eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Geldim. 10 gündür Polonya'dayım. Her şey pek âla, pek güzel.. Wroclaw'dayım, burası insanı kendini çok eski bir yüzyılda hissettiren gothic, barok mimariye sahip bir katolik şehri. Hakikaten söylendiği gibi, hakikaten rüya, hakikaten masal, hakikaten bir başka. Polonya'nın güneybatısında, Almanya ve Çek Cumhuriyeti sınırında, dolayısıyla Berlin, Prag, Viyana ve Budapeşte gibi rüya şehirlere çok yakın, zira gideceğiz de. Şehir merkezine yakın, her milletten öğrencinin olduğu bir yurttayız, Wroclaw Ekonomi Üniversitesi'nin hemen yakınındayız, aman tanrım ne kadar da herşey yolundayız, buna ziyadesiyle şaşırmaktayız. Buranın insanları inanılmaz sıcakkanlı, yardımsever, ve evet, çok güzeller, her anlamda.. Türkiye'yi ve Türkleri seviyorlar, çoğu en az bir kere Türkiyem cennetim cinnetim'e tatile gelmiş, birkaç türkçe sözcük bilenler de mevcut. Zira ben de Lehçe öğrenmek durumundayım, lakin Lehçe 3-5 ayda öğrenilmesi imkansız bir dil olduğundan, belli başlı sözcüklerle başladım. Belli başlı sözcüklerle başlamak da ne garip bir şeymiş. Hava çok dengesiz, bir gün günlük güneşlik 25 derece iken ertesi gün 9 derece soğuk bir kış gününe uyanabiliyorsunuz, o derece. AIESEC stajına geldim ben ve bizi inanılmaz güzel karşıladılar, havaalanında biz 1-2 kişi beklerken, welcoomee diye bağıran, ellerinde pankartlar tutan, flaşlar patlatan 8-9 kişilik bir toplulukla karşılaştık. Her şey yolunda, ok dasti?



Aiesec stajı evet, eğitim stajı yapıyorum burada, Polonyalılara ingilizce öğretmeye geldim, ve görevimi başarıyla icra ediyorum, kendimden beklemediğim bir performansla, öğretmen olmak da varmış yad ellerde.. Devletin açtığı dil kursları var ve her yaştan insan geliyor bu kurslara, beginner ve intermediate seviyesinde olmak üzere 2'şerden 4 grubum var. 24 yaşında gençler de, 60 yaşındaki David amca da, 43 yaşındaki Magda teyze de öğrencilerim arasında ve dersi inanılmaz bir dikkat ve şevkle dinliyorlar, defterleri kalemleri falan var, sorular soruyorlar, tek tek sözcükleri tekrar ediyoruz, sayıları öğreniyoruz yüksek sesle, yüksek yüksek tepelerde yapıyoruz hem de bunu.. Öğretmen olmak, hem de bu derece akla hayale gelmedik biçimde, kendimi bağımsız, post-entel filmlerde hissettiren şekilde.. 2 ayrı yerde kurs-ofis tarzı ders verdiğim yer var; biri kaldığım yurda çok yakın, sabah burada ders veriyorum, diğeri de 12:30 da başlıyor ve inanılmaz biçimde tam tam tam da şehir merkezinin, City Hall'ın, Rynek denen en meşhur caddenin, ve Wroclaw'ın en ünlü meydanındaki büyük kilisenin tam karşısında. Çanlar kimin için çalıyor diye düşünüyorum muntazaman evet, sonra ders bitiyor, yönetmen stop diyor, artık birileri bir yerde bir şeylere inanıyor. Bunun gibi pek çok bakımdan şanslıyım, örneğin beraber geldiğimiz diğer 2 Türk stajyer arkadaşın iş yerleri şehir merkezinden çok uzakta, oda arkadaşım mesela sabah 6 da kalkıp 2 saat 2 vesaitle işe gidiyor, 8 de işbaşı yapıyor ve akşam 6'da yurda gelebiliyor. Oysa benim günde sadece 4 saatim ve ziyadesiyle boş vaktim ve bol miktarda inanamamazlığım var. Ders çıkışı şehri geziyorum boydan boya, hiç bilmediğim yerleri keşfediyorum, kulağımda müzik, içimde -iyi ki yapmışım- hissiyatı, ve artık -isyan etmek yok- telkinleri, bir uçtan bir uca ben, hiç bilmediğim bir şehri sevmeye neresinden başlayacağımı düşünüyorum.



Buraya kadarki somut, donuk ve basmakalıp temel bilgilerden sonra geçiyoruz hissi dalgalanmalara:



Geldim, "uzak"ta buldum yine kendimi, kendi sesime "yaban"da kulak verdim.. Uçtum da geldim, bilmediğim sözcüklerin, bilmediğim harflerinden, çok bildiğim bir cümle kurmaya geldim; elimi taşın altından çekip, akrebin yanışına, 'engereğin gözündeki kamaşma'ya sırt çevirip, 'kurbağalara bakmak'tan geldim; ne yapıp edip.. Bastığım yerleri toprak diyerek geçip, tanıdım da geldim; kulağıma ismimi üfleyen bir şarkı oldu çok zaman toprak, ölümden geleni yaptım da geldim.. Demiştim zamanın birinde; tutuşmuş odalardan, adalardan modalardan geçtim. Duyduğun kısmı ne ki duyurmadan öldüm öldüm dirildim öldü möldüm dirildim. Dirildim dediğime de bakma. Ularım ben böyle arada. Sen bana bakma. Bak ma..


Şimdi kanatlarım uçak seslerinde, kulağım tren raylarında , yanağım otobüs camlarının garantisinde; bulutların üstünden, telgrafın tellerinden, kelebek camından aşağı bırakmak kendimi, biletler, valizler, vizeler, pasaportlar, yollar havalar karalar şimdi bana.. İmdat çekicini tutamayabilirim belki, ne çatılara uzanıp içinden duman yerine kalbimizi çektiğimiz çift kağıtlı ömürler ne de 'hey, bak, sakin ol, tamam mı!' üslubumuz.. Ufka bakarken umduklarımıza ayak uydurduk kısacası, kıskaççası, yengeççesi. Fazlalıklarımız bundandı. Ummak ve ayak uydurmak. Evet, kırmızı mızrak uçları, asıl şimdi.. Ben ve içimde^kiler, iç acılarımızın toplamı, hüzünle yoğrulmuş bakışlarımızın hamurundan, böyle birdenbire birinci çoğula geçişim, bundan hep..



Anlamlardan anlam çıkarma tütsünün, tüm değerleri değersizleştirme öyküsünün, tüm o varışların dönüşlere evrilme döngüsünün kırıldığı yerdeyiz bak; neden? İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte..



Biliyoruz; burası, küçük bir bahçe, yüksek duvarlı. Göğünden bir kırlangıç uçsa bir tapınağa dönüşen yoksulluktan ve yorgunluktan bir şehir. Masada poğaçalar, neskafeler, saksıda kuruyalı iki sene olmuş papatyalar, iltihaplı gözleriyle bir sürü çocuk kedi. At toynakları ve çalı süpürgelerinin önünden yuvarlanarak kaçan damlalar gibi çırılçıplak çıktığımız kara parçası. Böyle bozulmuş bir yatak gibi bırakıp ömrümüzü, anlamaya geldiğimiz ve iyice yaklaştığımız, kurtulamadığımız elleri kesik o yaz. Artık biliyoruz, insanlara karşı durmanın, onlardan sakınmanın yolu yoktur. Harcanmamış bir insan yüreği olarak büzülüp sığınmadan, onların rezil eğlencelerine katılmadan, sinsi hınçlarına, vahşi öçlerine paçayı kaptırmadan etraflarından dolaşıp geçmenin imkanı yoktur. Ama artık biliyoruz; yaralarımızı yıkayan o güzel yağmurlar için, küpe çiçeklerinin sağ kaldığı bazı dağlar için, bundan böyle geri çekilmeyeceğiz, burada bekleyeceğiz, ve gideceğiz yine, "çiçekleri yeniden seveceğimiz yere" belki birlikte, belki hiç görmediğim-iz biriyle..


Gidebildiğim kadar gitmek istiyorum, gözlerimde, uzun kumlu bir ovanın sonunda saydam bir ufuk gibi kederimi, ağzımda hep tükürüp atacakmışım gibi duran kelimelerimi durmadan sakladığımdan, ve senin çadırlarını bana da saplayan bu göçebe hayatı boşa harcadığından, bunu ancak ve ancak her daim, hesap vermek için huzura çağrılmış gibi duranlar anladığından, devam etsin istiyorum. Sürsün, kabarıp aydınlanan ateş böceği kıçı gibi incecik bir mavinin sergisiyle dirensin istiyorum. Saç örgülerimi çözüp, onlarla kundaklanıp, ölür gibi, buradan, yani yüreğimden göğe kadar, bir karanlık uçurtma gibi tırmanmak istiyorum.

Çünkü öğrettiler: eğer yangınsan yanarak yürüyeceksin, düşsen, düşerek kırılacaksın mendilinin ucundan ağlayan bir kızın. Ve yemin ederim baylar, yemin ederim çok ve çok uzun yalnızsınız.



Böyle böyle şeyler işte.. Bu ülke bu şehir bu mevsim parmaklarımı klavyeyle çokça buluşturacak gibi. Artık yazabilirim sanırım, artık gidebilirim, kalabilirim de müs'ait bi yerde.. Bundan böyle burayı gezi yazıları ve fotoğraflarla doldurabilirim; gezginin günlüğü olsun artık burası öeh; evet görmemişin yurtdüşü olmuş diye, evet başım göğe erdi diye, evet kafiye olsun diye..



Bunlar da Polonya'dan ilk kareler olsun bakalım:















Bir de, bir şarkı, kavgada bile söylenmeyecek şarkılardan, aslında herkese öğretilmeyecek şarkılardan ama bi' tek sen bil diye..


Zira biz, birbirlerinin topuklarına çarpan şarkılardık, burda böylece umudun altını körüklüyorken hem, uzaklardaki ormanda bir ağaç kendiliğinden devrilmişse bunu yalnızca ikimiz biliyoruz diye..


İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte..

2 üvercinka:

şarkı mükemmel. uzun ve güzel. resimler büyümüyo. şarkı harika. sağda bir tek tık yok. ben mi beceriksizim. şarkı teşekkür ederim.

beğendiğine sevindim, her kimsen.. resimler büyümüyor evet, büyür bi' gün.. :)

ben teşekkür ederim, şarkıların ve fotoğrafların ve yazıların devamı gelecek. her kimsen..:)