eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Bursa seferindeyim yine, İstanbul'a "hepyek" kırıntıları attım yolda gelirken, izimi kaybetmiyeyim diye, kuşlar yesin diye belki de, geri dönemiyeyim diye?. .

köprülerin güneşleri tam ortadan kestiği, sevinçleri teğet geçtiği o hüzne paralel şehirde, o lacivert ülkede bırakıp günbatımını; yollara savruldum yine.. -bir süre yere paralel gittikten sonra-




bu geri dönülmezlik, bir yere varamamazlık çukurunda, bu yol alamamak - yolda kalmak "bir arpa boyu"nda, bu gitmek - kalmak arafında, bu herşeyinbittiğiyerdebaşlayanşehirde, bu herşeyinbaşladığıyerdeyitennehirde, bu soru işaretleri öbeğinde,, nasıl bulacağım ben neyi aradığımı..?

sahiden gidebilsem keşke, gitmekle yazgılıyım ya hani; arşınlasam sokakları şehirleri ülkeleri denizleri, kimse sormasa nereye gidiyorsun, bir yere mi gidiyorsun sonra! keder olmasa kaça patlar bu döngü, bu yollar boyu yolculuk.. -yol içinde yol olunur bilmez miyim-

söylemeye ne gerek, evimi bıraksan hepsinden önce. evim, ancak ben dönmedikçe benim kalabilse. kapıyı boşluğa açacağım tutsa bir gün. bir apartman, bir evren, bir zaman boşluğuna. ve eli belinde huzursuz bir girdap gibi çıksam evimden edip? şehirle büyüyecek minik bir hortum kadar olsam önce. kaldırımlara serpilmiş çocuk bakışlarından başlasam, gazete parçalarını, bisiklet izlerini alsam içine. adım adım büyüsem, çukurlaşsam, tepeleşsem.. yoruldukça, tir tir sokulsam otel odalarının beyazı eprimiş, sarısı kaşınmış çarşaflarına. uyuyamasam uyunamasam... son uykuyu nerde
çekerim, son bedeli kime öderim, en çok ben bilmesem. .

yüzümde şehrin tırnak izleri, bir sokaktan diğerine aksam. ürpertsem yeryüzünün ipek mavisini.
geçmiş uykulardan kalma bir yorganı havalandırsam..

ezbere bir takırtı tutturup sakin, edepli adımlamak tüm bulvarları. sonra sağaltmak insanlığını, el sıkışmaya yeltenmek ömrünle. barışmadan yaşamayı göze almak..

şu sinemadan başlasam diyelim edip, kaç yıl sonra bulurlar beni aynı afişin önünde? bulurlar mı seni? sen aynı afişi bulur musun bir adımda, edip?...edip?


sonra bir gün işte tamam, desem! niye ki bunca söz? bir ege kasabasına demirlesem kendimi, bir küçücük evim, bir kulaç boyu denizim, iki kol açımı uzaklığım, bir nane kokusu zeytinyağım, bir beyaz dokusu bilge kedim; rakım, kitaplarım ve müziğim olsa, işte tamam desem, niye ki bunca yol? tamam işte sonuna geldin, buldukların aradığının kaçta kaçı? -ne kitapsız ne kedisiz-




ama işte olamıyor "kalbi camdan, kabuğu buzdan, yaraları buzdan" sevgilim.. baş aşağı asılı o umut denen -gözleri yalnızca gece görebilen- yalanın hükmünde, buruşturup attığımız, yok saydığımız lehçelerin o şivesi bozuk sözcüklerine anadili öğretmeye çalışmaktansa, bırak dağınık kalsın siyahlara bezeli yarasa hüznümüz..-ziyan et işleri bakanlığı-


o masal günü gelinceye kadar susuyorum ve inanç denen o delikızıl rengin sularına bırakıyorum kendimi, saçlarıma rüzgar esse senden biliyorum.. - kendini inandıracak bir şey lazım bana- (bira ve kahve..)


sonra işte sadece 15 yaşında bir pamuk helva tadındaki güzellik;

bir "özge" şeker, çıkıyor diyor ki bana;

"-kader denen şey tam da burada başlıyor galiba?"
"-tam da bu çizginin üzerinde işte" diyorum ona, "ötesi berisi yok.."


anlıyor, kendi küçük, yüreği büyük bir kar tanesi çünkü o; eşi benzeri olmayan..



sonra mesela; sonra dünyanın en güzel "öykü"sü katılıyor aramıza, günümüzü gecemizi güzelleştiriyor, tek gerçeğin o olduğuna inandırıyor bizi, saf, masum ve melek sözcüklerinin yetersiz kalacağı bir büyü ve huşu halinde bakakalıyoruz ona, hoşgeldin diyoruz, yine de hoşgeldin.. dünyanın en güzel "öykü"sü çünkü o; su gibi, henüz yazılmamış.. içimizin güler yüzü oluyor birden, o tanrısal kokusu ve burukluğundaki babası için, güzelliği ve su katılmamışlığı için; meleklerin dualarına emanet edip onu, gün'delik deşik hayatlarımıza geri dönüyoruz kilometrelerden kendimize gökkuşağı yapıp.. büyümüştür şimdi; büyümüştür ya, gözleri ne renk oldu acaba?



sonra ben; şarkılar dinliyorum ancak; ancak şarkılarla bulabiliyorum yolumu, sol anahtarının kilidini açmadan, "anahtar deliğine kadar eğildiğimle" kalıyorum ve notaların alelade dizildiği o çizgilere basmadan yürümeye çalışıyorum -tanırsınız benim gibilerini boş sokaklardan-


şarkılara sığınıyorum bu "evsiz kediler sokağı"nda; zarfsız kuşlar gönderiyorum savaşın göbeğindeki o öyküsüzlere, "sevgilime mektup yazdım, postane yerinde yok" diyor şarkının biri.. -hem bak, şarkısı da kalmadı şiirin-

o nerden başlayıp nerde bittiğini hiç
bilemediğimiz gök kuşağını çözüp belimden; kıpkırmızı gidiyorum yeşile kandığım yerlerden..
-ardımda bırakıp, gül çağrısını-

^^bu şarkının neresinde gülmek lazım gelir?..^^


'30 yaşında sarhoşken nehre atlayıp sonra gözden kaybolan, insanı her dinlediğinde bir insan sesiyle neyi ne kadar gerçekleştirebilir gibi bir soru akla getirten, şarkı söylemenin çok ötesinde bir yeteneğe sahip kişi.. (Dido's Lament)


jeff buckley'ın şarkıları doğası gereği şarkı kalıbını aşar; bütünlüklü bir sorguya, iç karartıcı bir hissiyata, adı konulamamış bir huzursuzluğa,bir türlü hatırlanamayan bir kelimeye, kahkahanın en yüksek yerinde nefesinizin kesilmesi paniğine ve bunların hepsinden daha ötesi bir varoluş sorununa dönüşür. (New Years Prayer)

üstelik bunu büyük laflar yapmadan sadece ses çıkararak yapar.bir insan 30 yaşında neden intihar sayılabilecek bir davranışı sergiler ki? (Lost Highway)

dünyanın şifa verici bir yer olmadığı çoğu zaman taşınması gereken bir yük olduğunu keşfettiği için mi? (Dancing in the Moonlight)

yıkıcı bir hakikat olarak hayata katlanamama, onun yerine koyacak bir umut bulamama yüzünden mi? dünyaya gelmenin bir rastlantı yaşamanın bir zorunluluk olduğu amor fati'sinden kurtulma ihtiyacı mı? (Grace)

yoksa ölümün tümüyle olumsuz olmadığını eğer öyle olsaydı ölmenin mümkün olamayacağını kanıtlama ihtiyacı mı? (Lilac Wine)

acılarını birine itiraf etmenin aslında o kişiye acı verdiğini çok erken anlayıverip çektiği acıları dile dökememenin verdiği dilsizliğin bir gönül indirmeye dönüşen hali olarak ölümü seçmek mi? (Lover, You Should've Come Over)

hayatın başladığı an olan doğumun en uzun intiharın başlangıcı demek olduğunu bilip de buna katlanama mı? (Eternal Life)

yoksa doğum öncesi ceninken sahip olunan en ideal benlik olan okyanussal benliğe kavuşma isteği mi? (Dream Brother)

çoktan büyüsünü yitirmiş bir dünyanın bilinmeyen ve bilinmeyecek bir adasına ışıklı bir yolculuk isteği mi?..' (Last Goodbye)


çalar.. hep çalar.. Jeff buckley-Hallelujah

"Kumrular bana bir dal çiçek getirmişler. Yazı uydurması değil, hakikaten bir dal çiçek. Ne kumrular var şu hayatta. Ne efendi kumrular, ne nazik ve kumru gibi düşünceli... Kumrular, bir çift kumru gibi durdular öyle pencerede ben bu yazıyı yazarken. Kafalarını eğip eğip baktılar. “Sizi yazıyorum” diyesim geldi. “Sizi yazıyorum ve sizin gibi kumrular yüzünden hâlâ dünyanın döndüğünü.”Yatma bıçak altına sen de. Git kendine kendin gibi bir kuş bul, taze bir bahar ya da gamlı hazan. Böyle yaşayıp gidiyoruz çünkü. Yılıyoruz ve sonra yeniden ayağa kaldırıyor bizi bize benzeyenler. Sanki yeniden düşmeyecekmişiz gibi değil, öyle bir söz hiç vermeden. Ama hayat küçük bir şey zaten. Sen, ben ve senin gibi kuşlar. O kadar. Gerisi çoğu kez gaflet ve dalalet. Sonra işte kuşlar uçuyor, söz veriyorlar sana, senin gibi olacaklarına..."

"bizim uslanmaz ruhlarımız
hiç kumrulaşabilir mi?
suskuyla yanyana oturan iki kumru…
iki sevgili yanyana oturarak
uzun süre hiç konuşmadan
yani kumrulaşabilinir mi?"