eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Yalnız bi dakka; şimdilik susuyorum filan da şeyi söylemeden geçemiycem; Prag gerçekten de çok muhteşem bi' harika.

birkiüçtıp..

(belki sonra, bell key..)

birileri bir yerlerde bir takım gemileri karadan suya indiremiyormuş. zeytinyağı öneriyorum.

"iyi şeyler de olmadı değil,

aynı deryaya doğru bu seyir.."

Benzer şeylerden benzer tatlar aldığımız zamandı sanıyorum: herhangi bir zaman ihtilalinin herhangi bir saatinde, yalnızca bilmek zorunda olanların bildiği bir yolüstü lokantasında, henüz "herhangi" olmamış birilerinin suratındaki 'gizli gevrek gülümseme'nin devrik devrik takıldığı zamanlar yani. Tokuşturulan bira bardaklarının masaya vurulduğu ân'a denk gelen sıradan bir Comfortably Numb kafasının, birbirine yakınsayıp sonrasındaki birbirlerinin tümleyeni hâline gelen hadiselerin olduğu birkaç ankırmızı öncesi işte..

"ay göğsümün, ay göğsümün sol yarısı.."


Yakınlıklar.. Saçlarımda müsrif bir kabarma başladıktan hemen ertesi. Sanırım içmişim ve yıldızlara dokunuyorum. Parmakuçlarım neşter.. pır, eki, uç, dürt, baş.. Ellerim, ellerim ve parmaklarımdan belli olmuyorum bu kez, çünkü yıldızlara dokunuyorum ay yar, çok uzak, çok yakın diyorum, yak diyorum bütün gemileri yak.. yakmayacağım işte!
'Bu şehir bıçak,bu şehirdeki yokuşlar yokoluşlarımıza çıkıyor artık. Bizim çölümüz bir çift tabanca edinmeyi gerektiriyor, sen söylemiştin, eninde sonunda sökülecek bu şehrin şafakları; biliyorsun..' Bu şehir bıçak, diyorum, öyle kırgın kırgın bakma yüzüme Roza..
Yakınlıklar uzakları öğretir ya sonra, ân gelir dayın ölür, strung out bir gebeşi Marmara'nın karanlık sularına küfrederek uğurlamak istemenin hastalıklı kırgınlığı, dörtbindefalaciverttigözleri..

Dumandan birbirimizi görmüyoruz ben ve bitmekteki sigara. Bundan en fazla sigara memnun.
Çünkü, sizler, hatırlarsınız ki ben tutamayacağım sözler vermiştim ve sözlerim de siz de kalsın istemiştim. Hhhah, yahu koluma girmiştiniz ve Tünel'e doğru yürüyorduk. Bana gülüşlerinizi, en yakın zamanda benden nefret edeceğiniz garantisini vermiştiniz. JukeBox'da Petek Dinçöz'den sonra gelen Pink Floyd'u tercih edemeyişimiz yüzünden oluyordu bunlar. Bunlar olacaktı. Bana sevdiğiniz filmleri izlettiniz ve en sevdiğiniz yalnızlıkları anlattınız. Sonra birbirimize kitaplardaki gibi aşklar yaşayacağımıza, birbirimizi hep seveceğimize dair fabller anlattık. İçimizdeki dazlak keşiş, bir ördek oldu ve bağırdı sonra.. Karşı kıyıdan kimseler duyamadı.
"ara sıra mahşer, ara sıra yaşama hırsı.."

Karşı kıyılar sonra, "karşı tarafın ışıkları" hatta, kıtasahanlığımızda bir fizikî harita, -harita ya, yüksek bölgeler yeşile boyalı- ve reflü olan bir ayyaş kedi vardı. Vesvese yahu bunlar, diyor arka sokaklarda bir yerde çiğköfte yiyebiliyor oluşumuzun müsebbibi. "Vesvese bunlar." Seni bulduğum yeri bulamıyorum şimdi ve otobüsleri sevmiyorum. Ben otobüslerden kimselere bakmıyorum; bakınca çünkü, ölmekte olan yaralı bir serçe yavrusu görüyorum, hayır acıklı olsun diye değil, lirilmek için değil, hakikaten görüyorum. Cam kenarlarına hep bir forklift koyuyorlar ve her mola yerinden birkaç km geri atıyorlar beni. Vardığımda aslında, hiç gitmemiş oluyorum. Yani aşağı yukarı bir korku filminde, üzerinde kasten parmakizi bırakılmış paslı bıçağım. Köreltilemiyorum ve beni bileyleyenler, hepi topu biraz gaza gelmişlerdi. Elimizde birkaç öpmek, birkaç gitmek kaldı. Sınıfta kaldık. İstemezdim: isterler.. Duydum ki Greenwich'te saat yokmuş. Halâ bana, "Bu saatte ayakta ne işin var?" demiyorlar mı bi' de, hani aramızdaki emek-değer teorisi, hani ırz-talep meselesi.. Ben onun ta ontolojisine.. Çünkü ben hep ayaktayım. Akustik bir gitar çalıyor, keman konçertosu sonrası vuruyorum metrodan aşağıya ve çokbiralıevlere azparalı geri dönüyorum. Ben hep ayaktayım, hatırlasana; aklımın Sean Paul kısmı ve ellerimin Marla Singer yanıyla ben, hep ve her daim ayaktayım. Karatahtanın önünde, horned hand ile gülümsüyorum öğretmenime: "Merhaba, bugünkü konumuz sanırım sizsiniz!".. -Seni unutmaya çalışmakla cezalandırılıyorum. Biz daha o konulara gelmedik, o sayfadan sorumlu değiliz gözümün çıbanı.

"ay hüznümün, ay hüznümün tütün sarısı.."

Uzaklıklar.. Saçlarımla anılmaya başladığım bir zaman. Artık şiirden, şarkıdan, filmden, kitaptan bir alıntı olmadan yaşadığım bir elma yemelik zaman aralığı. Yağmur yağarken ağlayarak sarılıp, omzumdaki mayınları kontrol ettiğiniz gecelerde küstüm size. Dargındık, dargınlığımız sudan atom çalmaya çalışıyordu. Canavarlaştığınız zamanlar oldu. Kör canavarlara dönüştüğünüz rüzgârlar geçti. Siz geçmediniz, vazgeçemediniz kendinizden. Ruhuna bir kaktüs değse kanıyordunuz ama beni bir toplama kampına gamalı haç dövmesi ile göndermeyi biliyordunuz. Sevgilerinizin pazusu, içi çiçekli bir bakkal çakmağının gazını eşitlemekten öteye erdiremiyordu hakikâtini: Beni yine masaya koyuyordunuz ve hayır-hayır kızmıyorum ki haklıydınız. Çünkü ben size vaatlerimi, eften püften bir karanfil takarak sol yakama, sırası ve hakettiğiniz değerle sunuyordum. Ben, dedim aynadaki alkol eriyiğine, paspal bir dilenciye dönüp nanik yaptım, "ben unuttuğumu söylerken çok terso yakalandım".

"Derdetme iyiyim ay yar.."

Mizampajlarınız, galalarınız, altın günleriniz ve 'beni sakın bırakma!'larınızı nereye saklayacaksınız? İnsan bırakma diyecekse, tutmamalı. İriyarı yalanlarınız tuttu beni, yalanlarınız ve su tabancalarınıza koyduğunuz mermiler.. E evet ben de çok yalan söyledim, her şey istediğiniz gibi: kurgukurgukurgu ve: Guguklu saatleriniz nezle olmasın e mi? E.

Mutsuzluklar.. Ataşlarınız, ayraçlarınız, andaçlarınız, arkadaşlarınız. Defterlerinizi kapladığınız kutsal metinler yırtıldı sonra. Yani benimkilerin yırtılışından hemen sonra. Birkaç ay. Birkaç sene. Ben vapurlardan, feribotlardan, metrolardan, dolmuşlardan kimselere bakmıyorum. Baş ve işaret parmaklarımı kestiniz. Penceredeki ay'ı ve boğazımdaki kahkahayı kefil gösterdiniz. İçtiğim biradaki su yılanlarım, nasılsınız? Of, bok varmış gibi yakınlaştık. Ben ve bira şişesi yani. Tom Waits ve Edip Cansever yani. Ben ve sizin suyun altında kal-a-mayan kısmınız. Cahil cesaretiniz ve Darwin.. Sanırım bir şeyi kanıtlamaya çalışıyordunuz. Yahu suratsızlık ile yüzsüzlük ne kadar aynı ve ne kadar farklı.. Kafka okumalarınız, Dylan sevmeleriniz, Tool tahammülsüzlüğünüz ve "çok önemlisin benim için!"leriniz. Yabani otları tutuşturup çıkamadığınız bir gece ormanında İlhan İrem'le karşılaşacağınız zaman için dua eden bir ben.. Ben hani, benden bıraktığınız, benden damıttığınız: Ben yahu, yoksa hatırlayamadınız mı, beraber üşümek ve oto teybi çalmaya yemin ettiğiniz ben hani, şeyyy, ruh hastası ben, sorumsuz, siz şu her şeyi mükemmel bir şekilde yapanların pek sevemediği ben, siz ki her şeyi kusursuz olanlar, sizler ki sevdim mi tam sevenler, sizler ki ayaktırnağından saçdiplerine değin her şeyleri plânlı olan güzelim sizler, sizler ki yatırım araçlarını amaçları edenler ve sizler ki beni hiç bir zaman sevmeyecek olanlar.. Naber? -Size katlanmakla cezalandırılıyorum.

-bira almaya çıkma molası, lehçe, eblehçe bir dilin sokaklarında, bira'z geç kalmadık mı sayın çok bilenler, -pıh-layın hadi, kaç kişi kaldı şimdi.. lan n'oldu be..

"derdetme iyiyim ben, ay hüznümün tütün sarısıı.."

Hepsi mükemmel yahu, dedim, gökyüzünden sakallarını sarkıtan'a: "Hepsi mükemmel!". Kızdınıııız, hahah, gerildiniz. Yo yo, kızmayın ve gerilmeyin. Beni alın, masaya yatırın ve gövdemi yarın. Biliyorsunuz ki yarın çok geç olacak. çok geç olacak yarın. Zaman kaybetmeyin, para kaybetmeyin, itibarınız ve yarattığınız imaj zarar görmesin. Ölçülü, sakin, cool ve son derece mükemmel kalmaya devam edin. Bunları yapın yoksa iki tutam saçım öbür tarafta bile yakanızdadır. Bunları yapın çünkü umarsız serseriliğim ecelinizde bile sinirlerinizi darp edecektir. Kendinize tapın çünkü kendiniz sizi günden güne yiyecektir. -Bana katlanmanıza şahit olmakla cezalandırılıyorum.

Gitmeler.. görüşürüz umarım, dedim, okuduklarınızı yazan parmaklara. "Görüşürüz umarım." Çünkü çok geç olacak yarın.


"kan bulaşınca yangınlarda yüzün,
yüzün, yüzün parlaşınca
saçların tutuşunca zorlanmış bir hükmün tutanaklarından
görüşmeye gel ne olur,
iyimser bir gül açsın yanaklarında.."

-Bunları yazmakla cezalandırılıyorum.

lady: bird...i cannot see a thing.

bird: it's all in your mind..

asla anlayamayacak olanlara söyleme sakın,

bilebileceğin en güzel şeyleri..

sabah bir kalktım ki ne göreyim: ilk kar yağmış buralara; şöyle bir fotoğrafa konu olmuş:
çok da iç açıcı olmayan gri yurt penceresi manzarasına aklar düşürmüş:

kara sevinmeyen insan iyi insan değildir, bence.

böyle de yüzeysel saptamalar yaparım, öyle değil mi ama? kara sevinilmez mi hiç?


öğleden sonra dersten çıktığımdaysa

kardan eser kalmamış, deli bir yağmura teslim olmuştu yine, şehir..

yakındır ama pencereden kar geliyor günleri,

karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak

geceleri..

yine bir cüceyle karşılaştım bugün; zafer kazanmış sevinmiş bir şeylere; soramadım, hani bir başkasının zaferi diğerine önemsiz, başkalarının rüyası diğerlerine sıkıcı filan; böyle şeyler var hayatta, bilemedim. hiç.

"yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var;
kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin..
bu yüzden birileri hep ısınıp dururken,
dinmez üşümelerin.."

diyemedim.

sen de tek çemenim y'adıma düştün..

bir başka mekandan bildiriyorum şu güzel cumartesi gününde, bir kafeden yazıyorum bunları, bir başka yerde olsam hayalini kuracağım türden bir kafe; hani o yazarların gidip saatlerce oturduğu, tasvir ede ede bitiremediği türden; loş bir mekan, iyi müzik, envai çeşit kahve, çikolata, ve tabii alkol de var, tam da hayalini kurduğum cinsten; zaten ben nerde değilsem oranın hayalini, ben nerdeysem gurbetin başkenti orası, filan.. oturup roman yazılır burda, diyeyim sen anla. sahi, anlar mısın sen, şunları şunları yazıyorum sana desem, ıssızlıklarımızı değiş tokuş etsek? savrulsak bir o yana, bir bu yana; sen bir yana, ben bir yanaaAaAa.. "dalyan" ya; bülen tortaçgil dinliyorum, "dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı" diye.. ne de güzel şarkı hakikaten: amaAaAAa, ayrı düşmüşüz yanyanaAaAAa...



hikayeler üstüste yığıldı sevgilim, hikayeler mikado çöpleri gibi, diğerine dokunmadan en üsttekini yazmaya çalışıyorum, insanlar yüzler suretler ingilizceler lehçeler istanbullar onlar bunlar şunlar.. zihnim kolajlamaktan yoruldu, hikayelerimi çekmecelemem lazım, alfabetik sıraya, hikayelerimi boy sırasına, hikayelerimi sağdan say.. bu kadar renge alışkın değilim ben, gözlerim kamaştı gördün mü, gözlerim ekşidi, erik ekşisi damağımda, sulugöz sakız yaşı, gözlerim.. içimde bir değirmen, durmadan geçmişi döven, geçmişim un-ufak, gözlerim soğan sarımsak. -içime toz kaçtı sevgilim.



ama hikayelerim; bi' yerden başlamak gerek, kaç kişi kaldı şimdi-hıh-


mesela ben her sabah kulağımda yalınayaz şarkılar, dışarı çıkarken kapının önünde yeşil bir amca, sapsarı yaprakları süpürüyor oluyor, ama her sabah ve hep aynı biçimde, hep aynı sarı-yeşil resimde.. sapsarı banknotlar halinde birşeylerin bedelini ödüyor doğa; yeşil amca, farz-ı misal adı jacob olsun, o yaprakları öylece süpürürken, ben içimdeki tüm hulusi kentmenleri gözden geçiriyorum, tüm hababam sınıfı olarak bahçede o sapsarı yaprakların ortasındaki sıralarda ders dinliyoruz, mahmut hoca'yı hastanede ziyaret ediyoruz hep birlikte, gözlerimiz bir doluyor bir boşalıyor; gözlerimiz havuz problemi bilirsin, iki musluğu var biri dörtte üçünü dolduruyor, diğeri onda beşini beşeltiyor, gözlerimizin tıpası kaybolmuş, jacob amca süpürmüş yemyeşil bir sarılığa..

"uzaktan bakanıyım denizin, içinde yüzenim denizin; anlatıcısıyım bazı hikayelerin, bazı hikayelerin kahramanı, ama en çok babasıyım helin'in.."

bak arkadaşım bu üç-beş kelime benim amel defterimin en kırmızı yerinde duranlardandır, ben bu üç-beş kelimeyi ömrüm oldukça hatırlarım mesela, biri demişti işte, yazmıştı bi' yerlere, bir baba, bir bir şey işte.. helin olmak istedim sonra ben hep, ben hep sonra..


sahi ya, deniz görmeyeli 1 ay oldu, buradaki göller dereler kesmiyor artık anne, istanbul'u özledim, istanbul'a gitsem başka yerleri; niye böyle anne, niye başım dönüyor?


özlemek; ameliyat sonrası midede unutulan makas, özlemek; ayna kırıkları, özlemek;
sapsarı yapraklardan yap-boz umutları, hepsini birleştirince bil bakalım ne? nem var kuzum, gözüme tuz kaçtı. tam karşımda devasa bir akvaryum var bak, turuncu balıklar var içinde, sen bu yarışta kaçıncı? şimdi; yılmaz odabaşı diye bi' kaptan-ı derya gelse buraya, dese ki; "bir akvaryumu yaşamak bir akvaryumu anlatmaktan kolaydır, işte bu yüzden.." o zaman büyük balık küçük balığa antibiyotik muamelesi yapar mı, kaçan kovalanır mı, uzayda hayat var mı, sen hiç ateşböceği gördün mü diye de kurgulanır mı beyin? o kadar mıdır yani olan biten, serbest-radikal- çağrışımların dna zinciriyle sarmal bir diziliminden mi ibarettir tüm bu kargaşa, bu saçmalıklar arenası, bu histerik bozgunlar, bu kronik roma(n)tizmalar.. o yüzden mi habercisidir yağmurun ya da yağ-mak fiilinden yağmur sözcüğünü nasıl bir organizma türetmiştir, -mur da nedir, mundar olmakla alakası var mıdır? yoksa boşvermek midir kağıdı her zaman yapılan, sonra hayattan koca bi' sıfır alıp oturmak mıdır, boş verip veriştirmek midir sonra anasına avradına algının? diye de soru işaretlerine çengellendik miydi, ironinin ebesiyle çarpışırız bundan gayrı..diye düşünmek midir? ama fazla s'övmemek lazım yine de; balıklar boğulmasın diye..


..sonra birden değişir vurgusu, çekimi , kipleri cümlenin.. 90'a vurulmuş topların karşısı hipotenüs, normal şartlar altında, birbirine komşu mısralarda oturuyoruz biz, hiç balık tutmadım ben mesela, senin cebinde zengin kafiyeler, ve ilk harflerini birleştirince yazamadıklarımızın, hangi gaza sorarsan söyler ama sen uçan bir balondakine sor, yirmiikinoktadört litreyiz, tamı tamına.. su dediğin iki oksijen bir hidrojen, muavin sorar birazdan, isteriz. yanımızdan geçen arabaların bize göre hızını bulmak için, normal şartlar altında, ağır bir trafik kazası geçirmemiz lazım ve sen kulağıma bir fen kitabının en olmadık formülünü söyleyiverirsin, tüm sınavlarımızdan kalırız, ne farkeder? ince kenarlı merceklerden o karanlıktaki yıldızlara bakarız, f/2'sinde durmak gerekir böyle şeylerin, normal şartlar altında. sana söylemiştim, bırak dağınık kalsın diye, şimdi topladığın bu yerde, herşey yerli yerinde, çekmeceler mutlu, gardrop gülümser, eşyalar düzgünce katlanmış bir valizin içinde, alışkın değilim, buz eriyince taşmayan bardağa bakar gibi, şaşırıyorum, iyi ki beni dinlememişsin. giriş, gelişme ve sonuçtan ibaret herşey, normal şartlar altında, girişte paltomuzu bırakırız vestiyere, gelişmede başka bir ülkeden bildirir muhabirler, sonuçta ne kaybedeceğiz? normal şartlar altında, sana bunu günde on defa söylemem gerekir. sahi bugün sana söylemedim sanırım. sonra düşündüm de, gerekir mi?

bak gördün mü, hikayelerim demiştim; çok kalabalık, karışı karışıveriyor böyle anlatmaya kalkışınca, çalakalem..

ne demiştik; hikaye; kanatlarını kıran yazgıya her güz başı martılar uçurmak ve her ikindi patiskadan kanatlar biçmektir kendine.. hikaye budur; sürgün de..

yani anlayacağın; girişi gelişmesi sonucu karıştı hikayemin, insanlar ip cambazı zihnimde, oyunlar, şehirler, trenler, kelimeler dolusu, gel de arka vagonlara atlayalım, "hem görecek ne var ki" diyelim sonra, okyanuslar aşalım, sarılsak üşü..

"..ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim."


dünyanın en güzel şarkılarından.. bu aralar fon müziği filmimin, mut şarkısı, düş şarkısı, pembe, pamuk kıvamında.. bir klip çekiyorum zihnimde, slow-motion, figüranı ben; yollar sokaklar evler insanlar sokak lambaları, hepsi yabancı ama hepsi ne güzel, bu şarkıyla.. fransızları seviyorum, evet.

Nasıl anlatsam, nerden başlasam, Bodrum Bodrum.. Kaç kişiydik o zaman bak, kaç kişi kaldı şimdi'den sonraki "hıh"laması Mazhar Alanson'un.. Ne Bodrum'u yahu uzar gider izmirler istanbullar rehnedildim ben burda..


Japon Bahçesi denen cennet köşelerinden birine gittik haftasonu, sevgili güzlük. Biliyorum bu kelime oyunlarından oldukça rahatsızsın sen de ama ne yaparsın, serde ördeklik var, vaklayamam. Dere var bildin mi, ördekler filan içinde, sazlıklardan havalanan hem de, bildin, konuşamıyorum. Ama ben böyle bir yeşil, ama ben böyle doğa.. Gördüm elbet, ama bu misal bir "yay" filminden olsun, kim ki duk? bir belki hitchock, ya da ne bileyim bilinmedik bir yönetmenin bağımsız bir filminden kareler içindeyim, işte ben böyle bir hal içindeyim, bir sürü haller içinde falan filanım. Şekil A'da görüldüğünden çok daha gerçekdışı elbet, içinde yürüyorsun falan düşünsene, hayat ne garip. Güzel bir haftasonusuydu nihayetinde, bu yazıyı yazarken de diğer haftasonu geldi bile, zaman çabuk geçiyor Mona..



Halloween partisi var burada ecnebilerin, dün gece envai çeşit kıyafet, parti, dans filan.. Eğleniliyor ama dedim ya, ben not parti insanı.



Onun yerine mesela şu an Piramida namlı bir restaurant-cafe 'deyim, oldukça enteresan bir yemek yedikten sonra kendime bir bira söyledim, evet laptop'umlayım, sonra seninsatırlarındagözlerimi.. anlasana, konuşamıyorum. Kendime uygun mekan arayışlarım sürmekte, bu akşamki seçimimden gayet hoşnutum, diğerlerinden sıyrılıp tek başıma geldim bu kez, çok da mes'udum. Burada da Halloween kutlaması var ama parti modunda değil, güzel müzik, sıcak mekan, cadılar bayramı süslemeleri, sohbet edip bira içen insanlar, o kaa.. Ne güzel baksana, in aşağı tutsana..




Yukarıda da Şapkasal haller filan işte, teşhirciyim ya ben ondan.. Gizemlimelankolikbilinmeyenx ergen triplerine gerek yok, ahanda ben. Evet, ahanda. Evet evet, ne güzel sözcük. İlk duyulduğunda biraz irrite edici ama tekrarlandığında anlamı yitmiyor, açık ve net: ahanda. Karıştırma o zaman, oldu canım, sen şekeri boca et çayımın içine, karıştırmadan içerim ben. Her ne ise, sen, ben değirmenler.. Belki de en güzeli böyle, sen, ben.




Madonna'ya benziyorsun dedi biri bana dün gece, sen ilk değilsin dedim.. :) Pek alaka kurabilmiş değilim gerçi ben, benzetme yetisi ilginç, insanların.. Bu da böyle bi' anımdı, paylaşmak istedim, eouıofmrkl.

Geçen yolda yürürken karşıma çıktılar yine, bizim cüceler pek bir dertli idi, oturduk söyleştik biraz, birininki elbet kız meselesi, almış eline sazını, söyler kara yazılı.. Diğeri de pek bir feylesoftu, varoluşsal açmazları varmış, onlar söyledi ben dinledim, hımm dedim yollandım, gene gel, dediler. yamuk prenses ve yedi cüceler, öeh.

yecüc ile mecüc koydum adlarını..



Bir sürü bir sürü şeyler biriktiriyorum; anılar..


Benim anılarım senin geleceğin oluyor..


Ama ben nerdeyim, ben elimde saz, ben kimim? Bira ve kahveli gecelerden yine, gidezeim şimdi, gece tramvayları, boynum, üşüm..

Daha yazacaktım ama, mürekkebim az geldi. Şimdilik oççakal sevgili küllük. Polonya ayazına çıkacağım şimdi, sigara, sen, ben, değirmenler..

evvet, görmemişin polonyası olmuş yayınımıza kaldığımız yerden.. iş temposu, öğretmenlik de ne zor zanaatmış; hey bak burayı okuyorsanız ve öğrenciyseniz öğretmenleri sevin, öğretmenleri sayın, kabuklu yemiş fırlatmayın, filan. ya hu onca yıllık öğrencilik hayatımda böyle her akşam ertesi günkü dersi düşünmedim ben. ama gün geçtikçe daha bir öğretmen havalarına giriyorum; gülünecek bir şey varsa söyleyin hep birlikte gülelim. bir de kocaman insanlar bunlar, "arka taraf konuşma, uğultu ordan geliyor" filan da diyemiyorsun ki. ama pek gerek de kalmıyor gerçi, pek hevesli ve çalışkan benim öğrenciler, renkleri öğrenirken mesela green i yeşil kalemle yazıyorlar filan :) kikirik Magda mesela, topluca, 38 yaşında ve evlenmemiş, en önde oturuyor ve kimi zaman kahkahalarıyla, kimi zaman tiz sesten melodileriyle, soru sorduğumda kızarıp titrek sesiyle mahçup cevaplar verişiyle tam da bir love and marriage karakteri olmaya aday. 50 küsür yaşında kocaman bir amca var mesela, anlatamam görmen lazım. hafiften konuşmaya da başladılar ingilizceyi, çok da zekiler maşallah. kızlar çalışkan oğlanlar zeki.


sonra işte yürüyorum mütemadiyen, burada beni polonyalı sanıyorlar renklerimden ötürü. turkish? naturally? blondy? geçen gün ben de buralıymış gibi yapıp, bir yerde oturup gayet relax bir halde -fast food- yerken, çocuğun biri yanıma geldi "are you italian?" diye.
italyalıymış kendi, roma'danmış, içinden. italyan sanmış beni, nereliymişim. ayaküstü konuştuk biraz, are you really turkish? mişim. burada her akşam partiler oluyor bir de, ortam süfer falan yanie. ben parti insanı değilmişim onu anladım, etrafımızda sürekli bir insanlar çemberi, nasıl yapsam da şunu... filan. sevemedim. kendime uygun mekan arayışındayım, jazz veya rock bar olabilir, ama buradakiler daha çok disco disco partizani tadında takıldığından, kendime daha zanaatsal uğraşlar bulmaktayım. geçen bahsettiğim kuşların videosunu çektim, artizliklerini gör diye, bir ara yayınlarım belki, boş vaktim olduğunda filan. haftasonusu için plan yapmak durumundayız, zira havanın düzelmesini beklersek bir yere çıkamayız. gerçi şu güzelim cuma akşamı itibariyle hava daha iyi gibi sanki heralde galiba sanırsam. diz iz a pensıl. e madem böyle sürekli yağmurlu burası, üç adet yağmur şarkısı benden, hedaye. senin yağmurunla benim yağmurum uymuyorsa birbirine, bir üçüncü yağmur buluruz belki? biri klasik, diğeri soru, üçüncüsü cevap kıvamında şarkıların, taş-gedik de denilebilir. istediğiniz borudan başlayabilirsiniz, sınav klasik.
..sonra işte öyle yürürken sokak çalgıcıları, çingeneler zamanı müzikleri, bazen hindistanlı bir dilenci kadın, bazen para isteyen yaşlı bir adam; güneş doğar, güneş batar ama insanlar duymaz bazen..




"birkelebekkonduğuyerdebirmayınolduğunuanlar"


sisyphos aslında en çok; neyi niye ittirdiğini bilmeden, diğerinin sırtına yük bindirerek, bizim cüceler sisyhpos olarak çıkıyor karşıma bazen, sonra aniden kareye giren dünya güzeli bir çocuk, inandırabiliyor beni dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine, bazen..



bazen böyle günlerce yürüyebilirim gibi geliyor,

ben, milyonlarca okun gösterdiği milyonlarca yoldan birini seçer ve yürüyebildiğim kadar yürürüm, takatimin son adımı karşılaşmamıza varır ve yolda biriktirdiğim kelimeleri hazmedebileceğinin çok üzerinde bir porsiyondaymışçasına önüne koyarım;
yolların çıkmazlandığı yerde, bambaşma bir kentte, kelimelerin ucunda ateş olan meşaleyi üzerime üzerime savurursan,

"BeN o aTeŞLE sİgArAmI YaKaRıM”
(bir sonat besteliyorum sana, arya besk)


"yüzyıl şilisinden bir dazz javulcusu inliyor tam arlarımda
hiç durmadan kentlimağlup kıyasıya mağrur ve mor
bir çocuğum şimdi pişman olmak için
birbiriylebağlantılıyüzbinlerceyılım vor." (ah muhsin ünlü)


ya da kısaca elbette çabucak geçilmesi gereken bir virajda bunu daha çok küçükken bir filmde görenlere bir mısra-ı berceste gitsin: "hadi iç de çay koyayım."Ha bir de: "-m'ler yarım kafiye"

kafiyelerin en bıçkın yerinden sızarım içeri, kalemimin sapını gülle donatırım vre, gül ağacı değilem, incir ağacı olabilirim ama, gam götürebilirim; kenarları yenmiş tırtıklı bir dut yaprağına konup, savrulmak isteyebilirim dut ağacı boyunca..

ve işte en nihayetinde nerde olursa nol; yağmur yağıyor, yağmuru kim döküyor, harflerden devşirdiğin kuşlar aklıma aklıma konuyor yine;
yağmur hep yağıyor

ve burada böylece ben, paslı küflü bir giriş kapısının üzerinde adını arıyorum şarkımın,

durmadan basıp basıp kaçıyorum bana öğrettiğin o alttan ikinci kapı ziline..

bulutlara nazır yaralı bir arıkuşu. ve güneşli havalarda da uçmak zorunda kalan yağmurkuşu ölçeğinde..



"...Bir kalkabilsem ayağa, yani sabah olunca... Yüzünün tamını hazırla, bütün kuşlar havalanacak. içlerinden 'o' olan kuş mektubumu kapıp kaçacak. Gökyüzünde bir arya 'Arya besk'. Çiçeksiz, renksiz, sessiz betonların arasına düşecek. Diyecek ki; insan hayatta bir kez ölür arkadaşım. Bir kez orgazm olur, bir kez yemek yer, bir kez güler, bir kez ülkesiz kalır, bir kez sadece bir kez aşık olur ve sadece bir kez acı çeker... Dilini konuşmak istiyorsan, seni bekliyorum. yüzümün..."
(umay umay..)
[simurg?]

yaşadıkalrındaın neler öğrendin diye sorcak olursan, merhem diyeceğim merhem öğrendim. el yakması merhemi, brunu kırması merhemi, kafa çarpması merhemei, saat bozulması, kibrit kalmaması merhemi öğredim çünkü. su mesela, mesela ayağa kalkarak konuşma konuşurken ellerimi bedirdetmek merhemi. yaşadıklarından ne öğrendinb diye sorucak olursan sonra, baba dedik mi baba öğrendim. kadınlar bayılırsa burunlarına sigara dumanı insanın girerse ayılıyormuş. yalan bezeynep, kimse ayılınmıyor öğrendim. öyle basit mi kafa bu kafa. bak kafa bak kocaman kafa bu kafa bu nerden almışsak artık. yaşadıklarımdan tek şey öğrendim lerler değil, çoğulsuz ve sonuçsuz, eeea dersin duysan, aşadıklarmdan y. bir gün anlatırım şimdi uzun sürüyor ama. zaten üzücü mü ne sayılır. mü ne sayılmaz, direkt üzücü sayılır tamam. sayılmaz, olur ben yanlışlıkla. sık sık sayıyorum, DA!, bir. iki, üç, bir. bir, iki, üç, bir. bir, iki, üç,
bir. bir, iki, üç, bir. bir, iki, üç,
bir. bir, iki, üç, bir. bir, iki, üç, bir.

sonra temel bir gün varmış. çok komiikmiş. end.





ilenç    

düşüncesinin yanlışlığı belli olan bir kişinin

bir iş üzerine söz söylemesini kınama;

ayıplama, tekdir, çıkışma

Divanü Lügati’t-Türk
ilenç, (yilenç)
1. Beddua. 2. Azarlama.







hey hey, meraba dünyalı ben dostum. bugün günlerden yuvartesi. yuvar ne güzel kelime, yuvarlanmak burhanaltıntop stili. şiyir yazdım. saç malanmaz taranır şiyirlerinden.


Bu kadar işte bak, tuttum avuçlarıma aldım bu şehri, göğüs kafesime sığsın için;


ellerim büyük benim ve uzun parmaklarım, seni daha iyi görebilmek için..


Buralar soğuk, hakikaten. Şimdiden kar var bazı bölgelerde, buralar hakikaten adamakıllı yağmurlu. Kendime bir şemsiye aldım, atkım, şapkam, yaram-berem-eah- hepsi hazır. Hakikaten güpegüz burası; çok güz, çok kış. Kışı severim ben, sarmalarım kendimi, 9 numaralı tramvaya binerim sonra. Boynuma o yeşil fuları, gece trenleri.. Zira ben, trenleri, tramvayları, demiryollarını severim çok. Her sabah 9 numaralı tramvaya biniyorum kulağımda ipe sapa gelmez şarkılar, slow-motion bir klip çekiyorum zihnimde, figüranı ben. Her sabah ders arası yurda geldiğimde, internetten, gazetelerden Türkiye'de ne var ne yok takip ediyorum, kapatıyorum sonra hemen, içim kararıyor Türkiye'den. Oysa ben ülkemi severim, burada daha bir türkümdoğruyumçalışkanım ama, Türkiye'den içim üşüyor. Oysa buralar soğuk. Hakikaten. Mesela dün bir yerde Nuri Bilge Ceylan dvd'si gördüm, İklimler. Emir Kusturica ile yanyana duruyorlardı, bir garip olunuyormuş görünce. Karşıdan karşıya geçerken mesela arkamda 2 kız türkçe konuşuyordu, ayaküstü sohbet ettik filan, türk kebabçılar da var ayrıyetten. Bir tuhaf olunuyormuş görünce, hakikaten. Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi. Sahiden, ne kadar benziyoruz ve ne kadar başkayız aslında.




Bir kadeh tutuşun vardır senin değil mi, onu da sevebilirim ki ben. Sırf o kadehi öyle tuttun diye sen, bir alabahar sabahı mendilime işleyebilirim adını, sahiden..


Ne diyordu biri: "başkasının mendilinde gözyaşını arama" [Aramak o kadar kolay mı sandın?]Arıyorum işte; kaldığım yeri arıyorum bir kitapta, bir şehirde kaybolduğum yeri, bir başka uyduda seyrettiğim bir kanalı, bir öyküde betimlediğim kahramanı, bir fotoğrafta görünmeyen o sahibi meçhul eli arıyorum. Resimler: özlem. Resimler: eskidenberi. An'lar ne kadar önemli insan hayatında; bir topluluğun fotoğraf çekildikten sonra dağıldığı an, bayramda el öpüp alna koyulduktan sonraki o bir anlık gözgöze gelinen an, uzunca zamandır unuttuğun bir şarkıyı hatırladığın an, Ali Kırca'nın Bizim City'den sonra gülümsediği an.. An tahlili. Tutunamay'anlar. Ahmet Arif olan anlar, içerde.. Anlamak çözmeye yetmez sensiz olmaz. Geniş zamanlar. His-li geçmiş zamanlar, kılcal zamanlar..


Buralar hakikaten soğuk, insan üşümeye de ayaklarından mı başlar yoksa? Ayaklarım üşüyor anne, ellerim zaten hep.. Buranın kışları gibi kuşları da bir manyak zaten, yaklaşıyorsun kaçmıyorlar, "huop, dur bakalım sen benim kim olduğumu biliyor musun" filan diyecekler nerdeyse.



nerdeysen, haber ver seni kaybettim.. [Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen?] "Kalbim susmuşlar yeri, kuşlar korkup kaçmıyorlar" diyordu Feridun abi. Feri dün gibi hatırlıyorum. Sen de hatırlıyorsun biliyorum gözlerimin feri. Hatırlamak ne fena, hiç birşeyi unutmamak ne zor. Ne çok acı var. Can Dündar yazmış Milliyet'te, Dicle Koğacıoğlu, 37 yaşında öğretim görevlisi. İntihar etmiş, "çok acı var, dayanamıyorum" diye yazmış giderken. Nilgün Marmara da öyle değil miydi, evinin balkonundan kendini atarken bağırmamış bile.. Hatırlamak diyordum; intihar edenlerin çoğu belleği güçlü kişilermiş. Çok acı varmış. Dayanamıyormuş. Cahit Zarifoğlu'nun bir kitabı da öyle başlar: "ne çok acı var" Ve niye ben bunları Türkiye gazetelerinden okuyunca hatırlıyorum, niye "sevgim acıyor" Türkiye deyince.. Ahmet Abi güzelim, bir mendil niye kanar?







Sonra yürüyorum dedim ya, ellerim ceplerimde, buralar hakikaten soğuk ama şehri yürüyorum kaybolmaktan korkmadan. Daha ne kadar kaybolunabilir ki, bu kadar canı nasıl yanar sokakların? Ama yook, yok, bu post-acılar adam olmaz, bu şarkılar da.. İki kere çalarlar kapıyı, çanlar bizim için çalar sonra, kamyonlar kavun taşır hatta.. Kulağımda müzikle yürüyorum elbet, slow-motion, figüranı ben. Kafamda ipe sapa gelmez senaryolar da var, Oğuz Atay'a öykünen. "Öğrenciydi. Bir kıza aşıktı ve aynı zamanda başka bir senaryo üzerinde çalışıyordu" Aynı zamanda başka bir hayat üzerine çalışıyordum, gerçi o zamanlar daha olric yoktu. Yürüyorum dedim ya, dün mesela bir defter almak istedim, buradaki kitapçılarda defter yok mesela, bir hayli yürümem gerekti defter bulabilmek için, buldum da; üstelik Van Gogh röprodüksiyonu kapaklı, o derece entelektüel bir insanım. :) Başka defterlerim de var yanımda getirdiğim, kullanılmaya kıyılamayan defterler gibiyiz seninle biz değil mi, [kalplerimiz çok temiz, çünkü pek kullanmayız] bomboş yepyeni bir sürü defterin-ajandan var senin de, biliyorum. Kuzey Defterleri mesela, Lale Müldür mesela.. Lale Müldür ile görüşüyorum ben biliyor musunuz mesela, Mélusine diyor bana, su perisi demekmiş, böyle güzel şeyler de oluyor hayatta. Bazen yağmur yağarken şairler su sıçratıyor üzerime, defterim üşüyor, defterim difteri oluyor. Bir kuş karşıdaki demir parmaklığa konuyor. Defterimde kuş sesleri..




Bazen öyle rastgele dolaşırken bildiğim şarkılar çalınıyor kulağıma, buradaki dükkanlar da bir garip, dışarıdan bakıldığında neci olduğu pek anlaşılmıyor, iyice yaklaşıp içeri bakman gerekiyor, öyle yapıyorum ben de. Kafama göreyse giriyorum içeri, kulağıma bildiğim şarkılar çalınıyor. "Hello darkness my old friend" mesela, ya da Cohen çalıyor bazı yerlerde, Jeff Buckley duyuyorum sonra, yine mi çiçek diyorum. Seviniyorum böyle şeyler olunca ben. Şarkılar var diyorum Lale'ye, ona gönderdiğim şarkılar var msn'den, nerden buldun diyor bunları, bunlar benim gençliğimin şarkıları.. Lalena var mesela, ama kimseye söylemem. Herkes bilmesin istiyorum her şeyi, ama işte bi' tek sen.. Nerdeysen..





Wroclaw'da yürürken rasgele karşıma bu küçük heykellerden çıkabiliyor, sakallı, külahlı cüceler.. "Bu karnavalı hangi deli ateşe verecek" der gibi duruyorlar orda öylece, aniden çıkıyorlar ama karşıma, beni bir şeylerden aklar gibi, susamış suların akışı gibi, saatini kaybetmiş zamanlar gibi, gücüme giden her şey ve cevapsız tüm sorular gibi. Öyle aniden. Seviniyorum öyle şeyler olunca ben. Sen beni şaşırt istiyorum. Güldür istiyorum beni sen. Tut elimden kaldır istiyorum, beraber biz..gez..yüz..göz..



İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım bile diyebilirim sana hatta, ama beni nasıl anlasaymışsın ki sen, böyle uzakken ve ben bir kişi bile değilken yalnızlıktan.. Ama değerse bir gün sıcağım sıcağına.. İhtimal tabii, garanti veremem. Her şey sıcağı sıcağına..

Sıcak bir şeyler içelim seninle, sıcak bir şeyleri düşleyelim istiyorum, sıcak bir ege köyü mesela, sıcak bir çorba, güneş, sıcak bir gülüş, sıcak bir yürüyüş. Sonra "işte sen gülüyorsun ve beni daha geniş bir salona almış oluyorlar" olsun istiyorum.




Çünkü buralar soğuk. Hakikaten..

Geldim. 10 gündür Polonya'dayım. Her şey pek âla, pek güzel.. Wroclaw'dayım, burası insanı kendini çok eski bir yüzyılda hissettiren gothic, barok mimariye sahip bir katolik şehri. Hakikaten söylendiği gibi, hakikaten rüya, hakikaten masal, hakikaten bir başka. Polonya'nın güneybatısında, Almanya ve Çek Cumhuriyeti sınırında, dolayısıyla Berlin, Prag, Viyana ve Budapeşte gibi rüya şehirlere çok yakın, zira gideceğiz de. Şehir merkezine yakın, her milletten öğrencinin olduğu bir yurttayız, Wroclaw Ekonomi Üniversitesi'nin hemen yakınındayız, aman tanrım ne kadar da herşey yolundayız, buna ziyadesiyle şaşırmaktayız. Buranın insanları inanılmaz sıcakkanlı, yardımsever, ve evet, çok güzeller, her anlamda.. Türkiye'yi ve Türkleri seviyorlar, çoğu en az bir kere Türkiyem cennetim cinnetim'e tatile gelmiş, birkaç türkçe sözcük bilenler de mevcut. Zira ben de Lehçe öğrenmek durumundayım, lakin Lehçe 3-5 ayda öğrenilmesi imkansız bir dil olduğundan, belli başlı sözcüklerle başladım. Belli başlı sözcüklerle başlamak da ne garip bir şeymiş. Hava çok dengesiz, bir gün günlük güneşlik 25 derece iken ertesi gün 9 derece soğuk bir kış gününe uyanabiliyorsunuz, o derece. AIESEC stajına geldim ben ve bizi inanılmaz güzel karşıladılar, havaalanında biz 1-2 kişi beklerken, welcoomee diye bağıran, ellerinde pankartlar tutan, flaşlar patlatan 8-9 kişilik bir toplulukla karşılaştık. Her şey yolunda, ok dasti?



Aiesec stajı evet, eğitim stajı yapıyorum burada, Polonyalılara ingilizce öğretmeye geldim, ve görevimi başarıyla icra ediyorum, kendimden beklemediğim bir performansla, öğretmen olmak da varmış yad ellerde.. Devletin açtığı dil kursları var ve her yaştan insan geliyor bu kurslara, beginner ve intermediate seviyesinde olmak üzere 2'şerden 4 grubum var. 24 yaşında gençler de, 60 yaşındaki David amca da, 43 yaşındaki Magda teyze de öğrencilerim arasında ve dersi inanılmaz bir dikkat ve şevkle dinliyorlar, defterleri kalemleri falan var, sorular soruyorlar, tek tek sözcükleri tekrar ediyoruz, sayıları öğreniyoruz yüksek sesle, yüksek yüksek tepelerde yapıyoruz hem de bunu.. Öğretmen olmak, hem de bu derece akla hayale gelmedik biçimde, kendimi bağımsız, post-entel filmlerde hissettiren şekilde.. 2 ayrı yerde kurs-ofis tarzı ders verdiğim yer var; biri kaldığım yurda çok yakın, sabah burada ders veriyorum, diğeri de 12:30 da başlıyor ve inanılmaz biçimde tam tam tam da şehir merkezinin, City Hall'ın, Rynek denen en meşhur caddenin, ve Wroclaw'ın en ünlü meydanındaki büyük kilisenin tam karşısında. Çanlar kimin için çalıyor diye düşünüyorum muntazaman evet, sonra ders bitiyor, yönetmen stop diyor, artık birileri bir yerde bir şeylere inanıyor. Bunun gibi pek çok bakımdan şanslıyım, örneğin beraber geldiğimiz diğer 2 Türk stajyer arkadaşın iş yerleri şehir merkezinden çok uzakta, oda arkadaşım mesela sabah 6 da kalkıp 2 saat 2 vesaitle işe gidiyor, 8 de işbaşı yapıyor ve akşam 6'da yurda gelebiliyor. Oysa benim günde sadece 4 saatim ve ziyadesiyle boş vaktim ve bol miktarda inanamamazlığım var. Ders çıkışı şehri geziyorum boydan boya, hiç bilmediğim yerleri keşfediyorum, kulağımda müzik, içimde -iyi ki yapmışım- hissiyatı, ve artık -isyan etmek yok- telkinleri, bir uçtan bir uca ben, hiç bilmediğim bir şehri sevmeye neresinden başlayacağımı düşünüyorum.



Buraya kadarki somut, donuk ve basmakalıp temel bilgilerden sonra geçiyoruz hissi dalgalanmalara:



Geldim, "uzak"ta buldum yine kendimi, kendi sesime "yaban"da kulak verdim.. Uçtum da geldim, bilmediğim sözcüklerin, bilmediğim harflerinden, çok bildiğim bir cümle kurmaya geldim; elimi taşın altından çekip, akrebin yanışına, 'engereğin gözündeki kamaşma'ya sırt çevirip, 'kurbağalara bakmak'tan geldim; ne yapıp edip.. Bastığım yerleri toprak diyerek geçip, tanıdım da geldim; kulağıma ismimi üfleyen bir şarkı oldu çok zaman toprak, ölümden geleni yaptım da geldim.. Demiştim zamanın birinde; tutuşmuş odalardan, adalardan modalardan geçtim. Duyduğun kısmı ne ki duyurmadan öldüm öldüm dirildim öldü möldüm dirildim. Dirildim dediğime de bakma. Ularım ben böyle arada. Sen bana bakma. Bak ma..


Şimdi kanatlarım uçak seslerinde, kulağım tren raylarında , yanağım otobüs camlarının garantisinde; bulutların üstünden, telgrafın tellerinden, kelebek camından aşağı bırakmak kendimi, biletler, valizler, vizeler, pasaportlar, yollar havalar karalar şimdi bana.. İmdat çekicini tutamayabilirim belki, ne çatılara uzanıp içinden duman yerine kalbimizi çektiğimiz çift kağıtlı ömürler ne de 'hey, bak, sakin ol, tamam mı!' üslubumuz.. Ufka bakarken umduklarımıza ayak uydurduk kısacası, kıskaççası, yengeççesi. Fazlalıklarımız bundandı. Ummak ve ayak uydurmak. Evet, kırmızı mızrak uçları, asıl şimdi.. Ben ve içimde^kiler, iç acılarımızın toplamı, hüzünle yoğrulmuş bakışlarımızın hamurundan, böyle birdenbire birinci çoğula geçişim, bundan hep..



Anlamlardan anlam çıkarma tütsünün, tüm değerleri değersizleştirme öyküsünün, tüm o varışların dönüşlere evrilme döngüsünün kırıldığı yerdeyiz bak; neden? İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte..



Biliyoruz; burası, küçük bir bahçe, yüksek duvarlı. Göğünden bir kırlangıç uçsa bir tapınağa dönüşen yoksulluktan ve yorgunluktan bir şehir. Masada poğaçalar, neskafeler, saksıda kuruyalı iki sene olmuş papatyalar, iltihaplı gözleriyle bir sürü çocuk kedi. At toynakları ve çalı süpürgelerinin önünden yuvarlanarak kaçan damlalar gibi çırılçıplak çıktığımız kara parçası. Böyle bozulmuş bir yatak gibi bırakıp ömrümüzü, anlamaya geldiğimiz ve iyice yaklaştığımız, kurtulamadığımız elleri kesik o yaz. Artık biliyoruz, insanlara karşı durmanın, onlardan sakınmanın yolu yoktur. Harcanmamış bir insan yüreği olarak büzülüp sığınmadan, onların rezil eğlencelerine katılmadan, sinsi hınçlarına, vahşi öçlerine paçayı kaptırmadan etraflarından dolaşıp geçmenin imkanı yoktur. Ama artık biliyoruz; yaralarımızı yıkayan o güzel yağmurlar için, küpe çiçeklerinin sağ kaldığı bazı dağlar için, bundan böyle geri çekilmeyeceğiz, burada bekleyeceğiz, ve gideceğiz yine, "çiçekleri yeniden seveceğimiz yere" belki birlikte, belki hiç görmediğim-iz biriyle..


Gidebildiğim kadar gitmek istiyorum, gözlerimde, uzun kumlu bir ovanın sonunda saydam bir ufuk gibi kederimi, ağzımda hep tükürüp atacakmışım gibi duran kelimelerimi durmadan sakladığımdan, ve senin çadırlarını bana da saplayan bu göçebe hayatı boşa harcadığından, bunu ancak ve ancak her daim, hesap vermek için huzura çağrılmış gibi duranlar anladığından, devam etsin istiyorum. Sürsün, kabarıp aydınlanan ateş böceği kıçı gibi incecik bir mavinin sergisiyle dirensin istiyorum. Saç örgülerimi çözüp, onlarla kundaklanıp, ölür gibi, buradan, yani yüreğimden göğe kadar, bir karanlık uçurtma gibi tırmanmak istiyorum.

Çünkü öğrettiler: eğer yangınsan yanarak yürüyeceksin, düşsen, düşerek kırılacaksın mendilinin ucundan ağlayan bir kızın. Ve yemin ederim baylar, yemin ederim çok ve çok uzun yalnızsınız.



Böyle böyle şeyler işte.. Bu ülke bu şehir bu mevsim parmaklarımı klavyeyle çokça buluşturacak gibi. Artık yazabilirim sanırım, artık gidebilirim, kalabilirim de müs'ait bi yerde.. Bundan böyle burayı gezi yazıları ve fotoğraflarla doldurabilirim; gezginin günlüğü olsun artık burası öeh; evet görmemişin yurtdüşü olmuş diye, evet başım göğe erdi diye, evet kafiye olsun diye..



Bunlar da Polonya'dan ilk kareler olsun bakalım:















Bir de, bir şarkı, kavgada bile söylenmeyecek şarkılardan, aslında herkese öğretilmeyecek şarkılardan ama bi' tek sen bil diye..


Zira biz, birbirlerinin topuklarına çarpan şarkılardık, burda böylece umudun altını körüklüyorken hem, uzaklardaki ormanda bir ağaç kendiliğinden devrilmişse bunu yalnızca ikimiz biliyoruz diye..


İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte..

Gidiyorum, sonunda..

Kurtulmak istediklerimden kurtuldum, yapmak istediklerimi -kısmen- yaptım, bitirmek istediklerimi bitirdim.. ve yeni başlıyorum.

gidiyorum; Polonya'ya, şimdilik.. sabah 6.40'ta uçağım..

Git

tim.

"Yolunu arayan bir yolculuksa çıkılacak olan,

heybeni doldurmak değildir yapacağın.
Olabildiğince boşalt heybeni : Ben'i.
Sende ne çok fazla şey var şimdi. O yüzden
gidemiyorsun belki. Tıklım tıklımsın sen; ellerin
ana baba günü. Bırak, sıkı sıkı tutmadığında seni
bırakıverecek sesleri.."

Fikret Kızılok günleri..

kırmızı mızrak uçları.. karasaplıbıçak izleri..

çelik gelincikler sıkıştırıyor yüreğimi; çelik gelincikler aklımdan aşağı..


rüya bütün çektiğimiz
rüya kahrım rüya zindan..


turuncu kimi zaman; gecenin kırmızısı ve güneşin sarısından olma, imgenin anasından doğma bir rengin düşsesiyle..:


portakal reçeli; nasıl yapıldığı, nasıl koktuğu, neleri zihne düşürdüğü değil mevzu; kimsenin anısıyla başedecek gücüm yok.. kavanozda duruşunu gözümüzün önüne getirelim. dış tarafları rendelenmiş, ve anlatmadığımız tarifiyle reçel haline getirilmiş portakal kabukları cam kavanozlar içinde rulo haline gelmişler. raflardan kafalarını uzatıp bana bakıyorlar. kavanozun kapağını plop diye açıyorum, çatalımı batırıyorum. turuncu renkli turunçgil suyu damlıyor rafın altında oturan kel adamın kafasına. su da dediysem, kıvamlı bir sıvı aslında. ne çok koyu, ne de çok cıvık. herkes memnun portakal reçelinden. aromasını çekiyorum içime, deniz maskemi takıyorum, portakal ağacından denize atlıyorum.derya turuncu olmuş kavanozun içinde. dev karanfil taneleri yolumu kesiyor ki uyanıyorum. bahar sabahı portakal bağında boğum boğum karanfillerin tekrarı. portakal reçelindeki tekrarsızlık gülüm. tekrarın portakalsızlığı..

Mumları


Üfle,

Bir

Dilim Kes

Hayattan..



..sonra içinde bir tren raydan çıkar, hiçbir mektup hiçbir zarfa yakışmaz, adresler denize çıkmaz hiç; kara: bir istiridye kabuğunun okyanusa tutsak, bir martı kanadının fotoğraflara tutkal eskizleri sonra; yine ve hep..




beşinci senfoninin tahtada tırnakla çalınması oluverir hayatın; ıslak ve kaygan zeminlerde, düşeyaza bahar gelir sonra, ar gider; bach kalır, içinin yokuşlarında bir çocuk yuvarlanır bisikletinden, bahar; ilk ve son'un arasında; orta yerde kahır-bahar: enine ve dümdüz, çizgili yeknesaklıklarıyla herkes ve herşey dallanır budaklanır içinde, çiçeklenir daha da kötüsü..




gecenin en kör vakti iç'te bir şey; tut tutabilirsen. eline değen kırmızısında hayat mı var yoksa arafta bir soluklanma tuzağına düşen hiçlik mi? kim bilebilir, kendine ettiğin kötülüğün kaç bucak olduğunu.. neyle bedellenip yüzüne tokat gibi çarptığını.. insan; her kertede, hangi cetvelle ölçerse içinin rakımını, deniz seviyesinden uzaklığı hangi mavinin tual tanımaz bulanıklığına ulanır, bozbulanık olur nihayetinde; tüm bunlara kendini nasıl katar da başka renklere kulaç atar sonra,.?





sonra gecenin içinden bir siren sesi geçer; gecenin içinden bir ambulans çığlığı, ve gecenin kıyısından köşesinden bir can gider; arkan hayata dönüktür ve bir miktar kan akar. ah kan! biz bu filmi daha önce de görmüştük, biz daha önce de aramıştık başkasının mendilinde gözyaşımızı.. ve illa ki paslı bir testerenin iç gıcırtadan sesi geçer gecenin tam ortasından, sancısı düşe kalır..





alkol kokusunun tüm bir çocukluğa bedel boş kadehlerini çiğner gibi ağzında, yanağının içini keser gibi sözler, birileri şarkılar söyler. kıpırdamazsın yerinden, ama göğsünde bir eşkıyanın kör bıçağı bileğinden geçer. dağ başı ıssızlıklarının duman kutbudur bu; iz sürsen kayıp, yol bulsan ziyan olursun.. içindeki şarkıların kemikleri sızlar, içindeki şiirlerin ruhu duymaz..





sonra bir bakarsın; birinin içinde unuttuğu makas deşer durur içinin yerini göğünü, amel-i-yat sonrası eldivenlerini çıkarıp, masaya bırakmıştır çoktan; safra kesende bir yerde kırpıp kırpıp yıldız yaparsın o makasla içinde kalan kalmayan, acıtan sancıtan ne varsa.. dikiş izleri görünmez, narkoz kokusu duyulmaz, yalnızca eliyle sus! diyen bir hemşire fotoğrafı kalır gözlerine; sus ki yerde kalmasın kanın; serde..





pencerelerden silktiğin tüm kelimelerin altında kan vardır elbet; ömrüne bir kafiye ararken sen; bu kaçıncı kaybın kaçıncı kaçışıdır hiç bilemeden, tüm mısralar yaralarının üzerinden geçer ve sen bir devrik şiir olursun sonra, o soğuk "che"lik tadına varmadan henüz, tüm sözcüklerini asarlar ağaç dallarına, tabi ki uçurtmayı vuranlardan, illa ki atları da vuranlardan arak bir keskin nişan yanılsamasıyla..:
"ayağı kırık bir at var kalbimde; kim vuracak..?"






sonra gecenin içinden arabalar geçer, vazgeçtiğin hayatlardan yaptığın arabalar; virajı alırken o'nun sokağından geçen.. umudu bıçakla sıyrılmış yolların kesiştiği huzursuzluk evrelerinde: Tek yakıt: dikiz aynasından görünen bir suret masalı.. o da garez, o da itiraz ve bir hayalin kemik kırıkları: "içimdeki kör adamı kim karşıya geçirecek..?"

sonra sonra sonra..

sonra diye bir şey aslında belki de hiç yoktur. tarih dışıdır sonra...