına sıkışmış ayakkabı düşüncesi, otobüs terminalinde sallanan el, rüzgarda uçuşan poşet, bir siyah-beyaz taş merdiven tasviri ki aklın durur, yüzü kırışmış bir yaşlı adam portresi zihnimde, afrikalı çocuk kaburga kemiklerinin sayısı kadar yaşar mı sonesi, bir uzun ağıtlar, bir sessizlikler ki değme çığlıklara taş..


Aslı'nda ben.. diye başlayan cümlelerin en kerem yerinden kesilmiş benim göbeğim, çocukken çatılara atılan dişlerimin yerine çarpıkları çıkmasın diye dilimi kıstırmışlar sol yanıma, dişlerim kırılmış rüyamda, ölümlere delaletmiş, ölümlere çarpık kendimleşmişim..


Yine sabah olacak mesela, ben finallere çalışmaya başlayacağım, yaşamsal zorunluluklarla günü geçireceğim. Bilmezden görmezden farketmezden geleceğim. Biliyor da renk vermiyor olacağım.
Göz kırpacağım bir nevi iki nevi çok nevi- zade. Çaktırmayacağım. Ben kötü olacağım tüm bunlar için, anlamıyor olacağım, iyi kimin adı? Almanlar yenilince ben de yenik sayılacağım. Yanına kalmayacağım. Ah olup çıkacağım, ahkolik olacağım.. Sonra bir daha.. sonra bir daha. Kal'p masajı yapacak birileri bana, hadi diyecek. Geri döneceğim. Hat-trick yapacağım. Gol kralı olacağım. Metafor yok. Artık skor yok. İnleyecek buralar. Haketmiyor olacağım. Hakediyor olacağım. İçinden kalp geçen oklar çizip, seni yaralayıp, kendim kanıyor olacağım. Altından raylar akıtacağım. Üstünden geleceğim bunların da. Sen sussan, duyuyor olacağım. Bir gün sana gösterip, "olmuş mu" diyeceğim. "Süper" diyeceksin. Ben ağzımı bozacağım. Ağzını bozacağım. Mektubumun..

Ona kadar sayacağım, düşmezse görebileceğim, düşerse bir daha göremeyeceğim. (bir) gözlerimi açacağım (iki) dün geceki rüyayı hatırlamaya çalışırken, aslında bunun tamamen benim sanrım olduğuna inandırmaya çalışacağım kendimi (üç) işte tam o sırada, gözlerimi yukarı hışırtının geldiği yere çevireceğim (dört) Moda açıklarında gün batımı havada iki zig zag çizerek (beş) tam da benim üzerime değil, daha az dramatik bi yere; yatağın üzerine düşecek.. (altı)

...

Ha bi' de bu arada niye ki doğdum..

dar heji rôke..

incir ağacısın, gam götürensin..

önceleri Mona Roza vardı, ilk o vardı hatta, en çok o vardı..:

"Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları..."




uçurtmayı sormasınlar bana, karakabusları hayra yormasınlar, ömerdayımıngözleriyasmaviydi; yüksek yüksek egolara kız vermesinler bile hatta.. ben de kısık gözlü bir tiran olarak, yaban incirlerinin ağdalı kokularını içime çekerek bir kenarda oturayım: düş bahçesinin arda boylarına mavi oyalı bir mendil tutuşturarak; çivit! dörtbindefalaciverttigözleri..

incirden düşeni cin çarpar, gök dolunayda büyür, it ürür, kervanlar yürür....

"alçakgönüllü görünme, öyle sanırlar" cümlesiyle övünçten yoksun bir şekilde yürümüş ve sonra dağılmış kendi alçak dağlarının kenarında belki de bu "inci inci kim birinci?" kervanının heybetli tüccarı. incitmeye varışlı yolculuklarda, "hayırlı seyahatler" dileyen bir muavine sahip otobüsün kaptanının kızıdır belki kendisi... bilemiyoruz... ancak, çok incinmiş orası kesin, keskin kahkahasında istiridye kesikleri... düş'erken ne beklenir ki?

ben çocukken, yani ben eskiden küçükken, hatta daha o zamanlar olric bile varken, ağaçtan kopardığımız incirin o tam kopan yerinden beyaz bir sıvı akardı, incirle eline koluna bir şey yazıp çizdiğinde jiletle yazılmış gibi orası kabarır, kızarır, yazdığın şey de kolay kolay silinmezdi ordan..

ki; bir çocukluk ki kanadı dizler boyu; ayçiçeği tarlalarına giderken mezarlığın önünden geçilir, mezarlığın önünden geçerken dualar okunur, -hiçgirmedimomezarlığa- dualar okunurken gözyaşları yaşmakla gizlenir, -yaşmak bu kurtlar sofrasında belki zor-, g'izlenirken görmemiş gibi yapılır, me'zar taşları hep hilelidir, hÂlelidir önünden geçilenin gözleri; hatra düşer, ziyan olunur.. elham'ı duymaz, kardeşin duymaz, eloğlu duymaz, çocuktuysan bile, ruhu duyar diye belki ancak..



"delibaltalar!


inci, doktor bulamadı ona ilacı.. Hünkar Efendi'nin kızı, diğer adı çiçek; gailelere boğulmamış gibi sanki. oysa ki. ne inci ne de çiçek gibi yetiştirildi. çiselendi, sağanak olmadı hiç, olduysa da olamadı. cenazesine teşrif ettim; mavi oyalı kefene sarmalıydı, tabutun içinde borağan, mavi oyalar derinliklerinde hala gözlerimin. şimdi eyüp mezarlığında, görünce insanın ölesi gelen mezarlık. inci çiçek en güzel yerinde; heryerinde.vurun delibaltalar! eyivallahametısmayıltefikolu diye biri .."

'bugün ayın ışığı' türküsü söylenirken doğdu inci. bütün balıkçılar denize açıldı onun doğuşuyla, adadaki rum kadınları sevinç çığlıklarıyla koşuştular ortalıkta, etekleri rengarenk. çingeneler desen, hepsinin kulak arkasında bir adet karanfil. fonda "sevmek zamanı".. üflediler göğe doğru tüm düşen yaprakları. inci işte, hünkâr efendi'nin kızı, dedim ya tefikolu, inci serpildi güzelleşti, ama içinde bir şeyleri eksikti. kesikti. o öldüğünde seine nehrinin tüm suları kesildi. eyüp mezarlığı'nda, ölesi gelinen yerde, tepedeki çimenlikte, pierre'in çay bardaklarında, aşağıdaki tavşanlarda, bir mezar taşının ardına gizlenmiş şimdi. ikizi var, pek gaileli yaşayan..


-neden burnun uzamadı inci? ay karanlık. maviye maviye çalar gözlerim. sandukaya kapatılmış bir inci gördüm. birinci gelmişti. cigara üstüne cigara yakar. üstüne biçimsiz/şekilsiz inci (yani barok denilen) örtülmüş, ışıldamakta güçlük çeken ve sönmeye meyilli, gölge’nin ilelebet esiri. çini gibi de incikli boncuklu. çocukkenki tüm oyuncakları ellerine batmış kanar, incelikler yüzünden –ah kimsenin vakti yok’ken durup ince şeyleri anlamaya- incildeki bir tanrıça olmaya özenmiş. boğazda düğümlenen hıçkırık. öyle bir narsistlik için, çok şey bilen ve bunu tevazuya uydurabilen bir ince terbiyeden yoksun, tevazüne desen hiç yanaşmaz. incelik için kendisi çok geç. incizapa müsebbip. ve anlaşılamayacak kertede müstebit. kinci bir cin, ukalâ bir kukla terennümü. belli ki incinmiş, ki bu yüzden mi bilinmez incitmeye varışlı. incesazdan bir saz eseri. çelimsiz bir boncuk. incir ağacından düşen deli. sandukadaki inci. cinaslı uyaklar bütünü. halbuki hiçbir şey, en azından deniz ve mehtap bile kafiye olsun diye değil’dir.

- niye uçmuyor inci? - uçar birgün.


yabaninciri, yalıçapkını, gamgötüren.. herşey sıcağı sıcağına.. ama değerse bir gün sıcağım sıcağına.. ihtimal tabi.. saçlarımıseniniçintararım.. inciler olur belki.. iklim akdeniz olur..

Bir sürü bir sürü yorgun ve yoğun ve yorucu günlerden sonra gövdemin sandalyemle bütünleşmesi şerefine kaldırdığım kahve kupamın mor benekleri gibiyim sevgili küllük, yer yer parçalı umutlu.. Önce İstanbul, sonra Tekirdağ, sonra Bursa sonra Uludağ ve sonunda döndüğümde taşını toprağını öptüğüm odama ve buradaki bana ait olan her şeye kavuşma esrikliğinden sonra, sahiplenme gibi ilkel güdülerin içimize ektiği nifak tohumları, esiriniz olmıycam diye hırslanıyorum, kapitalizme saydırıyorum azıcık, devrim yapmaya karar veriyorum. Devrim dışıyım, tüm yaşamsal zorunluluklara ve bir şeyler yapma hırsını kanırtırcasına benden çıkaran aksilikler tanrıçası'na buradan en el değmemiş beddua, küfür ve bilumum hakaretlerimi yolluyor, sıradaki en arabesk şarkıyı kendisine armağan ediyor, el filan sallıyorum hatta.. Zira kendisi Uludağ'daki 4 günlük aiesec kongresinde dÂhi, maximum performansla çalışmaktan geri durmayıp beni ihya ettiler.. İlk gün herkes dakkasında misler gibi odalarına yerleşirken benim yerimin ayarlanmasında çıkan karışıklıktan, eğitimler sırasında uygulanan prosedürlerdeki kargaşanın en önce beni bulmasına, beş yıldızlı otelde sadece benim odamda sıcak su olmamasına, yemek kuyruğunda örneğin bana sıra gelince mantının bitmesine, dağıtılan kalemlerden sadece benimkinin yazmamasına kadar, ve en önemlisi ertesi sabahki ales sınavına giriş kartımın gelmemesi konusunda bana yaşattığı panik hususunda bana (havada) parende attırıp, gözlerimi kıstırıp, kaşlarımı çattırıp hop oturup hop kaldırıp yine beni çığrımdan çıkartmayı başardılar. (şanslısın mı dedi biri?)

oh dear, biz sizi arkanızdan bıçaklamayı çok iyi biliriz de, kendimize kıydığımız kadar kıyamıyoruz size. (bkz: aşk dolu sözler, sevgi dolu sözler, özlem dolu
sözler) ama çok sürmeyecek, mükemmel bir cinayet planlıyoruz, there will be blood! drrraaaainaage, drraaaiinaaage eli! i drink your milkshake! i drink it up! where is your lord eli?!! bizi siz çıldırttınız, bizi siz çıldırttınız, bizi siz çıldırttınız!!!

Herşey bilgisayar dünyasının o matrix koridorlarında (what's up?) böylesine işlemekteyken bana gelince pas tutuveriyor ve "dar alanda kısa paslaşmalar" hissiyatlarına gark oluyorum, daralıyorum, paslanıyorum. Neredeyse her şeyi üç boyutlu yaşadığımız bu teknoloji yüzünden oluyor zaten ne oluyorsa. Teknoloji olmasaydı mesafe diye bir şeyin varlığını bu kadar hissediyor olmazdık, kim uydurmuş dünya küçüldü yalanını, küçüldü de bize mi küçüldü, al işte çapı aynı, hala büsbüyük, içinde kayboluyorum, tam bir nokta kadarım, doğru çizicem diye helak oldum, köprülerden geçtim, sular aştım dağlar geçtim sürekli bad command or file name, kodlar hatalı, düzenekler hatalı, normal şartlar altında hiçbir şey doğru düzgün işlemiyor, beni siz sayısallaştırdınız, beni siz mekanikleştirdiniz! [gucurt]

2046 no’lu odada kendi kendine konuşarak çıldıran kadın. o benim. yani keşke ben olsaydım, aynı o kadının babası gibi babam beni sana vermeyeydi de ondan çıldırsaydım hahaha, ama yok ben başka türlü çıldırdım. alo? evet buyrun ben 2046 no’lu odada kendi kendine konuşarak çıldıran kadın. efendim? yok beyfendi ben sizi ne arıycam, beni siz çaldırttınız! ahahahoho..off.

şimdi bu derece bahtsız bedevi olmam konusunda çeşitli ihtimaller sözkonusu, muhtemelen sınanıyorum ve ne kadar dayanabileceğim konusunda laboratuar ortamında fiber optik kameralarla izleniyor bile olabilirim, gözüne ışık tutulan tavşan ya da her defasında onlarca yol deneyip peyniri bulamayan fare gibiyim, ve birilerinin bana bir yerlerden kıskıs güldüğünü duyar gibiyim. uyar gibiyim. farkında gibiyim. el yordamıyla, sezgiyle..

ya: her şeyi en ince ayrıntısıyla, en derin, en görünmezine kadar biliyorum. [keskin sezgiler company]

ya da: saçma sapan, hiç kafa yorulmayacak şeylerle kendimi yorarak, böyle sanki siyah ekran üstünde akıp giden yüzlerce yeşil kod görür gibi, ordan burdan bulduğum manasız parçaları birleştirerek, feci yanılgılara düşüyorum. [game theory]

sonuç: hangi durum geçerli olursa olsun, hiçbir şey yapmıyorum. [çokomel kağıdının tersinden kesilen yıldızlı beş pekiyi]

sonuç: son uç. atlamak için son şans, bir-ki-üç diyince atlıyoruz haydi hop! [atlamayanları arkadan ittirme garantisi]

bağır: bağırıyorum! anne ben john nash oldum! [julius robert oppenheimer gibi kahırlara boğan bir mutsuzluğun mucidi olmak korkusu, lütfen tüm bunlar oyun olmasın, olmasın, olmasın]

bağır: bağrım n’inci dereceden yanık, bilinmeyenim çoktur, hangisine yanayım..

gibi bişeyler..

yurtdışı ihtimalim kesinleşmekle birlikte, gideceğim yer ve kalacağım süre konusundaki belirsiz sis bulutu ve dahi bilumum "purplehaze" ihtimaller denizinde boğulmaktayken, "auov süfermiş, nereye gidiyosun" insanlarına alnında "eaıhm bilmem daha belli değil" yazılı smiley
gönderiyorum, pembe kurdelalı.. evet onca vazgeçme eğiliminden, kayıp kayıp düşememeklerden, boşlukta asılı kalmaklardan, altı çizili ve de bold neolucakhalimler den, neyapsanolmuyorlar dan, kırım kırım kırılmaklardan, ölüm ölüm gülümsemeklerden sonra, inanacak tutunacak yaşamayı tekrar deneyecek yeni bir umudun pençesindeyim, bakalım.. biri şöyle buyurdu bu hususta: 'kendinden daha kötü durumda olanları, kendinden daha yalnız olanları, kendine kattığın acınası durumunundan daha acınası durumda olacağına emin olduğun insanların bulunduğu yere, bu yüzden gidiyor olmayasın..?'
'kabul görülebilirliğin yok oluşlukla arttığı bir yer hep olduğunu çok zaman sonra farkedip, söylediklerine bu nedeni de eklemiştim gerçi, ...'

hmm dedim, sustum..



Adalet mülkün temeli değil, olsa olsa bir kız ismidir, bu yazıyı yazmaya başladığım ağır sıklet gece itibariyle uzun zamandır hiç bir şutun gol olmamasını başka bir cümleyle açıklayamadığım için, asliye makamından bunu bir özür olarak görmesini rica ediyorum.. Bilirsin ki bazı pozisyonların tekrarı olmaz "hakeme gözlük" ya da "bebelere galon"; çin'de deprem, 12 bin ölü, çoğu ilkokul öğrencisi, hakeme gözl.. Daha önceki tüm anahtar deliğinden gördüklerimi, daha önceki tüm kapı açışlarımı, daha önceki tüm otobüs duraklarımı red ve inkar ediyorum, diyeyim sen anla. Ama "şimdi yap" desen, imkanı yok yapamam.. adalet mülkün temennisi..



Bilirsin mesela sol elinin işaret parmağıyla baş parmağı birleştirilerek halka yapılır, o halkanın ortasına gül yaprağı konur, sağ elin avuç içi diye tabir edilen düzlüğü bu gül yaprağına hızlıca indirilirse "gül patlar" ya.. Ben bunu 9347836. denememde fizik dersinin en gergin safhasında başardım sene 1876.. Nilgün hoca bir gün bir yerde karşılaşırsak bil ki kırgınım sana, kanaat notunu o kadar kırmaya değer miydi hem fena bozmuştun takmıştın bana sen.. Nihayetinde "gülün bittiği yer"deyiz bak. O kahrolası gül yaprağı hadisesi bir nevi "saman alevi" imiş. Hem ne yağmurlar, ne güller, "ne bahçelerden çiçekleri çaldığım"lar bekledi beni o lise bahçesinde; hala şiveliyseniz hatta, "saman elevi" be hocam..


ama işte yine de bak bahar..

"..ve teraslarda Leonard Cohen dinlemek en çok mayısa yakışırdı.."


ama bu şehirde bırak terası, kendimizi atacak bir köprü bile yok işte, umayca "yok yok", şafakça "araf", ya da "yok karşılığı
yüzünün.."
vardır belki ya;
"yok hükmündedir.."








"oranj değilim ben, yasın belirtisiyim,


morum, safranım belki ama oranj değilim.

mutluluk çıkmaz benden.

benim turunçgillerim yapraklarını ağlar.

yine de senin için tuhaf şövalyem,

incelikli zulmün için, kalbimin

morluklarını unutup oranj olmayı

deneyebilirim.."
lale müldür


"Sana ve tüm sandıklarıma.."

çok eski zamanlardı... daha kâmil değildim. daha bulamamıştım, bedeli
olacağım sözcük dizimlerini, "halk anlamaz" diyerek kendimi saklıyordum daha.
gece gündüz içiyor, kendimden geçiyordum.

köprüaltı'ndaydım.. köprüaltı'ndaydı.. köprüaltı'ndaydık.. köprü daha
altımızdaydı. az ötemde duruyordum.. az ötede duruyordu. gözlerimdeki hüzün,
"taşra baskısı.." gözlerindeki hüzün, "kızyurdu yalnızlığı.."

- eskiden, tekel birası vardı, dedim.

- efendim.. yoğurt mu dediniz, dedi.

- eskiden, tekel birası vardı dedim. daha dikik ve daha dolu. tamam
birası birazcık kamu arpalar içerirdi lâkin köprü'ye de yakışırdı.

- ha, şimdi amarcord'um.. evet hatırlıyorum.. bi de golden sakız
vardı. içinden artiz resimleri çıkan. en bir çok da ekrem bora.

ben dedim: "yanıma gelsene.. benimle kalsana.. yalnız benim olsana..
(susadıkça ankara gazozu)

o dedi: "gayet mümkün.." (geldi, kaldı, oldu)

ben dedim: "saçlarınız böyle tuhaf, örgülü.. Vadideki Hayat vardı..
hani dizi.. oradaki kızılderili jim'e benziyor."

o dedi: "ben Rudi Cordeş'i de severdim.. falkonotti ne adiydi değil
mi.. Ramona güzel kızdı.."

ben dedim: "bizim televizyonumuz yoktu.. şimdi acayip bulvar olan bir
aile bahçesinde, çekirdek yiyerek, kaçak Dr. Kimbıl'ı seyrederdik mahallecek."

o dedi: "biz de televizyonu Küçük Ev'in büyük kızı Meri Ingıls'ın kör
olduğu bölümde almıştık."

ben dedim: "beyoğlu civarında şimdi "fast food" ve "atari salonu" olan
her yer, o zaman birahane salonuydu.. değişim en önce beyoğlu ve beyazıt'a
yansıyor bu istanbul'da."

o dedi: "bir çocuk sevmiştim lise'de.. tıpkım eski Tarık Akan.. hani
yerli filmlerdi.. hani uzun saçları ve renkli gözleri vardı onun.."

ben dedim: "bilmiyorum.. her filminde mutlaka, Elmadağ'dan Taksim'e
(en azından bir kere) ağır çekimde koşardı.. akabinde o günün en sevilen pop
şarkısı.. kan ve gül.. gül ve diken mesela."

o dedi: "clip'si şarkılardı.. hayatlarımız clip.. ispanyol paça
pantolonlar, fil kulağı yakalı gömlekler, apartman topuklu ayakkabılar, mini
etekler, favoriler ve bıyıklar.. köylü, kentli demeden tüm hanımlar mini etek
giyerdi nerdeyse. on yıl sonra türban vakası patlaması ne garip."

ben dedim: "bu ülke nerelerine yaşıyorsa bunca hayatı.. ezbere
yaşıyor.. çabucak unutuyor.. sıfırın altında belleği.. anılar emeklemiyor."

o dedi: "1 Mayıs ve Taksim'deki onca insanın yeri.. şimdi her galipli
kupa maçı sonrası, ellerinde bir bayrak, dillerinde slogan, kadınlı erkekli
çıkıp tur atıyorlar.. bayraklar ve sloganlar mı değişti yalnız.. nereden
geliyor bu happening çılgınlık. Taksim niye kusmuyor.."

ben dedim: "devrimciliğimiz de biraz Yılmaz Güney markajı içermiyor
muydu.. erkeglerin hepsi birer Yılmaz Güney kopyası değil miydi.. kısa saç,
küt bıyıklar.. hepsi onun yadigarı.. kafa olarak da belki onun nûveleri ve
gûveleriydik.. bütünsüz olamayan çok tümsek tam tamlardık.. kendimiz değildik
ki belki de bundan yandık.. bütünü oluşturan birer tek tük değildik.. çoktuk
ama yoktuk.. belki bundan yenildik."

o dedi: "menekşe yeşili'ydi prenses süreya'nın gözleri.. rıza şah
pehlevi'den çocuğu olmuyor diye nasıl da üzülürdük."

ben dedim: "ne hızlı yaşlanmışız.. yaşlandırılmışız değil mi.. Haldun
Taner yaşımıza gelmeden, Haldun Taner gibi konuşur olduk.."

o dedi: "çünkü bizim her şeyimiz aşırı toplumsal.. buna kalp mi
dayanır, manda gönünden."

ben dedim: "ne güzel şakıyorsun a bülbül.. uzat alt öperceni, az biraz
öpeyim ufarak."

(öpüştük... öpüştük... öpüştük.. öpüştük..)

- susmak vaktidir dedi. bir arkadaşımın evi var.. kendisi kürt ve
şimdi mülteci isveç'te.

- orada oralım mı oralarımız buralarımızı yâni..

atladık bir taksiye.. bile bile yanlış sokaklara girerekten, bile bile
yanlış caddelere çıkaraktan, bile bile taksicinin teybine bir erkin koray
kaseti koyaraktan, bile bile şimdi apartman olmuş arsalardaki çocukluklarımızı
uzaktan severekten, dediği eve geldik.

o dedi: "ellerin niye bu kadar büyük.."
ben dedim: "seni daha büyük kucaklamak için.."
o dedi: "gözlerin niye böyle büyüdü.."
ben dedim: "seni daha net görebilmek için.."
o dedi: "çükün de hemen kalkmış büyükanne"
ben dedim: "gak, guk.. hatta kem, küm.."

sabaha kadar seviştik.. sabaha kadar ter içtik.. öğlen uyandığımda
yastığın öbür ucu sibirya.. sibirya'ya ilişik bir ufacık not'çuk:

"belki yine, rastlaşırız kimbilir.. belki yine, konuşuruz
çocukluğumuzdan.. belki yine, çıkarken anahtarı su saatinin üzerine bırak..
belki yine, seni çok sevdim.. belki yine, kendine iyi bak, sevgili kimsesiz
çocuk jack"
(seni seven pasaklı sally)

kalktım.. giyindim.. anahtarı su saatinin üzerine bıraktım.. vurdum
aşkşamdan kalma kendimi, bir başka istanbul aşkşamına.. gol oldum.

ismimi sormadı.. ismini sormadım.
Metin Üstündağ