eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Benden öncesi ondan sonrası yokmuş çünkü ben değil bahar sarhoş olmuş. Rodos güllerinin yüzünü güneşe dönmesine az kalmış belki de. Uyurken yüzüme esen baharla dönmüş başım, öyle çok gezip; Atlas Okyanusu’nda uçak, Ege’de kayık, Akdeniz’de ada olmayı hayal edecek kadar hem de. Havai fişeklerin arasından paraşütle atlayacak kadar belki de. Uçtum. Finike portakal çiçeği kokarmış bu zamanlarda çünkü bahar sarhoş olmuş, ben değil.

Katranka çiçeğinin kokusunu bildiğimizin öncesi ve sonrası olarak belki de. ..

Bahar sarhoş olmuş çünkü mavi yeşil ne fark edermiş; her şeyi iki tane görür olmuş bahar, çünkü arafın kıyılarında kendinde renk arar dururmuş, ama yine de gökkuşağını beline sararken zaman durmuş; öncesiz ve sonrasızmış çünkü artık yağmur güneşüstü renklere koşarmış. olsunmuş, hiçbirşeyin bed'eli yüzü görünmezmiş artık çünkü bahar sarhoş olmuş.





Hiçbirşey umrumda değil benim çünkü öyleymiş gibi yapıyorum çünkü bahar var, mor ve parçalı güneşli her şey. çünkü kuşlar hala var.




Bana yabancıların, ışık sandıklarımın, sahteliklerin bıçakaltı sürgünlüğünden sıyrılıp, baharı görebildiğimdendir belki en çok; ben artık kendimle uzlaşmak, bronzlaşmak biraz da yozlaşmak bile isteyebilecek kadar u'yanığım artık ve gün dönümleri, ilkyaz esintileri, kuşluk vakitleri ya da sabah ezanları, tüm zamanlar, tüm sesler çiçek açmış baksana! diyen bir şeyler var içimde bi yerlerde çünkü bahar sarhoş olmuş körkütük...

Ve her şey ama her şey küçücük bir çocuk eline kalmış; dünya onun için dönsün artık o kirlenmesin n'olur elleri hep böyle kalsın elleri k'ana bulanmasın kimseye "adam"lığını ispat etmek için kalkmasın o eller, kimseye yalan d'okunmasın, kendi olsun bi' tek, başkalarına benzemesin hep böyle kalsın o elleri küçükcük minnacık gözleri yıldız kalsın böyle hep, böyle saf, böyle duru, böyle dünyadan bihaber olsun n'olur; Ayberk bize benzemesin...



Adı gibi aydınlık olsun ömrü; elleri ceplerinde bi türkü tuttursun, saçları güzelim saçları dalgalansın rüzgarda, kırmızı en çok ona yakışsın, ağlamasın hiç hayatla cebelleşmesin, ona hiç siyah bulaşmasın beyaz kalsın n'olur o elindeki yanık izine ömrüm gitsin de o acıyı tatmasın onun elleri sadece bi kuşa, civcive, çiçeğe, böceğe uzansın, kendi gölgesine bassın sadece...

Dişleri dizleri dipleri düşleri dünleri dünya'ya sığmasın rüyam olsun o benim yanağımdan öptüğünde, hecelediği sözcükleri adımı telaffuz ettiğinde büyümesini istemediğim kadar kirlenmesin kirlenme kirlen me siiiiinnn!!!



Baharmış nisanmış başı dönmüş toprağın dile gelmiş evren sözcük yerine çiçeklerden cümleler yapmış ama işte yine de ben böyle yarım yamalak yalınayak yalpalayarak yalın ayaz...


Bir ayağımı diğerinin önüne atacak mecalim yokmuş sanki boşlukta sürüklenen ters dönmüş paraşütler gibi acırken, arkama bakmadan gidersem eğer, geri döndüğümde orada bıraktıklarımı tekrar bulamama ihtimalinin bilincindeyim. Bir kez tanışırsın, bir kez bulursun. Duyup dinlersin, sonra değersin, dokunursun sonra teninde istersin sonra özlersin sonra doyamazsın sonra bir şeyler söylersin ve o dediklerin sadece biran kalır havada. Yok olur giderler anında. Ve ya da ama; çevirip çevirip dinlediğin eski aşk şarkılarından daha az yalandırlar. Çekip gidersin.


Ya da kırılmış güneş rolü kesersin yine omuzlarını düşürüp korkuluk taklitleri yaparak. . .




Çok, çok zor bi gündü bugün benim için. Savaş boyalarımı sürüp, kendime yeni cepheler kazdığım bir mahşer yeriydi. Keşke hiç doğulmasın, doğulamasın arkadaş! 1-0 başladığın bi hayat veriyorlar sana bir de kırık kanatlar, hadi kazan şimdi öne geç, dimdik dur, uç yorulmadan... neden? tanrı istediği için mi? öyle olması gerektiği için mi? kader mi yazgı mı ne? insan, hep kendine oynayan bir pandomim mi? ya da "vur-kaç" taktiğinin o hep kırçıllı yüzeyinde beyazlara basmadan yürümenin mecburi olduğu sınırdışı hezeyanlara sürülmek zorunda mı? yoruldum. çok.


Geçen gün trende dağların, tepelerin arasından geçerken çok istemiştim oysa o köylü kadınlardan biri olmayı. akşamüstü güneşinin ışıklarından saçlarına taç yapan çocuklardan, zencefil zamanlardan kalma masallardan biri olmayı çok istedim. belki daha kolay olurdu o zaman herşey. "ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi" olurdu belki. ne eksik ne fazla. dengede dururdu zaman ve biri yerinden hızla, hiç beklemeden, aniden kalktığında ben; savrulup gitmezdim belki hiç bilmediğim yerlere.


şimdi saat 00:00 olsa, arabam balkabağına dönüşse ve zamandan kaçarken ayakkabımın tekini yolları hep aynı boşluğa açılan o şehrin eşiğinde unutsam ve ayakkabı numarası benimle aynı milyonlarca aynı kız olsa şehirde; ne değişecek? ya da kırmızı başlıklı kız'ın kurda kuşa yem olduğu bir gecede "senin gözlerin neden bu kadar büyük" diye sorsa bana biri, ben de "seni daha iyi duyabilmek için" diye cevap versem de o kertede bütün uzuvlarım seni duymaya yeltense; ellerim seni dinlese mesela, burnum sana kulak verse, sen konuşur musun bütün hücrelerinle? veya pamuk prensesin 7 cüceye duyduğu minnet borcu da ses titreşimleriyle alakalı mıdır? benim sana duyduğumdan çok farklı ya da aynısı olsa; sen anlar mısın beni? duymayı dener misin?
veya ne biliyim; bu kadarı çok fazla ama alâaddin çıksa mesela neon lambaların içinden; dile benden ne dilersen diye dile gelse;


-söyle ona biraz değişiklik istiyorum, bişeyler yapsın.-napsın?-elime kahverengi bir kalem vermekle başlasın işe sonra beni yıkasın, odamı toplasın, insanları sevsin benim için, sarılamadıklarıma sarılsın, söyleyemediklerimi söylesin, bir peçete tutuştursun elime, saçlarımı tarasın, okulumu bitirsin, kalp atışımı yavaşlatsın, sıradanlaştırsın tamamımı, yoğurt isteyip istemediğimi soran köfteci yapsın beni, az daha bana çarpıcak olan taksini şoförü yapsın, yüzmeye götürsün beni mesela, kayığa bindirsin, karnımın üzerine bir bıçak koysun, karnım şişmesin.


inansın içim bişiylere sözcüklere kansın ya da uyansın artık masallar; bir tek paragraftan ibaret olsun herşey; çok mu?


"Evet bir şeyler olmuş gibi görünüyor,görünüşe bakarsan bir şeyler olmuş gibi, ama gerçekte hiçbir şey olmadı,hiçbir şey. Sen yerden göğe haklısın Willie. Yarın şemsiye yine burada olacak, bu tepeciğin üstünde yanıbaşımda, yine bütün gün yardım edecek bana. Bu küçük aynayı kaldırıp bir taşa çarpıyorum parçalanıyor, sonra fırlatıp atıyorum, yarın yine çantada olacak, üstünde tek çizik bile olmadan, yine bütün gün yardım edecek bana. Hayır, hayır insan hiçbir şey yapamaz. Bence harika olan da bu işte, her şey böyle...böyle olağanüstü."
samuel beckett/mutlu günler



Bi'de ; onu bunu boşver de; Haydarpaşa Garı'nı da otel yapacaklarmış; Kızkulesi'ni dövize endeksli denize eğreti koyduklarından sonra çirkinleşmek adına bir adım daha işte! İstanbul kazan biz kepçe, birer birer azalıyoruz kan emicilerin karnı doysun diye, sırf birilerinin cebi daha çok dolsun diye siyah-beyaz kalıyoruz fotoğrafın soluksuz kaldığı yerde...




Neyse çok konuştum yine dimi; mümkün olan en kısayoldan, çizgili yerlerden sesimi kesiniz artık, ya da vurunuz, dövünüz ne biliyim, gücünüz yeter nasılsa...



...Hep gitmek şimdilerde fikrime düşen. Nereye, niye, kiminle olduğunun hiç önemi yok. sadece gitmek... sır't çantamda kendimden başka herşeyi götürmek ve zehirlerarası yollarda onca zamanın bilançosuyla, geçmişin izini, geleceğin eskizini çıkartmadan sadece gitmek... Elektriklerin kesildiği bi odada çay tabağına iliştirilmiş bi mumun eriyişi gibi bir hissiyat bu, giderken en çok kimi götürdüğünle alakası yok, sadece kokusu var biraz gerçeğin...


Yazı kadar çıplak ve çıplaklık gibi gerçek. Yol hikâyeleri gibi belki, keşfetmek üzere olduğun kadar uzak. Hani sanki ‘iyelik’ kadar da yakın olacağını hissederken… Gitmek istediğin kadar heyecanlı o zaman hayalini kurduğun yere. O yer ki, yanı mı? O yer ki, hayalini kurduğun kadar iliklerinde ise, sen ki bunları söylerken farkında olmadığın bir gülümseme yer etmiş yüzüne…O yer ki, bilmiyorum aslında neresi… Ötesi yok mu var mı bilmiyorum. Ama aradığın yön, yolunun üzerinde çıkmıyor hep. Yürüdüğün yolda kaybolmazsan belki, bulamayacaksın kendini. Ve hep didik didik ettikçe beynini, ne istediğini bilmeyenlerden olacaksın. Zevk alacaksın tatlım bundan. …


Oysa biz bunu hep yaptık di mi, kendini kandırma mekanizmasının sahibinden satılık düşlerine kiralandık ya da belki'lerle sulandırılmış konsantre meşrubatlardan "overdose" aldık. Biz hep yaptık bunu. Ellerimize bizden başka çare yoktu, bilirdik ama gene de ötekine olan merakımız bizi berikinden uzaklaştırdı, kendimizden taşındık en çok, üzerinde "handle with care" etiketli kalplerimizle diğerine t'aşınmayı mevcudiyetimizin yegane temeli kıldık.


Sonra ünlü ve ünsüzleri, noktaları, ünlemleri ve en çokta soru işaretlerini kaydederken, satır aralarından okuduğumuz cümlelerin altlarını çizdik siyah kalın çizgilerle. Kaydettik bunları zihnimizin bir köşesine yavaş yavaş, biriktirdik, sonra saklamaya başladık. Sakladık ve yine biriktirdik. Oradan buradan toplayıp biriktirme ihtiyacımıza anlam veremedik. Biriktirmek ihtiyaçtı ve zaten sevdiğimiz - ki çekici geleni sevdik - anlamsızlık değil miydi? Bünyemize garip ve büyük geleni taşırken yabancılaştık. Ağrıdı, biraz sonra acıdı ve kronikliği yaratınca fark ettik. Farkındalıklardan bahsetmeyi sevmedik, ihtimaller dâhilinde tesadüflerle selamlaştığımızı görmezden gelemezdik ki. Sana mavi adını verip ona deniz demem gibi basit. Ne kadar net o kadar gerçek değildi. Gerçekle doğrunun hesabında, kırık bir aynaya yansıyan görüntüler gibi çoğalıp önce, sonra sonra başka yollarda ilerlerken bir başkası olarak yaşadığımız süreci gördük. Seyircisi olduk, kostümü ve maskesiyle sahnede parlayan kendimizin.Ve her daim kendimizi başkalarından daha az umursadığımız için mi cesurduk? En çok ne kadar? Zihnim yalnızken özgürdü. Ancak o zaman kendime inandım. Asıl ait olduğum yerde büyürkenki gibi aldım pozisyonumu, sulara gömüldüm, tekrar hayallere daldım. Cenin oldum, su yuttum.


eskişehir-tren-istanbul(köprüyü geçmek-toprağı öpülesi)-otobüs-tekirdağ

home sweet home

memleket kokusu- aile saadeti- anne sıcağı-mercimekli köfte

paslı bir vidanın içeride bir yeri burup geçmesi, sesini kısmadan...

yeter bu kadar.

derman yok.

gerek de...

Eskişehir'de, zamanın hafızasını yitirdiği bir dost evindeyim. nasılım? kötü. yine mi? evet. aslında değilim de... elimde olmayan nedenler yüzünden... iyi de değilim. bana göre bir şey değil zaten iyi olmak, doğama aykırı. neyse. anlatiyim. yine bunu neden yaptığımı hiç bilmeden... güzel başladı önce herşey. bursa-eskişehir karayolu çabucak geçti, anadolu üniversitesi sınırları içersinde alkol ayrıcalığı, güneşin cömert avuçları ama akşam çökünce kuyruk titreten soğuğuyla denge bozumundan sonra öz zen'in şirinötesi evi... yani evet güzel başladı herşey. olması gerektiği gibi. geyik-yemek derken uyku çöktü bünyeye. peki. uyumaya teşebbüs. yani uyuyamadık ve daha bir sürü şey işte... sana her şeyi anlatamam dimi blog?

diyceğim; hayat garip, insanlar da. anlamaya çalışmıyorum. böyle de bir dinginlik hali. ama kabullenmek başka bir şey. kabullenemediğin çok şey vardır ve bunlar kafanda dolanıp durdukça, beyin lobundan alyuvarlarına döküldükçe, sinir sistemindeki kıpraşmalar zig-zag halinden düz bir çizgiye dönüştükçe, hiçbir kalp masajı, suni solunum ya da yaşam destek ünitesi etki etmiyor işte. insanların karakter analizini yapmaya çalışmak değil niyetim; birilerini değiştirmek istemek, ya da neden böyle olduklarını sorgulamak da... sadece tek bir şey istiyorum. denge! bi öyle bi böyle, olduğundan farklı yüzler, maskeler düştüğünde açığa çıkanlar ya da konulduğu kabın şeklini alan değişken suretler beni -hala- şaşırtıyor ve en dayanılmazı, en alışılmazı da bu işte. en kabullenilmezi. çünkü belli bir kefeye koyarsın mesela bi insanı, sende belli bi rengi vardır ve ona göre bi imaj çizmişsindir kafanda ve ona göre davranırsın di mi? yok! ille kefe(n)in biri ağır basacak, ille üzerindeki yükler yere düşecek, ille bozulacak o denge... ille de bir illet!

neyse... "bu da geçer" avuntusu işte yine, hayatın ya da insanların ağırlıkları bir tutmak gibi bi derdi yok ki...

ertesi gün eksi(-)şehir(renkler kararınca isimler de değişirmiş bak) turu... porsuk-adalar-hera-güneş...






güzeldi'li geçmiş zamanlar...


yine de gülmek... buruk olsa da güneşin gölge oyunları...



keşke daha farklı olsaydı'nın yara izleri...

dost sıcaklığı sonra...


öz zen'in o hep gülen yüzüyle,



insanı metaforlarla dolu bi filmde hissettiren



bıcır bıcır sesiyle "iyi" olmaya çalışmak...


boş vermek... mış gibi yapmak...


veee... eskişehir hatırası mor şapka.


günün teselli ödülü. nası durdu? oldu oldu.

valla bak tam süp-per oldu. hadi çekiyorum. çeeek-timm!
cheesee!

ve bir ben iştee... deşifrenin de böylesi. bi fotoceniklik bi şımarıklık...
olsun o kadar di' mi? oldu bile!...
yüzüm çok parlamış benim, gülmüşüm, kendime benzemişim en çok ama bir benmişim işte yanıma kalan, sular, köprüler geçmiş üstümden, "göğe bakma durağı"nda kalakalmışım. donmuşum orda. eksikşehir'de yarım kalmışım. kendime bile yetememişim ama yine de... yine de gülmüşüm işte, dalımdan kırılmış, kendime b'atmışım...
yine de güzel işte bişiyler ucundan kıyısından. başka bi şehrin atmosferinde bahara yakalanmak, arka bahçe kahvaltısında göz kaçırmak umuttan, yeşile kanmak güzel.
"sen güneş kokuyosuun!!" diyen arkadaş günün en güzel sürprizi. bi tek işte, bu şehirde hiç serçe yok. o bi tuhaf. napalım. olduğu kadar.
(uzaklardan edit)sen bir şahinsin ben garip serçe
attın kalbime demirden pençe

gün dönücek yarın. gün dönümü. bahar tekrar gelicek.ezgişehir olucek belki burası. ben saçımda çiçeklerle olucam, ki nisanda bahar gelsin bi kar tanesiyle. bir sürü renk giymeye söz verdim, üstelik tam da "dutch vitrini işte, bahar geliyo adamlar renk olarak griyi seçmiş" şikayetimin üstüne.
gün dönse yarın. tam dönse böyle topuküstü 180.bahar gelirken bizim şarkımızı da getirsin.bi de ben etrafta gül goncası ariycam. yoktur ki.çaputaçaputaçaputaçat.çaput. gün dönsün diye. gün çaputu.
ama hepsinden öte ciğerimin sınırlarını keşfedecek bir çığlık atmak, şunca zamanki bütün nefes verişlerime rağmen hala çıkamayıp orda kalan en ufak karbondioksit kırıntısını bile dışarı atmak, yeni doğmuş da ciğer açıyomuş gibi sıfırdan başlamak nefese...evet çok istiyorum.yepyeni bi akciğerlerle sıfırdan nefes.müthiş olurdu.
o kadar kızgınım ki kime olduğunun hiçbi önemi kalmadı. konuyu dahi hatırlamayabilirim- halbuki hatırlıyorum. bi tek salak yerine konunca bu kadar kızarım sanmıştım... demek ki kendimi bilmiyomuşum, başka şeyler de varmış. ya da ikisi de aynı şey miymiş? yok ben çözdüm... doğru.. (a-ha!! efekti) hayatın bi evresinde bi kez daha kurmuştum bu cümleyi.. gerçi context farklıydı şeker ama text aynıydı n'apalım..."okulda yaptığı, panoya asılacak kadar güzel bulunan resmini büyük bi heyecanla evde velisine gösteren ama cevaben sadece bi 'hı hı' ya da 'yemek hazırlıyorum' ya da daha da fenası 'ay ortalık boya olucak kaldır şunu' alan ilkokul çocuu" hali. ruh hali.daha çok kırgınlık sanki? kızmak değil kırılmak değil... nasıl desem, aslında ikisi birden.pıt pıt pıt yere bi şi düştü kalbimden.pıtpıt pıtı pıt... derken..... PAAAAT!!!kıssadan hisse: kelimeleri havaya bırakıyoruz ya... orda kalmıyolar.

anlamaktan da anlatmaktan da vazgeçtim ben.bi anda oldu. elimde kıymalı makarna varken, bi anda, 21. yy teknolojilerini kutsayacak bi şekilde >puf!<>
ama yine de en kötüsü henüz olmadı.

tam bitti işte derken, daha ne olabilir ki derken, evet işte zurnada delik kalmadı rahatlığına düşeduruyorken,
infilak gibi gelmesi ardarda heryerden, herşeyden, daha kötünün...
nafile direnci, grogi bir boksörü pataklar gibi, küçük düşürücü vuruşlarla yok edip...
mutlak bir edilgenlikle izlenilen ancak, kanıksamayı kanırtan ve delen bir matkapla şakağından,biliyorsun artık, bilmenin ürkünç palyaçosundan gelen kahkahaya donuk gözler ile bakarken,
yanacak canının kalmadığını...












Bazen değişir dokusu, vurgusu, kurgusu hayatın; içinde yazmakta olduğun kaç(?) kişilik senaryonun kadrajından sıyrılır renkler; siyah-beyaz (ki onlar da renk değil mi) tümcelere bölünür kareler; ve sen öykündüğün o an'a, yalnızca o tek sahneye odaklanırsın. nedir o an? türbülansı olmayan bir odada sigarayı tutuşu belki birinin, çok alakasız bi' yerde söylediği bi' söz, gözünü iliştirdiği küllük, ya da elini başına götürürken yüzünün takındığı ifade... yetmez; içine kazıdığın yüzler tek bir silüete dönüşür yavaşça; ve o karenin aldığı şekiller geometrisi olmayan bir konveks dörtgene dönüşür; dairenin kapsadığı taralı y'alanla kesişir ve tanımsız düzlemlerde çakışır bütün kareler üstüste; yetişemezsin. susmanın coğrafyasında yeşiller de vardır hani; özlemenin haritasında açık ve koyu tonlara bürünen, yükseltisi arttıkça... ya da iki meridyen arası uzaklığın bir geceye eşit olduğu kıtalar... okyanus diplerinde med-cezir bakışlı balıklar ya da, albatros kuşlarının kendine yem aradığı takımadalar... hepsi ama hepsi sefildir işte artık, sadece o kareye ödünç verdiğin için içindeki ütopyayı...

Hani zamanın kendine dur diyemediğini hissettiğin o cılız sesler vardır; kulağına çalınır, çalınır ve sen artık...

"Bir intikam gibi saldırınca üstüne, yüzüne şarkılar çarpar, yüzüne şiirler çarpar, ağlarsın. sen artık buralarda duramazsın."

Kapı eşiklerinde bekleyen sızının kimyasını çözemezsin hiç; anahtar deliğinden bakmaya bile ürkersin ama o sızı; hep ordadır işte, heterojen bir çözelti halinde pıhtılaşmayı bekler. Her yerinde farklı dağılımlar gösterir kalbinin ama kalbin hala sol anahtarı şeklinde bekliyordur orda; yeni notalara güftelenmeyi. Ama hiç bilmezsin, duş altında ağlamaya teşebbüs ettiğin anda küvet deliğinden döne döne süzülüp gideceğini.. "notaları kurşunlanmış bir şarkıdır" artık yalnızlık ve o çözemediğin düğümlerin en kör noktasından kırılır hüzün, en küçük yapıtaşların bile reaksiyon vermez artık, susarsın;

"Artık sazın bağrı mı olur, kimsenin bilmediği bir ağrı mı, gider kendine gömülürsün. Yoksa bu şehir, bu sokaklar seni alır kullanır, seni alır kullanır. santim-santim çürürsün."

Akrep ve yelkovanın kendiyle aynada cebelleştiği sus zamanlar işte, pus talanlar... yaşamın geceyle vuruştuğu mikro(p)evrenin genetiğinde çift dizilimli rüyalar... hepsi bir kenara; sen tüm bu farkındalığın yakasına iliştirdiğin o sessiz harflerin kuy(t)usunda hiç bir sese -artık- hesap sormadan, boğazındaki düğümü çözmeye çalışırsın; hiç bir köprüye gerek duymadan...

"Bazen bir uçurum kalır, bazen de martıların ardından velvele koparan bir leş kalır, bir intihar gibi puşt olunca sevdalar. Sırtını duvara yaslar, sırtını ağaca yaslar, susarsın; sen artık hiçbir sözü kaldıramazsın..."

susarsın, damla damla azalarak...

ve susmanın adı 1. tekil bir paragrafa dönüşür;

taramalı saat seslerinden bir sonat besteliyorum. eşlik et bana pencere kenarından. başının düştüğü yerlere es koyarım. sen bana bakma, ben bazen çok es koyarım. senin fısıltıya dönen sesinden başka söz istemem. tam şimdi kilometre kilometre atlıyorsun portelerimden.. elimde kalan tüm notalar kısa kesik yol çizgileri. es. es. es. bunlardan beste yapılır mı? ben yaparım. tüm enstrümanlara sustururum o es’leri. en çok da bir viyolonsele sustururum. insan sesine en yakın ses onunsa, insan sessizliğine en yakın “sus” da ona ait olsa gerek. bende şimdi bir gam. adı da la minör. balkona astım nemli gözleri kurusun diye. kurusun, uyusun da büyüsün diye. ninniler bile söyledim. kandıramadım. bende şimdi bir gam...

kaçmak var şimdi. o lacivert ülkeye...

çalar...gurbete kaçacağım-yeni türkü...


Diyalektik bir rüya icabı aynı derede iki kere yıkanamazken, aynı yerde, aynı durum ve biçimde 2, 3 ve katları kadar ölmek veya acı çekmek ne'ye delalettir?

neyim ben?

beni beden olarak biçimlendiren kendi hacmim mi? yoksa dışımdaki hacimlerin bıraktıkları boşluk kadar mıyım??

ne o bitmez tükenmez özgüvenin soru işaretlerine mi takıldı yine? hangi zarlarla çevrili o kendine düşeş inancın? neyse boşver şimdi bunları. sezmesin kimse ruh inceliğini, gerçekte kırılıp dökülür olduğunu, kabuğunu ne kadar kalınlaştırmış olursan ol, zedelenmeyecek kadar sertleştirememiş olduğunu... nereye kadar kaçacaksın kendinden, hayattan, herşeyden... bu köşeye sıkışmışlıkta -hala- kaçabildiğini sanarak hem de... bu boşluklar, bu uçurum kenarları, bu okyanus dipleri, bu yangın yerleri seni daha ne kadar b'arındıracak içinde..?

ne olacak bundan sonra? buradan nereye gidebilirim? yürünecek bir yolum var mı?

DÜNYA BU KADAR MI..?!!

Çalar...portishead-mysterons...did you really want..???





"aslında biliyorum, tüm bu anlatma, anlama'n, anladım'ının yüzgörümlüğü takıcısı olma isteğimin, uçan balon kıvamını, herkes kadar.

biliyorum ki yol yok, o bok çukurlarına bata çıka geçmenden başka, senin de, benim gibi.

fantazyanın yeldeğirmenlerine panik atak'lıyordum işte..."
(n' AF ile orik... naçizane...)




...kıstas almayacak büyüdüğün şehir seni. dışardan kulağına çalınan seslere bir anlam veremeyeceksin. bahçedeki tırtılların kelebek olmaktan vazgeçtiği siya'nür bir gecede ellerine bulaşacak kofluğun zehri. kendini tutsak ettiğin, umut sandığın renkler göğe karışacak bir bir ve bahar; alacaklı gibi üzerine yağmur diye yağdığında, şemsiyeni kendine en yakın sığ'ınak edeceksin. geçmiş ve gelecek üzerine harlı kalp çarpıntıları bırakmak yerine, gelmiş ve gidecek olanın yakınında bir kanaviçeye iğreti ölüm hakkını teslim etmek daha doğru, daha dokunaklı! işte bunu bildiğin için en çok, buna inandığın için; "ömür ölümün önsözü" olacak ve sana kalan herşey biraz eksik olacak, biraz yarım. bunu ayrımsadığın için işte!..
ama yine de;

" ağlamayacaksın.
ağlamak, iki kirpik arasına kurşun sıkmak gibidir!
uzun uzun yürümektir ağlamak;
ağlamak; eğer okuma-yazma'n yoksa sahicidir!"(k.isk)

bunu da anlayacaksın sonra bir sabah; aynaların kendini mat ettiği bir yerde elinde ikinci el bir gazete küpürüyle öldürmeye çalıştığın sinek kanadı olacak hüznün, aynadan kazımaya çalıştıkça kirleteceksin kendini. heyhat! o sen değilsin ki! ayna o... sonra boğazına sarılan soru işaretlerinin, g'üç noktaların arasından bir sükut-u hayal yaratacaksın kendine; hiç bir zaman senin olmamış ,olamayacak bir renge bağlı zincirin, suça yazgılı halkaları olacaksınız. ki zaten uzaklığı yetecek sana onun, çünkü içinde yaşayacak sadece, hiç bir zaman gerçek olmayacak.

"Eğer gerçek olsaydın, nefessiz kalabilirdim, senin nefesini içime çekerken boğulmayı isteyebilirdim. Kokunu duyamayacak, kalp atışların kulağımda olmayacak kadar uzakta, ama geleceğini bildiğim kadar dibimde olsaydın eğer,’seni özledim’ cümlesini kurmanı istediğim kadar çok sabrederdim ve beklerdim gelmen için. Bilmem kaç gün geçecek, uyanacağız, uyuyacağız sonra sabah olmuş olacak ve işte o gün sarılacağız. O zaman huzurla değecek kirpiklerim birbirine, başımı göğsüne yaslarken. Bir önceki cümlenin gerçek olmasını istediğim kadar. Beklerdim. Öldüğünü senden duyma ihtimalinin gerçek olduğuna inanmak istemediğim kadar çok sabrederdim. Eğer sen gerçek olsaydın."

diye tümceler, paragraflar geçecek belki bi' an aklından, kalbine nazır içine vuran şarkılar düşündürecek belki sana bunu. boşvereceksin. her zaman yaptığın gibi. "belki böylesi daha güzel", gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu"(özdemir asaf)" ya da ne bileyim; "iki rayı gibiyiz bir tren yolunun(s.a)..." vs. mısralar üşüşecek zihnine...
(avcumda ne çok soru var seninle paylaşamadığım.çift sarılı yumurta. ne zaman böyle bir yumurta kırsam: sen ve ben. çift çetrefil. beraberimizdeki birikimle birlikte köpürüyoruz.)
sonra biri artık kendine hakim olma sınırlarını aşıp, kendine sanık olma konumuna geçecek.

ecza yok.

eza yok.

ceza, hep...

ve sen bunu bildiğin için işte en çok, kendine yalanlar söyleyeceksin satır aralarında, ayışığına ödünç verip güneşi, kendine yeni kuytular arayacaksın...

demedi ki kimse bana!...

Cumartesi

sabah 7.30: uyku. zehir uykulardan. 4.00: uyanış. en geç kalmışlardan. kaypak bi merhaba güne.

nette bir oraya bir buraya gezinmek. yetişememek hiçbirine. aramak. bulmayı istemeden. çok şey öğrenmek istemek ama süzgeç zamanlara yenilmek. hayattan kesitler mesela. insanlar. gazetelere bakınmak. 33 ölü. hepsi ilkokul öğrencisi. ziyan olmak. 33 bahar yaşta güz ... ağlamaya teşebbüs. sonra hayvanlar.
* düşünsene gerçekten kapı çalıyo bi açıyosun karşında timsah var.meraba diyo falan.

-kızım meraba demez ki. sesi kalındır kesin onun.mörhağbaa marhağba falan der.

*anladım

olay Florida'da gerçekleşiyor.yemek yiyen çift evlerinin yanındaki gölde timsahı görür görmez sofrayı toplayıp evin içersine geçiyor.sonra etin kokusuna dayanamayan timsah kapıya dayanıyor.ve bunu gören karşı komşu olayı görüntülüyor.Bizzat Geo dergisinden... öehh...

ıssızlık. duman. kampüste ölüm sessizliği. gece tek başına çıkılan yürüyüş. köpekler. korkulardan arınmış olmayı istemek. ama yürümek yine de. adımları hızlandırmak. yurda dönüş.

Cumartesi gece

sonra bir telefon sesi. dünyanın en güzel insanlarından biri. arada bi' beni uyuz eden ama en güzellerden biri olduğu gerçeği değişmeyen biri. mavi biri. sessizlikten beni çekip çıkaran biri. maviyi laciverte dönüştüren biri. ıssızlığı gürültüye dönüştüren biri. gözgürültüsüne... gülümsemeye... gidilemeyen cem adrian konseri. odam kireç tutmuyor. (bkz: en üstteki video)sonra high out! yüksek volume. votka red bull. kendini başkalarının uzuvlarında arayan insan kırıntıları. iki ters bir yüz yaşamlar. nereye baktıkları, ne oldukları, ne olmak istedikleri kendilerine kalamamış insanlar. yarım kalmışlıklarının acısını fondipten çıkaran zihn-i et. boşvermek sonra. -midem bulanıyor galiba dünya tuttu- temalı renkler etrafta. no never again!...

gece sonra. çok gece. gepgece. anlatılanlar; trajik korkular, birebir yaşanan, elle tutulacak kadar yakın ölümler, ağlamaklar, bu kadar basit işte'ler bugün varsın yarın yoksun'lar, bu gerçeği bi' türlü kabullenememek. boşvermek sonra. hayat insanın ölüme karşı en büyük önyargısı değil mi?...

Cumartesi sabaha karşı

gitmek, yollarda hiç susmayan bir ses, birbirine karışan iki ses, iç sesler, çapraz, türdeş, homojen sesler. çorba sonra sabaha karşı. sadece onun askerlik anılarını dinlerken hiç sıkılmamak. çünkü mavi o. balık olmak lazım onun yanında. boğulmak ne mümkün...


herkesin hayatında en az bir kez düşlediği bir ev. sadece hobi evi değil, yaşanası. masal değil, rüya değil, capcanlı. ne alfred hitchcock filmlerindeki kadar ürkünç, ne de mr&mrs brown evleri kadar sahte bir dekor. küçük. soğuk. ama sonra bi anda koskocaman. sımsıcak.
sonra... sonra bir de uzaktan bakılan bir ev. eski. ateşe verilmiş. yangında ilk kurtarılacaklar kül olmuş. ama artık içini sızlatmayan sadece arada bi yokladığında bir yangının külünü artık hiç bir zaman yeniden yakıp geçemeyecek anılar... yine boşvermek...

Pazar sabah.

çok sabah. kelebeklerin sokaklara döküldüğü alabahar günlerinden biri. uğur böcekleri. terlik pabuçla kandırılmış çocukluk düşleri. kahvaltı. annenin yaptığını özleten börek. sımsıcak çay sonra. sohbet. bütün özlemleri unutturan.

Uyku sonra yine. Ama bu kez öyle sancılı değil. Huzur... öğleden sonra uyanmak.

Ve ertesi günkü ekonometrik analiz sınavı. regresyonlar, çok değişkenli modeller...iyi de bananeler. ders çalışmak zorunluluğu. başlamak artık.

Başını alıp, dilini çıkarırken, zamanın seni üzmesine aldırış etmiyor rolü kesip bir yandan nanik yapmak. Hani şarkının kendini uçurduğu, zillerin kırıldığı yerde.Değil ki bu yorulmak. Bu hareket etmeden, ayakta durmaktan sıkılmak belli ki.

yüklemsiz tümceler. öznesiz cümleler. gizli özneler... renklere kanmak.
geri sayım. 3 2 1 ...0'ı es geçmek, eksilere düşmek direk.
kendine iyi bak gözleri bu satırlarda gezinen. peçeteden şey yap. gemi.
karpuz kabuğundan da olur ama yaza var daha...


Hayır hayır edebiyat parçalamiycam bu kez. sadece biraz saçmalamak istiyorum. içimden geldiği gibi... kasmadan. relax... noktalama- imla kurallarına dikkat etmeden hem de. sadece kusmak... bütün ünlem, virgül üç noktalardan sıyrılarak... biliyorum istesem de yapamiycam bunları. kısa cümleler de kuramiycam. belki de kurarım. yaparım bunu evet. ama su gibi olmak istiyorum bugün. sadece akmak...üç nokta...

sabah oldu bak. gün aydı. yine. o bunu hep yapıyo... sabah, hep oluyo tanrım, bunu hep yapmak zorunda mısın? yeni bi güne katlanmak, uyumak, yemek yemek, sonra kahve yapmak, sigara içmek, en depresif şarkılara ziyan olmak, sonra ne biliyim, kapının arkasındaki anti sigara "no smoking"lere bakıp kalmak, annemin yüzünü hatırlatmak zorunda mısın bana? ciğerlerime bişey olmasın diye sabahlara kadar başımda bekleyen meleği,dumanın her savruluşunda gözlerini aklıma getirip getirip beni ziyan etmek zorunda mısın? yazık etmek zorunda mısın tanrım?!!
yalnızım. yalnızlığı sevip sevmemek arasındaki o ince çizgi hep. hani yalnız da olunmaz yalnızsız da. gibi...

ellerimi boyalara batırıp deliler gibi resim yapmak istiyorum mesela; şimdi dışarı çıksam deliler gibi yağmur yağsa boyalar silinse ellerimden bir bir, ama ben yine batırsam üstümü, çapçamur olsam... olsun ne farkeder? yıkanırız geçer. bi silkiniriz geçer. alışkınız buna. geçer nasılsa... geçmez aslında ama işte bu da geçer...

istanbul'da bi eminönü vapurunda olmak vardı şimdi, zemheri soğuğa rağmen montumun kollarını uzata uzata, titreye titreye fotoğraf çekmeye çalışmak ve içerde bana kıçıyla gülen yaratığa el sallamak...
yok yok boşver şimdi istanbul'u. bi de ona kanama. ona yanma bi de.

kendini resetleme mekanizması olmalı insanın. balık olmalı mesela.üç saniyelik hafıza. oh miss... hayata bak. oraya buraya çarpıcaksın mesela bi sürü tehlike atlatıcaksın, çok aciycak ama...a-aa! yok. unutmuşsun. tamam üç saniye olmasın.
24 saat? öf banane." elli ilk öpücük" filminde vardı bu... bi de..yeah beybi; "eternal sunshine of the spotless mind" o ayrı bişey gerçi...

insan niye böylesin sen? hayvan olsana iki dakkalığına. içgüdüsel yaşa mesela. kalp denen zımbırtıyı o güzel kafana hiiiçç takmadan, sadece yaşa. o da mecburiyetten ha. kuş olmak var sonra. onu da anlamam hiç gerçekten kuş beyinli diye bi kavram var heralde. benim kanatlarım olucak ve uçabilicem de 2 ekmek kırıntısı için kendimi paraliycam. git banka soy mesela. salah.

öf güneş vurup durma odamdan içeri odamın ışığını hala söndürmedim ben. yani hiç gerenk yok anlıyo musun? yani var da. şimdi değil. tağam kendimi bi bok sandığımdan değil. kızgınım sana biraz ondan. zamanlama problemim var dostum seninle. ne zaman doğucağını bilmiyosun hiç. ok problem is me!

niye böyle? neden neden neden? bu kadar zor olmak zorunda mı? hayır kendime kızıyorum en çok, zor değil ki aslında hiçbişey. ben öyleymiş gibi yapıyorum ve aslında büyütücek bişey yok ve aslında "takma kafana tokadan başka hiccbişee"
diyen bi canın sesine kulak kabartmak da zor değil. yüzeye in biraz lem. şşşt sana diyorum. kendim. bak bi.

ah anne, beni bu kadar sevmek zorunda mıydın? vebal gibi. altında kalıyorum senin sevginin biliyo musun? eziliyorum. bilmiyosun. bilemezsin. ah anne ben ne uçurumlardan düştüm bi bilsen. ama bilme n'olur, yapma anne ağlama, duyma beni. iyiyim ben. sırf sen annemsin diye, sırf benimsin diye, sırf o kadar yücesin ve hayatımın anlamısın diye. hiç söyleyemedim sana bunları. hep acıttım, üzdüm.
özür dilerim anne, affet! çok sevdim seni ben, hep. kendimden bile çok. o'nu da tabi. belki onu en çok. yok diye anne, darılma sakın. ama var aslında biliyorum. buna inanmasam... yok anne yaşanmaz...
"güzellerim benim" demişim küçükken size, bi istanbul yolculuğunda şarkılar söylemişim, sonra şimşek çakmış, allah baba fotoğraf çekmiş bizi, ama negatiflerini vermemiş geri hiç; şimdi o fotoğraflar orda bi yerlerde çürümekte...ama içimde. hala taze anne. bil-me!
kırık işte kanadım anla; sen herşeye yeterdin bilirdim, yetersin anne, sen fazlasın hatta, hiç sarılamadığım kadar sarılasım var sana, hiç söyleyemediklerimi bağırasım. yapamiycam biliyorum. yapma anne ağlama!


ikimizin yerine bak gözyaşlarım, sen ağlama!

tamam depresifim yine evet, darmadağınım. geçicek be can...
hatta geçiyo bak. seni tanıdığımdan beri içimden bi gemi geçiyo. hep...

şöyle bişey belki;

Huzurla uyanacağımızı içten içe hissettiğimiz bir rüyaya dalmak üzereyken belki de, aynı evin farklı odalarındayız önce. Sıkılganlığımızın sebebi aslında duvarlarımız ve yaşam destek ünitelerimiz. İşte sadece kendimizle kalabilmek için elektriklerin kesilmesini bekliyoruz. O zaman gerçek aydınlığa kavuşacağız sanırım. Ne o, ne kimse, ne onlar, ne siz. Sadece kendi gerektirdiğin gibi. İstediğin ve içinden gelen gibi. Yatağına uzanıp, ellerini ensende birleştirdiğinde kurduğun hayallerdeki gibi aynı. Sen. Kurduğum yüklemsiz tümcelere aldırış etmeden.Sancılı bir doğumda sanki içimizdeki canlılığın kaç katına çıktığını anlayamayan bir hissiyatla, heyecanlanmak elde değil mi diye düşünürken. Ki değil.Kısa süredir kafamın içinde bu his ve başka yerde var olması mümkün gözükmüyor mu? Görmek için bakmak istesem de. Bilmiyorum galiba.Göz ve ten uçurumsa ve varlığımız uçurumdan atlarken güven ve huzur bulacaksa, yarın uyanırken ben, başucumdaki eller deniz koksun sadece.


bilmiyorum. ölsek ha?
tamam tamam sustum!


iki kişinin geçtiği, yol değildir. o; yalınayak bir şeydir, yalpalayarak... misal, "yollar artık iki kişinin geçemeyeceği kadar dar" (ismet özel)derse üstad; yolunur saçları titrek adımların, ismi okunmaz artık nikah pabuçlarında hiç bir evde kalmış umudun... oysa, nikah dairelerinin çatıları da birbirine benzer, en az iki kişi kadar. dairenin çevresinin çapına oranı pi'li bitmiş öykülere eşitlenir, o dakka vurulur çatıdaki leylek yavrusu, sonra leyleklerin getirdiği bir "merhaba" ya vurulur uçurtmalar; yazgıya selam ile...bak o uzun, o sinsi kuyruğunu ne sayısı soktu bir şiire? tanrısal arkimedes* (arşimet)değerin sarsılmaz. kim bu ulu bilginin erer çapına da şaşmaz? anla, sen, ben gölgeyiz, bir ne devadır derdimize..?


iki kişinin duyduğu, ses değildir. o; titreşimli bir şeydir, sendeleyerek... misal,
"sesime ses değse; çığlık oluyor" derse onurlu biri, bulut olmak ister deli gönül, yağmur kaçağı olmayagörsün o kertede...yağmur olmak gözgürültüm; " sana yağmur diyorum; ıslaklığım bundan. yağ da ıslanalım, ıslanalım ama uslanmayalım" cümlesi sosyal mesaj içermez mesela, tensel, tinsel mesaj? belki...


iki kişinin gördüğü, rüya değildir. o; körkütük bir şeydir; kekeleyerek... "yoksa keke, sen mi geldin?" diye de ünlenir mesela düşte bir şey; oyuncakları yakılır bir çocuğun; dere kenarında babasının ölümüne bedellenir ıslak bir bez bebek...
mosmor kesilir sonra hayat; kaskatı... ve eflatun diye bir renk var evet; morun kanaması...


iki kişinin kaçtığı, firar değildir. o; bozbulanık bir şeydir; tökezleyerek... "bu geceye firar" olmak gecenin tam da ortasına ihbar eder geçmişi, ya da geleceğine ipotek koyar suça yazgılıların. "barudi" der mesela biri, "ben senin hayata karşı işlenmiş bütün suçlarındaki kaza süsünüm; ifademe el ver!"



iki kişinin taptığı, kul değildir. o; zehir zemberek bir şeydir; zikrederek...değil mi ki tanrı meşruiyetini kulundan alır, o zaman "şahit ol ya rab!" diyenlerin iki kişiden az olmaması yeterlidir. gün'aha davet ederse adem'den kalan bir azap, yasak meyveye durur dallar, ki gelen bahar erkendir çokça; erken açan çiçeklere kalır donduran güneşin vebali...


İki kişinin yandığı, çöl değildir. o; sergüzeşt bir şeydir; sereserpe...çünkü senin ateş dediğin şey bir dîvan şairi için "nar"dır. Isınmak için yaklaşman, yanmamak için uzaklaşman gerekir. "Ateş-i aşk" tamlaması yarı Türkçe yarı Arapça öyle kevaşe melez bir şeydir ve hikayedir. İsimleri birbirine benzeyen dîvan şairlerine söversin.

"biraz kül, biraz duman..." diye de harflendirirsin hikayeni, sonra ikiden yüzlerce çok kişi der ki;

"hangi düş yaralanır gerçekle
hangi dal incinir yeşilinden
gel duman gizlesin yüzümüzü
bir sigara ver bana"


iki kişinin içtiği; tozduman!... depremler olur beyninde; ya da henüz tanımlayamadığın hazzın eklem yerlerinde... içinde intihar korkusu...içinde intihar...içinde...iç...


Peki, hadi diyelim ağladım ben yok yere; ağladım da noktası düştü virgülün üzerime, altında kaldım onca eğriliğin, eğretiliğin gölgesi ünlem gibi vurdu yüzüme...iki nokta kabul görmez diye mi hep bu yaptıklarınız imla yüksek kurulu?..Hüzün hakkımı kullanıyorum, izlenme hakkımla beraber, seyirme hakkımla beraber. Malum-u ilam benim yaptığım...

Üzerimde yine hep o bildik ağırlık, kendimi taşımaktan yorgunum, yine üstüme üstüme geliyor şehir...

İflah olunmaz, inkar gelinmez bir araf şimdi bileti kestiğimiz şehir, bizi uğurlamak rolunü giyinmiş. Hiçbir şiire malzeme olamamış bir şehirden bahsediyorum. Anladın sen. Cemrelerin düştüğü yerde buluşalım seninle, bu şehir arkamızdan bile bakmasın, ardımızdan su dökmesin, yolluk bile koymasın yanımıza anılardan bozma, içimize hasret teyelli yeşiller dikmesin...

1.çoğul şahsa sığamadık ki "biz" hiç seninle, t'uzaklarda bir cümleye özne olabilelim. yas'aklarda... kesme işaretinin en l'al olduğu yerde susarım sana ben, sen bana bakma.


zemheriyim yine, zehir zembereğim ki mevsimden midir bilmem, yağmurdan mı...?yoksa..?

içinden uzaklarda birinin geçtiği yazılar
içinden uzaklarda birinin geçtiği şarkılar
içinden uzaklarda birinin geçtiği geceler
en "deliler gibi böğüre çağıra ağlamak istiyorum"lar
sen yoksan her şey eksik sen varsan her şey tamam'lar
saçlarına yıldız düşmüş beklemekler
sigaramın dumanına sarılmış sükut-u hayaller
en "tek"il uykular
en punk'ıma sakladığım türküler
acıtan kanatan yandıran kanadı kırıklıklar
ve diğer sersefil duygular
bi defolun gidin lütfen.
bakın rica ediyorum.






"imtina etmek fiilini unutmak istemiyorum; temenni kelimesi ne kadar uzakta ve kullanım dışı. Yaralıyım ve sendeyim. 'gölgene zarf atıyorum sadece', 'olsan da olur', 'tekrar edilemeyecek kadar yabancısın'; 'ben buradaki ateşi oradaki buz için yaktım', 'fuzuliyim dudaklarına' ,'istikrar sayılabilir varlığındaki cehennemim'...


zemheri gibi çökmüştüm kalbine. oysa sen, bensizliğine bile protokol uygulayan bir gard'dın; teşekkülümüzdeki imdat çağrısıyla biçimlendi Joyce, teşekkülümüzdeki fren imalatıyla kurcalandı ciks! bunu tanımlamak zorunda kalışının labirentinde mana nereye neyi zımbaladı öyle fütursuz?!
Böyle muayyen?...


(küçük iskender-harakiri çocukları)



"Sana..." diye fısıldadı...

Kibritçi kızın hikayesini anlatmış mıydım hiç?

Tekerlekli iskemle. Alev alev.

Kibriti çaktı!...


Biz bu şehirde böyle rüzgara uyup, gri saatlere estikçe; şehir rengine katmaz bizi dostum; bir yerlere yaz bunu...

Yaşamak zanaatını katlanılır kılmak için elimizden geleni ardımıza koyduk biz hep di'mi; ardımız andımız olmadı hiç mesela, ben hiç balık tutmadım mesela ya da sabahın en kör vakti çöpçülere hesap sormadım. Hani durup durup kafa tutmalarımız vardı ya bizim hayata; sonra içimizde dağların esrik yanı hep, hep başka yerleri düşleyerek şehre düşlerinden eksiğine bozdurulmuş bedeller biçtik ya hani...

Oysa ne gerek vardı ki bütün bunlara...

Çatal-bıçak takımı için otuzdokuz kupon biriktiren bir kadınla evlenebilir, çocuklarına birbirine benzeyen isimler koyabilirdin. Misafirliğe giderken onları tek tip giydirebilirdin. Burhan Çaçan dinlerken duygulanabilirdin misal; çubuklu pijamanla pazar günleri yarım yamalak yaşanmış hayatına ağlatabilirdin bir ufak rakıyı... Bütün bu çabaya gerek yoktu. Yaşayabilirdin.


Hikayen kalabalık:

Hani İstanbul'da balık ekmek yemek için evden kaçıp kaçıp gittiğimiz o sahil kıyısı var ya... hani Kızkulesi falan..Hani dedik dünyanın merkezi burası... Sunay Akın biberona benzetmiş Kızkulesini'de; İstanbul'u da beşikteki çocuğunu sallayan anne saymış.Hah, işte tam da orda dur!duk. Tam orda durduk seninle biz. Yarım balık-ekmeğe olması gerekenden daha fazla balık koyarak, titreyen elleriyle gözlerimizin içine afiyet olsun bakışları yerleştirdikten sonra "gelin gene" diye bizi uğurlayan o balıkçı amcayı diyorum. En az onun kadar kalabalıksın dostum. Çok takmıştım onun gençliğini kafama. Halbuki...


Baştan söylemeliydim; bu yazıyı yazmaya başladığım ağır sıklet gün itibariyle adalet mülkün temeli değil, çok çok bir kız ismidir. hayır hayatın acımasızlığından bahsetmeyeceğim, kelimelerden yorgunum evet, aynı kelimelerden, aynı kofluklardan, aynı boşluklardan, aynı BOMBOŞluklardan...

Sana birileri haktan, hukuktan bahsederse mesela; bir de bunu sadece kendi hakkını haketmek için yaparsa, aldırma sen... kendi yargı muhakemesinde kafasına göre bir ceza biçerse sana, ki aynı suçtan önce kendisi hükümlüyken sana yargısız infaz yapmaya kalkarsa... Bomboş oluverirsin o dakka... O yüzden... Boşver sen, aldırma.


Aldırma dost; biz seninle o liman kıyısındaki şehirde deniz de olduk ya; beni bu denizsiz, mavisiz şehre savuran rüzgar utanmasın, "kader utansın" diyecek kadar da beterim bugün...


Çözebilsem anlatabilirim belki bunu. -ebilmekten ziyadeyim anla.

Ah dost; olmasan da yanımda... diyorum bak yine ben. O defteri hala sakladığını biliyorum. Hala bana yazdığını da ona, bir gün okuyacağımı da onu... Ama yokmuş gibi yapıyorum öyle birşey, bir gün çıkarıp getirdiğinde o defteri bana, pembe sayfalarından 8 yılı yaşamamış sayıp o ilk karşılaştığımız kasabadaki gibi bakarsan yüzüme... Bakarsan dağ olur dostum. K'aF dAĞI... Bakmazsan... Bomboş oluverirsin o dakka!

Bir yerlere yaz bunu, mesela pembe defterin o son sayfası var ya; hani es-mer yazmıştım köşesine, oraya yaz... Bomboş olma ama sen. Sakın!...


2 film 4 oyuncu... rol arkadaşımla... hep oynanan bir filmdi değil mi?düşüşüm beton falan değil...


Ne tuhaf, insan hep başkalarında mı arayacak kendini?hep başkalarında mı bulduğunu sanacak kalbini... kalp ki zamansız yanık, kalp ki zehir soğuk, alevsiz kor'idorlarda hep böyle zemheri... Niye ki bunca söz? şiirler, şarkılar, masallar... kafi mi? her şeyi dindirebilecek ya da çoğaltabilecek-neyse ne işte- kadar nefesimiz var mı hayatın ellerinden tutmaya..?cevabı yok sorular...


Göz göre göre üstü açık kalacak yine tüm korkuların, cereyan yapmasın diye kapanan kapıların kilitleri hesap soracak bir gün bizden...Anahtarsız bi' iklimin köşebaşında dilenen çocuklar olacak yine sancılarımız; mendil açıp yine sevgiye, bozuk para gibi harcayacak gururumuz bizi... Olsun, "bu da geçer" diye diye a'raflara kaldıracağız sonra yitik cümleleri, kör dakikaları, hüznün rengine bezeli kaldırımları...


Ben kendimin sokaklarında yolumu kaybetmişken... çarpışmayalım hayat, yerimiz çok dar...


şimdi sen de bunları bile bile görmüyorsun ya şeker portakalım; bırak allah aşkına...


Bir şehri neden sever insan?Şehir,insanı nerelerinden tutar,neresinden besler,nerelere koyar?Bir cinayete tanık olmak mıdır sabahları karşısına geçtiğiniz aynada karşılaştığınız o kişi:ki belki,biraz daha ateşe ihtiyacı var yangına sarılıp,yorgana benzin dökmek için.Aynanın sihrinde bir şehre yaklaşan naylon bir ruhun elinde kamaşan silah gibi gözler!Her gözde bir şehrin gecesi yaşanır…demişti oysa.İnsan,bir şehri neden özler?Ağladığında gözyaşlarını gömecek bir çukura sahip olamadıktan sonra...Geç gelmişsin eve.Üstündekileri çıkartıp atıyorsun bir tarafa,tenine yapışan karanlık çıkmıyor bir türlü,boş veriyorsun.Hep aynı çıkmaza açılan pencerenin camında paslanıyor ömrün,dışarı baktıkça,darağaçlarına tünemiş (yo)kuşları gördükçe dağlanıyor ruhun bir ovadan diğerine…Koşmuşsun.Acıdan aşka,hüzün tahsilatlarından otobüs duraklarına,ölümden hayata koşmuşsun.Yorgunsun.Bir kadeh yağmurun bile yok oysa,kalbini yanına meze yapacak… Cam kenarına yaklaşırsın tekrar, işte karanlık! Hem korktuğun hem de içine girip sığındığın,kaybolduğun karanlık,dudaklarını örtüyor artık.Konuşmayacaksın.Terk edeceksin buraları.Başka yerlere gideceksin, hep yeniden başlayacaksın yaşın kaç, yasın ne olursa olsun.Bu şehir seni sen daha ölmeden kemirmeye niyetli! Rüzgara mı yürümeli inadına,oturup iç savaşı mı düşünmeli,cepheler mi kazmalı ömrünün kayıp topraklarına?! Acının karasularına bir parmak eflatun mu çalmalı ‘ya tutarsa’ umuduyla? Şehir sana güneşler doğuruyor,döllediğin mavinin öcünü alırcasına… Kucağına veriyorlar ışığını,almıyorsun,benden değil diyorsun,bu aydınlık hiç bana benzemiyor!Kim bilir,belki de bu çağrıya kulak kabartmalı.Cephesiz,kurşunsuz,mavzersiz şehre doğru yaklaşmalı,kaç kalp kaldı ki geride bırakamayacak,kendini saymazsın bile, şehre teslim olursun umarsız.İnsan,bir şehri neden sever?!O şehirde sizi kahraman olarak hikayelerinde yaşatacak bir yazar mutlaka vardır çünkü,bunu tasavvur ettiğiniz için seversiniz oraları. Birlikte gökyüzünü defalarca kat(l)ettiğiniz, ekmek arası uykulara dilimlendiğiniz,bir sigara sarımı gecelerde acıya kenetlediğiniz,uykusuz düşlerinize harmanladığınız dostlarınız vardır o hikayenin satırlarında:asla görmediğiniz,asla tanışamayacağınız insanlarla daktilo tuşlarını,bir bilgisayar ekranında,bir k’ağıt parçasında çığlık çığlığa sessizliğin,yana yakıla donukluğun aksettiği düş duvarını aşarsınız.Şehir ardınızda kalır. Siz,şehri ,aşkı,şarkıları,yağmurları,mavileri arkanızda bırakmayı bir hedef seçmişsinizdir.O yüzden seversiniz bu şehri.Ardınızda kalacak,gidişinize ağlayacak,kaldırımlarında adımlarınızı özleyecek sanırsınız.Kapının önüne 68 model bir Chevrolet park eder.Farları kapanır.Büyük bir sessizlik,sana hatıraları peşkeş çeker.Oysa ayrıldınız. Oysa hiç yazılmadı saydınız iki kişilik bir cümlenin öznelerini umuda.Şoför tarafındaki cam aralanıyor ve paslı bir kalp bırakılıyor yere,yosun tutmuş. Kadehiniz olan o ortak yazgıya zehirli bir içki doluyor yeniden;doluyor,doluyor,doluyor! Ve düşüp kırılıyor ardından.Koskocaman bir şehri paylaştınız onunla.Yıldızları saydınız,acıları söktünüz düşlere yama yaptığınız şafaktan,dikiş tutmuyormuş oysa siyahlar,birlikte anladınız.Giyinmeden fırlıyorsunuz evden.Merdivenleri iniyorsunuz şehri üzerinize yıkarak.Apartman kapısının önünde kalıveriyorsunuz.Asfaltta hızla kalkmış bir otomobilin tekerlek izleri.Kalp,üzerine gazete serilmiş bir ceset gibi,soluksuz yatıyor kaldırımda.Kimin hatalı olduğunu tartışmaya gerek yok,kimin daha çok yaralı olduğunu,yaralarının kanını aşka buladığını…Bir paylaşımdaki kapıyı çarpan katsayısıyla bir mavi resimdeki fırça darbesi sayısını çarpıp,toplamdan kalan ömrünüzü çıkarttığınızda sıfır kalır geriye.Bir ateş çemberini andıran o sıfırın içinden,ürkek bir (d)ip cambazı gibi atladınız birlikte.Biriniz alev aldı,öbürüne de bulaştırdı.Bütün mesele bu! İnsan,bir şehri neden sever?!Bir şehir,insanı nerelerinden kundaklar,nerelerinden itekler?!Oradaydım.Her şeyi gördüm.Eski bir heyet raporunda adı geçti tanı(dı)klığımın.Bir taksi çevirdim sonra.-“Nereye?” diye sordu delikanlı.-“Mümkün olduğunca uzağa…”dedim.Tuzağa…Oysa ben hala savaşıyordum. İnsan,bir şehri neden sever?!Delikanlıya yönelttim soruyu:-“Bilmem ki…” dedi.Çoluk çocuk heralde,ana-bacı…Okutmadılar bizi.Zor şeyler bunlar.Büyük adam olsaydık bulurduk elbet bir cevap.Cahil kaldık.”Bir cehalet yandaşlığı mıydı şehir ile insan’ı kucaklaştıran?!Çok fazla bilmek,köreltmez miydi hisleri,sesleri tüketmez miydi..?Anlamıyordum.Anlayamıyordum.-“Nereye kadar gideceğiz daha?!”diye sordu delikanlı.-“Şehir dışına geldik mi?!”dedim.-Evet…dedi.-“Tamam…” dedim..Burada ineceğim.Al,bu kartta adresim yazıyor,bunlar da anahtarlarım.Her şeyimi sana bırakıyorum.”-“Neden?!!”dedi.-“Beni bu şehirden kurtardığın için..” dedim.-“Ama tam burada da başka bir şehir başlıyor!”dedi.-“İyi ya!”dedim.”Tekrar sevmek,vakit ister..Buna da gücüm yetmez!”Mezarlığın kapısında arabadan indim.Cama doğru uzandı delikanlı:-“Bagajdaki mezar taşlarından birini verseydim?…”-“Sağol…”dedim.”Ben yeteri kadar mezar taşı yazdım.İfademe bıraktım tanıklığımı.”Dudak büktü delikanlı.Arabayı çalıştırdı.Şehre doğru sürdü kendini...

"Bir tek şimdiyi istediğinde senin olacağım. Bir tek şimdiyi istediğinde, hep senin olacağım. Şİmdi aldığım nefesin son nefesim olabileceğini gördüğünde, son nefesime kadar seninle olacağım. Giderayak olduğumu, giderayak olduğumuzu görünce gitmez olacağım. Ne yılan ne tavus ne de elmaydı günah olan. Hesaptı. Yarındı günah olan. Hesap günü, bir tek hesaptan soracaklar. Hesap günü, bir tek hesaplarımız hesaba çekilecek. Biliyor musun şeytan "yarın" da yaşar? Tıpkı senin gibi. Senin elmanı ısırırsam şeytanı gebe bırakacağım. Kabil'i doğuracaksın. Hırsı ve hasedi doğuracaksın. Ki onlar da geleceğin çocukları..."

Cem MUMCU


"Zamanın akli dengesini bozan trajik sevgililer olacağımıza, aynı hastalığın iki farklı belirtisi gibi yaşarız başkalarının vücudunda.Daha çok çiçek açarsın, salacak çok kokun var zulanda. Şüphesiz, eklenmeye gelmedin ya dünyada birilerine-start hakemin de yok parmağının kasıldığı tetikte.Korkmuyorsun da: Ya namludan sıfır çıkarsa diye.
Ben seni dinliyorum...Anlat...
İşgale koşan istila güçlerinin salyalarını, irileşen gözbebeklerini, bir yengecin atak yaptığı sırada, aslında yana ilerlemesinin hayvanda yarattığı depresyonu, kumsaldaki diğer deniz yaratıklarının bunu alay konusu yapmasını, bu salaklığın nesilden nesile aktarılmasını, o yengecin bana benzediğini, benim o yengece benzediğimi, benzeşen şeylerin sıfıra karşılık geldiğini, evet, hep bunları anlat... Ben seni dinliyorum. Konuşur gibi yazarlar ya, konuşur gibi dinliyorum seni. Konuşur gibi sustuğuma da bakma; kendisiyle oyalanılan bütün nesneler kadar gizli özneye has bir gizli özgüven bu. Çember ile daire'nin arasındaki fark kadar, yani bir alan sahipliği meselesi. Gurur meselesi. Ur meselesi.
...Canın sıkılıyorsa bunları düşün bir ara; koy karşına sıfır'ı ve ona istikrarlı yaşanmış bir hayattan, alıntılanmış yarım mısralar ısmarla.
Canın sıkılı'yorsa..."

kaçıyor musun aşktan hala,
koşup insandan insana
hayatı bırakıp tabağında
boşver mi diyorsun kanasın?...
Kelimelerin altından kaç ceset çıkartıldı? Kaç yangın akladı da bizi; biz paslandığımız, olduğumuz yerde hayata küf'rettik?...
Say'dam bir boşluğun tam orta yerinden kaç kez kırıldı da hayat; biz umut sandığımız ah^şap yangın merdivenlerine sarıldık?
Aşkyuvarlar sandık kanımızdan geçeni, ellerimize bizden başka çare yoktu oysa; ama her seferinde yanlış duraklarda durduk bu seyrin; trajik ışıklarda duraksa(n)manın , güneşten geçen kestirme yola en uzak yer olduğunu farkedemedik, buluttan bozma yağmurlar döşedik en yamalı, en sız'dırmaz yerlerine göğün...Kaç kez yaptık bunu kaç?!...
için acıyor mu hiç bazı bazı
cesur musun gözünü kapadığında
sımsıkılar mı kırpmıyor musun
boşver mi diyorsun kanasın...?
Say'falarca, iklimlerce, şafaklarca yazsan bunları, sorsan, üçüncü tekillere muhtaç soru işaretlerine takılsan, ya da dört yalnızlık bir doğruyu götürmüyorken zamana ayak uydurup sayıların oyununa kansan, hangi t'arafa geçirir seni bu denge?Mut'lak denge?...
yavaşlıyor ama durmuyor dünya
zaman kimseden değilken yana
gitmiş herkes evlerimiz bomboş
boşver mi diyorsun kanasın...
Sen hala yıldızlara şiirsel anlamlar yükleyedur; hala kendine gökyüzünden bir yıldız seç ve onu en kaygan yerine yapıştır kalbinin; söküldükçe yerine koyacak yeni ışıklar bulursun nasılsa; sonra düştüğü yerden eline alıp silkeledikçe hayattan sorarsın yine hesabını, yine sayı(k)larsın kırıklarının bilançosunu...
batmadık ama su alıyoruz hala
hissetmeden basıp toprağa
tuz basmadan yaralarına
boş ver mi diyorsun kanasın...
Ellerine bak bi' hadi...içinden geçen çizgilerden harfler yap kendine, "kelimeler", oyunlar, intiharlar, şarkılar... Parmaklarından süz günışığını, ellerine bak!
Tanıyorsan, tırnakuçlarına böl zamanı, yine sor ; kaç?!!...
altüst olmuş coğrafyandan;
cebinde bozuk paralarınla
kendi mezarına selam durup
boşver mi dyorsun kanasın...?
Cevapsız kal yine; cezasız, cefasız...
Ama yine de vazgeçme; sor...
biliyorum artık çok zor çok
kuracak yeni bir hikayem yok
yine de uğraşıyorum rastgele
bu eskimiş kelimelerle...
(mor italik---> teoman-kelimeler)