kokusunu çoktan unuttuğun mandalsız bir zaman diliminde, çamaşır ipine asılı güzeldi'li geçmiş
zamanları savuruyorken rüzgara; pamuk ipliğine bağlı gelecek kaygılarının hükmünde, değneğin tam orta yerinde duran "şimdi"yi ıskalıyorsan umarsız; hikaye başlamıştır.
hikaye; annenin mezopotamya'da bir nil nehri'ni sulayıp durmasıdır gözbebeklerinde. babanın, her zaman olduğu gibi kör koridorlarda alkol kokusu, sessiz bir gölge sureti olmasıdır kapı eşiklerinde, dikenli bir kilit sesi. o içeri girdiğinde, sen artık hep dışarıdasın.
hikaye; istenmeyen komşu kadınların bacaklarındaki varislerde, göğsündeki kırmızı kurdelanın parçalanmasındaki anlamsızlıkta büyür.
kaygan bir zeminde tutunacak bir şey bulamıyorken, ve zaten çoktan öğrenmişken yere düştüğünde önce gülüşlerinin kanadığını; yaşam umarsızca bir sallanmadır, kulpsuz.
hayat seni herhangi bir tren istasyonundaki herhangi biri yapmaya çalışıyorken; sen, artık bir peron öpüşmesini uzatıyor olursun; mavi.
hikaye; çekip gidememe ikiyüzlülüğünün yeniden üretimidir, halkanın zincirden kopması, sonra yeniden eklenmesi sahte bir tanrıya duaların..
başka türlüsü, diyememektir, çokça.
göğsündeki izbe meyhanede kaç taşralı memur ölüyorsa her akşam, o kadar hikaye küflenir şarkılarda.., -bir yangının külü de-
bir afrika ezgisinin ateşine çıra olsun diye kanırttığımız yüreğin cılız kemikleridir hikaye; bir parça ekmeğin hatrına güttüğü kandır.
besleme kızın kapıcıyla yapılan düğünündeki fosforlu neşedir hikaye; limonata ve kuru pasta.
hikaye; kanatlarını kıran yazgıya her güz başı martılar uçurmak ve her ikindi patiskadan kanatlar biçmektir kendine..
hikaye budur; sürgün de..
Hakkımda
- Melusiné
- Bir 'mayıs sıkıntısı'nda gelir dünyaya, kıyısı yosun tutmuş bir liman şehrinde büyür, siyah yaşar, siyaha kanar, siyaha çalar günleri.. Edebiyat ve okumak en büyük tutkusudur; Kafka, Nietzsche, Küçük İskender, Umay Umay, aynada silüetini gördüğü ex tanrılarıdır, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oruç Aruoba, Oğuz Atay, Bilge Karasu, İlhan Berk, İsmet Özel, Rimbaud, Rilke, Bukowski, Roland Barthes, E.M. Cioran, Murathan Mungan, Yılmaz Odabaşı, Özdemir Asaf, Atilla İlhan, Ahmet Telli, Lale Müldür, İnci Aral, Elif Şafak vs..ise yalancı peygamberleri... Gök'yüzüne kezzap atıldığı için yara izi sayar bulutları, güneşeyse yatsıya kadar yanan mum ışığı muamelesi yapar; ay,yalnızca dünyanın uydu'rmasıdır ona göre.. Vaktini en çok okuyarak, müzik dinleyerek, pencereden dışarı bakarken kendini yakalayarak ve hayattan kaçamayarak geçirir. Sık sık kendinin peşine düşer, kalbinin izine, ama çoğunlukla eylül'ün bıraktığı yerdedir. Şimdilik bir müsveddedir aslını arayan, döner durur içine kanar...
dancemetotheendoflove
lüzumsuzsa söndür
Oruç Aruoba
Kala'Balık..
say^aç
günebakan..
ah, ka(hı)rla karışık günlerden sonra mutluluk gibi birşeyler de oluyor bazen -çok kısa küçücük ara sıra bazı bazı-
çoğu zaman külfet gibi algılanan, ille de yapılagelen okul/şirket yılbaşı çekilişlerinde "kesin bana gereksiz bi'şi" gelir, diye beklerken, bu sene "cemal süreya-sevda sözleri" nin gelmiş olması, üstelik içinde şirkette çalışan ince ruhlu arkadaş tarafından cemal sü'reya'vari bir not düşülmüş olması, olalala! şaka gibi.. hayır kitabı daha önce alamayıp da şimdi hazine bulmuş gibi olmamdan değil sevincim, hayatın böyle sürprizler de yapabiliyor olduğunu -hala- görme sevincisi..olala!
sonra bi'kaç güzel bi'şey daha işte, güzel insanlar, güzel sözler(sevda sözleri?), güzel umutlar, güzel bi'yerler, saçlar, montlar, botlar, karlar kışlar soğuklar -paramparça aşklar ve-köpekler, sigaralar, gülüşler, umutlar, ve de güççük mutteşem bir "ev" prototipi. budur!:
(orman ne güzel, ne güzel melodisi eşliğinde)
kemerburgaz dönüşü onca soğuğa, kara, yorgunluğa ama yine de bir sürü güzelliğe rağmen dönüşte hızımı alamayıp, kendime bir poşet dolusu cips, çikolata, ve de elma şekeri! almam, diğer poşetinse zaten aşırı dozda mut içeriyor olması(bkz: sevda sözleri) itibariyle iki poşet dolusu mutlulukla döndüm eve bu akşam, uzun zamandır yapmıyordum bunu;
onca soğuğa, kara, yorgunluğa rağmen..
*sahi ben en çok nesiyim, kimin..?
*ve istanbul bazıları için hala, ne..?
ağlayamayarak, uyuyamayarak, kusamayarak, dokunamayarak, susarak, kanırtarak, dayanamayarak, anlayamayarak, bilerek bilmeyerek istemeyerek, istemeyerek..
Bilenler bilir; "bir çiçek yılı sonra" diye çok eskılardan bir albüm var; "murat özyüksel" diye bir adam var, içinde deli işi şarkılar var, ne yapıp edip, edininiz bir yerlerden, kendinize bir iyilik yapın ve bu şarkılardan yoksun kalmayın; güzel bir pazar sabahında dj iniz.. öehh.
".. çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde, ayakkabıları sürekli delinen biriyim.."
şirket hayatı, ofis çalışanı, plaza insanı kimliğimden bi süreliğine sıyrılıp gidiyorum diyorum..
sabrımı deneyen sen ey sebep; sana geliyorum diyorum.. derdim çoktur hangisine yanayım diyorum.. istanbul bana neler ettin diyorum.. gurbete kaçazaim kuzum, cam kenarlı otobüslü yollu duraklı bir yazı döşeneceğim sonra, oradan da gideceğim, gittiğim yerlere geri döneceğim.. diyorum. gitmekle yazgılıyım, dönmekle sonra.. bi' gün benim de bi' istanbulum olucak diyorum, ama böyle değil. istanbul bu değil. hani taş toprağı altın istanbul? diyorum..
çok bile diyorum aslında, çok bile dedim, dedim de ne oldu.. diyorum.. uzayıp gidiyorum..
niyeyse, eskilerden bi' karalama, rasgeldi, paylaşılageldi. ezginin günlüğü-dut ağacı eşliğinde okunursa, ne güzel olur?
mayıs sıkıntılarının, kasaba meyhanesi gibi mutsuzlukların takvimlerden kendine yeni yeni yapraklar kopardığı yıllardı, güneş bile henüz alışkın değildi çocuk gölgeme hüzün vurmaya, ben; arka bahçe sürgünüydüm o zamanlar, sadece orada yer bulabiliyordum maydanoz kokusuna, sadece orayı mesken biliyordum ilkyaz akşamüstlerine, "akşamebesikilit" koşuşturmalarına sadece orada geçit veriyordu "dışarısı". sokak, kirliydi çünkü, sokakta insanın başına her türlü kötülük gelebilirdi, sokak, "çingeneler zamanı"ydı mesela, başıboş köpekler mekânıydı, en iyisi biz arka bahçede kalalımdı...
hissedebilmek için öncelikle sığılacak/sığınacak bir yerin olması gerekiyor. kendini bir yere oturtmamışken-yersizken-her yerde olabileceğini sanıyorken hiçbiryerdesin. hiçbiryerde olmanın hiçkimliğe-h/içliliğe çaldığı bir tepe.. hiçbiryer/deliğin sonuna yaklaştın. bir yer seçip sığınacak ve ayak bastığın müddetçe senin olacak o yerden çıkacaksın yola. senin olan sen olduğun o yerden baktığında eseduran rüzgarlara, hissedebileceksin her notasını zamanın. sonra o tepeden yuvarlanıp aşağılara karışacaksın zamana. döneceksin sulara..
hani taşıyamayacak gibi olunca, hani “altta kalanın canı çıksın” oynarken eklem yeri gibi sakat bi' yere ağırlık biner de üsttekiler tepinirken ne ses çıkarabilirsin, ne dur diyebilirsin, ne kurtulabilirsin, öylece geçsin diye beklersin, hah, işte ben çoğu zaman beklediğimi hissediyorum.
tüm bu gel-git lerden sonra, kendimi koyacak bir yer bulayım diye en çok, işe başladım ben, plaza insanıyım hatta; nur topu gibi pazartesi sendromlarım, sıkıcı mesailerim, aybaşı beklemelerim, kabus gibi trafik şikayetlerim, yollarım yokuşlarım sokak köpeklerim evsiz kedilerim yeşil ışıklarım akbillerim istanbullarım köprülerim camilerim dilencilerim vapurlarım martılarım martılarım martılarım var benim artık..
amma ve lakin; şu içimdeki sancıya, şu dönen dönenen kara saplı bıçağa çare bulamıyorum, göğüs kafesimin üstünde bi' hançer sızısı sanki hep; bir ağlama isteği ama ağlayamama, bir eli kolu bağlılık, bir "ee şimdi nolucak" hali, bir "bu mudur" sızlanması hep, bir boşluk bir duman bir gölge bir güneş..
keşke düpedüz.
düpedüz keşke. bir rüzgar gülünün arkasından üflenen; ayazda çatlamış dudakların en yarılmış yerinden yakınarak sokulan: yüz köşeli keşke.
istanbul'dayım, tırnaklarımı ıslak, kaygan parmaklıklarına geçirdim bu şehrin, tam düşecekken bir gayret, bir daha tutun, tam tutunacakken bir zerre daha düş- hangisi gerçek tüm bunların, hangisi içinden geçiyor sözcüklerin dipdiri, neresinde kalıyor zaman tüm bunların, neresinden kıvrılıyor evren, bir kuşun ağzında solucan misali..? geçmişin bırakılamayacaklığının ucunda bekleyip duruyor...
Bej.. Şimdi herşey öyle, şimdi herşey böyle, ama rengi bej.. Siyahtan mordan maviden kırmızıdan ırak, düz, soluksuz.. Sessiz. "Keşke" renginde şimdi herşey.. Her şey oluyor, bitiyor herşey.. "Eylül'de gel" renginde ya, eylülün yüzü gözü bej.. İstanbul'unsa söyleyecek çok şeyi var ama susuyor henüz.. Oysa ben İstanbulları eylülleri ve renkleri çok severim anne.
Havada uçuşan yatay ve dikey çizgilerden mürekkep şimdi ses dedikleri, birbiriyle çarpışıp, kesişip, karelere bölünüyorlar içimde, kara kere kare.. Harakiri. İkebana. Kamikaze.. Dedim ya, iyi değilim. Dedim mi sahi?..
Gidip de dönülemeyen şehir.. Geri dönüşleri özlenen şehir en çok.. Köprülerinden atlanılamayan, araba altlarında kalınamayan, maganda kurşunlarına hedef olunamayan, iki arada bir derede boğulunamayan, anlatılamayan, tasvirsiz, betimsiz, bitimsiz şehir.. Su perisi illa ki..
İstanbul bana hiç yamuk yapmadı derken, beni hiç üzmeyen şehir derken, bana kendini hep pembe gözlüklerle gösteren zehir.. Aynı derede onlarca kez yıkanılan, üzerine yıkılan onlarca ağırlığa rağmen altında kalınamayan, altından kalkılamayan nehir..
İstanbul'da yaşamaya başlamanın ilk adımını atmak üzere evden çıktım birkaç gün önce..
İş görüşmesine gidiyordum ve dakka bir gol bir, evet bildiniz, cüzdanım çalındı, yokoldu daha doğrusu, çalındığına dair hiç bir belirti yok.. Ne çantada bir hasar var, ne de çantanın fermuarı açık.. 5 dk içinde yokoldu, düşünün artık profesyonelliği.. Tahmin edersiniz ki "hayatım kaydı"," her şeyim gitti", gibi arabesk cümleler kurmaya meylettim ki sonra Mahsun Kırmızıgül'ün suratına kamyon çarpmış ifadesiyle "yıkılmadım ayaktayım" tavrı sergiledim. "Ulan İstanbul" bile dedim, kayalıklardan denize bakan adam melankolisiyle, "seni yenicem" dedim. "Neden geldim İstanbul'a" demedim ama.. Aynı gün içerisinde -kayıp cüzdanım için karakola tutanak tutturmaya giderken- küçük bir trafik kazası tehlikesi atlattım. Karakolu ararken girdiğim arasokakta hızlıca köşeyi dönen aracın, koluma çarpıp hafif bir sıyrıkla beni "çizmesinden" hemen sonra, "pardon abla eıgheıh" diyen sarıdişli şoföre korna diye bir şeyin varlığını izah etmeye çalışırken basıp gitmesinden hemen sonra yani, "olsun" dedim, burası İstanbul.. Taşı toprağı sarı altın dişli.. Ve ertesi gün hala cüzdan ile ilgili arama-kurtarma çalışmalarından dönerken, yanımdan geçen bir adet doğan görünümlü şahinin içindeki kimliği belirsiz şahısların attığı bilmem kaç el silahla irkildim, asker gönderiyormuş gençler, arabanın önünde kocaman bir türk bayrağı vardı.. -irkilmek garip bir kelime, irken kim?- Memleketimden isyan manzaraları, yapmasalar, "olmaz bize bundan Polat" diyecekler.. -"alemdağ'da var bir yılan.."
Beni sınıyor sanırım İstanbul, "dur bakalım öyle kolay değil, hazır mısın bana, yapabilecek misin" diyor..
Desin, kolay vazgeçeceğim düşünülemezdi herhalde, hele İstanbul söz konusuyken..
Ve 2 günlük gecikmeden sonraki iş görüşmesinden sonra Bursa'ya dönüşte de yine bir sürü aksilik, otobüste yanıma oturan almancı Naciye Teyze'nin hayata dair hikayeleri.. Almanya'nın nasıl da kolay yaşanır bir yer olduğu, insan hayatına verilen önemin hoşluğu, ama yine de insanın memleketi gibisi yokmuşluğu... Benim böyle bir teyze koleksiyonum var zaten, otobüstekiler için "anlatsam roman olur", apartman yengeleri için daha baharat çeşnili, kenar mahalle bacıları için daha dramatik, pastoral; sosyetik dip boyalı fahriye ablalar için daha şiirsel imgelerle betimleyebileceğim rengarenk kadın tiplemeleri.. Yapılmışı var gerçi, Murathan Mungan'ın son kitabı Kadından Kentler'i edindim, il il öykülemiş kendi..
Aksilikler diyordum; romantik komedi filmlerinde bu sahneler bilindiktir, kahramanın odasında asılı posterin dört köşesine, bir de ortasına yapıştırdığı bantlardan iki karşı uçtakinin kopmuş, posteri de köşelerden sarkarken görürüz öncelikle.. Ters giden bir günün düpedüz lanetli olduğunu seyirciye hissettirmek için, tam kahramanın gözünün tekrar postere iliştiği sırada, o son bant da kopar.. Benim genel olarak ters giden şeylerle ilgili yazmış olduğum bir tezim vardı zaten, ihtisas alanım bu; ama hala posteri tutan bir bandım vardı, baş harfi İstanbul'a denk gelen... -"hem yarabandım, hem yaram.."
Bursa defterini kapatmaya çok az kaldı; İstanbul'dayken Bursa'nın rahatlığını, özgürlüğünü, birbaşınalığını özlemek, Bursa'dayken İstanbul'un rüya yanlarını düşlemek, ah bu ben kendimi nerelere koysam-mak..
Dönüm noktasındayım, f(x)=y---> x'e ne değer verirsem vereyim, y hep aynı, ben hep olmazlarda, hep çıkmaz sokaklarda.. "kalbim"... Hep bir başkasının gözlüğünü takmışçasına eğreti yürümek, yeri olduğundan yukarıda görüp, yukarılara adım atmaya çalışmak, sağa sola yalpalamak, çizgilere basmadan yürümeye yeltenmek.. Ama sonra çizgileri bile görememek, kaybolmak.. Hep aynı yaraya bıçak döndüren bir keskin sızıya bilenmek, geçmişten özlediklerinle gelecekteki düşlediklerini aynı kurşuna hedeflemeye çalışırken, "an"ı ıskalamak, rengarenk balonları vurmaya çalışırken, denizi yakalayamamak..
Şimdilerde aklımda hep aynı dize, "insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır.."
Ya da; hani o hep aynı katil-maktul öykülerinin fon müziğinden bir arases, "seni yaralar, kendim kanarım.."
Ki; bilenler bilir, "katilim yoktu, katilim çok.."
Bi' yerlerde bi' vapuru kaçırmışlık hissiyatı hep, tren rayına sıkışmış ayakkabı düşüncesi, otobüs terminalinde sallanan el, rüzgarda uçuşan poşet, bir siyah-beyaz taş merdiven tasviri ki aklın durur, yüzü kırışmış bir yaşlı adam portresi zihnimde, afrikalı çocuk kaburga kemiklerinin sayısı kadar yaşar mı sonesi, bir uzun ağıtlar, bir sessizlikler ki değme çığlıklara taş..
Aslı'nda ben.. diye başlayan cümlelerin en kerem yerinden kesilmiş benim göbeğim, çocukken çatılara atılan dişlerimin yerine çarpıkları çıkmasın diye dilimi kıstırmışlar sol yanıma, dişlerim kırılmış rüyamda, ölümlere delaletmiş, ölümlere çarpık kendimleşmişim..
Yine sabah olacak mesela, ben finallere çalışmaya başlayacağım, yaşamsal zorunluluklarla günü geçireceğim. Bilmezden görmezden farketmezden geleceğim. Biliyor da renk vermiyor olacağım.
Göz kırpacağım bir nevi iki nevi çok nevi- zade. Çaktırmayacağım. Ben kötü olacağım tüm bunlar için, anlamıyor olacağım, iyi kimin adı? Almanlar yenilince ben de yenik sayılacağım. Yanına kalmayacağım. Ah olup çıkacağım, ahkolik olacağım.. Sonra bir daha.. sonra bir daha. Kal'p masajı yapacak birileri bana, hadi diyecek. Geri döneceğim. Hat-trick yapacağım. Gol kralı olacağım. Metafor yok. Artık skor yok. İnleyecek buralar. Haketmiyor olacağım. Hakediyor olacağım. İçinden kalp geçen oklar çizip, seni yaralayıp, kendim kanıyor olacağım. Altından raylar akıtacağım. Üstünden geleceğim bunların da. Sen sussan, duyuyor olacağım. Bir gün sana gösterip, "olmuş mu" diyeceğim. "Süper" diyeceksin. Ben ağzımı bozacağım. Ağzını bozacağım. Mektubumun..
Ona kadar sayacağım, düşmezse görebileceğim, düşerse bir daha göremeyeceğim. (bir) gözlerimi açacağım (iki) dün geceki rüyayı hatırlamaya çalışırken, aslında bunun tamamen benim sanrım olduğuna inandırmaya çalışacağım kendimi (üç) işte tam o sırada, gözlerimi yukarı hışırtının geldiği yere çevireceğim (dört) Moda açıklarında gün batımı havada iki zig zag çizerek (beş) tam da benim üzerime değil, daha az dramatik bi yere; yatağın üzerine düşecek.. (altı)
...
Ha bi' de bu arada niye ki doğdum..
dar heji rôke..
incir ağacısın, gam götürensin..
önceleri Mona Roza vardı, ilk o vardı hatta, en çok o vardı..:
"Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları..."
uçurtmayı sormasınlar bana, karakabusları hayra yormasınlar, ömerdayımıngözleriyasmaviydi; yüksek yüksek egolara kız vermesinler bile hatta.. ben de kısık gözlü bir tiran olarak, yaban incirlerinin ağdalı kokularını içime çekerek bir kenarda oturayım: düş bahçesinin arda boylarına mavi oyalı bir mendil tutuşturarak; çivit! dörtbindefalaciverttigözleri..
incirden düşeni cin çarpar, gök dolunayda büyür, it ürür, kervanlar yürür....
"alçakgönüllü görünme, öyle sanırlar" cümlesiyle övünçten yoksun bir şekilde yürümüş ve sonra dağılmış kendi alçak dağlarının kenarında belki de bu "inci inci kim birinci?" kervanının heybetli tüccarı. incitmeye varışlı yolculuklarda, "hayırlı seyahatler" dileyen bir muavine sahip otobüsün kaptanının kızıdır belki kendisi... bilemiyoruz... ancak, çok incinmiş orası kesin, keskin kahkahasında istiridye kesikleri... düş'erken ne beklenir ki?
ben çocukken, yani ben eskiden küçükken, hatta daha o zamanlar olric bile varken, ağaçtan kopardığımız incirin o tam kopan yerinden beyaz bir sıvı akardı, incirle eline koluna bir şey yazıp çizdiğinde jiletle yazılmış gibi orası kabarır, kızarır, yazdığın şey de kolay kolay silinmezdi ordan..
ki; bir çocukluk ki kanadı dizler boyu; ayçiçeği tarlalarına giderken mezarlığın önünden geçilir, mezarlığın önünden geçerken dualar okunur, -hiçgirmedimomezarlığa- dualar okunurken gözyaşları yaşmakla gizlenir, -yaşmak bu kurtlar sofrasında belki zor-, g'izlenirken görmemiş gibi yapılır, me'zar taşları hep hilelidir, hÂlelidir önünden geçilenin gözleri; hatra düşer, ziyan olunur.. elham'ı duymaz, kardeşin duymaz, eloğlu duymaz, çocuktuysan bile, ruhu duyar diye belki ancak..
"delibaltalar!
inci, doktor bulamadı ona ilacı.. Hünkar Efendi'nin kızı, diğer adı çiçek; gailelere boğulmamış gibi sanki. oysa ki. ne inci ne de çiçek gibi yetiştirildi. çiselendi, sağanak olmadı hiç, olduysa da olamadı. cenazesine teşrif ettim; mavi oyalı kefene sarmalıydı, tabutun içinde borağan, mavi oyalar derinliklerinde hala gözlerimin. şimdi eyüp mezarlığında, görünce insanın ölesi gelen mezarlık. inci çiçek en güzel yerinde; heryerinde.vurun delibaltalar! eyivallahametısmayıltefikolu diye biri .."
'bugün ayın ışığı' türküsü söylenirken doğdu inci. bütün balıkçılar denize açıldı onun doğuşuyla, adadaki rum kadınları sevinç çığlıklarıyla koşuştular ortalıkta, etekleri rengarenk. çingeneler desen, hepsinin kulak arkasında bir adet karanfil. fonda "sevmek zamanı".. üflediler göğe doğru tüm düşen yaprakları. inci işte, hünkâr efendi'nin kızı, dedim ya tefikolu, inci serpildi güzelleşti, ama içinde bir şeyleri eksikti. kesikti. o öldüğünde seine nehrinin tüm suları kesildi. eyüp mezarlığı'nda, ölesi gelinen yerde, tepedeki çimenlikte, pierre'in çay bardaklarında, aşağıdaki tavşanlarda, bir mezar taşının ardına gizlenmiş şimdi. ikizi var, pek gaileli yaşayan..
-neden burnun uzamadı inci? ay karanlık. maviye maviye çalar gözlerim. sandukaya kapatılmış bir inci gördüm. birinci gelmişti. cigara üstüne cigara yakar. üstüne biçimsiz/şekilsiz inci (yani barok denilen) örtülmüş, ışıldamakta güçlük çeken ve sönmeye meyilli, gölge’nin ilelebet esiri. çini gibi de incikli boncuklu. çocukkenki tüm oyuncakları ellerine batmış kanar, incelikler yüzünden –ah kimsenin vakti yok’ken durup ince şeyleri anlamaya- incildeki bir tanrıça olmaya özenmiş. boğazda düğümlenen hıçkırık. öyle bir narsistlik için, çok şey bilen ve bunu tevazuya uydurabilen bir ince terbiyeden yoksun, tevazüne desen hiç yanaşmaz. incelik için kendisi çok geç. incizapa müsebbip. ve anlaşılamayacak kertede müstebit. kinci bir cin, ukalâ bir kukla terennümü. belli ki incinmiş, ki bu yüzden mi bilinmez incitmeye varışlı. incesazdan bir saz eseri. çelimsiz bir boncuk. incir ağacından düşen deli. sandukadaki inci. cinaslı uyaklar bütünü. halbuki hiçbir şey, en azından deniz ve mehtap bile kafiye olsun diye değil’dir.
- niye uçmuyor inci? - uçar birgün.
yabaninciri, yalıçapkını, gamgötüren.. herşey sıcağı sıcağına.. ama değerse bir gün sıcağım sıcağına.. ihtimal tabi.. saçlarımıseniniçintararım.. inciler olur belki.. iklim akdeniz olur..
Bir sürü bir sürü yorgun ve yoğun ve yorucu günlerden sonra gövdemin sandalyemle bütünleşmesi şerefine kaldırdığım kahve kupamın mor benekleri gibiyim sevgili küllük, yer yer parçalı umutlu.. Önce İstanbul, sonra Tekirdağ, sonra Bursa sonra Uludağ ve sonunda döndüğümde taşını toprağını öptüğüm odama ve buradaki bana ait olan her şeye kavuşma esrikliğinden sonra, sahiplenme gibi ilkel güdülerin içimize ektiği nifak tohumları, esiriniz olmıycam diye hırslanıyorum, kapitalizme saydırıyorum azıcık, devrim yapmaya karar veriyorum. Devrim dışıyım, tüm yaşamsal zorunluluklara ve bir şeyler yapma hırsını kanırtırcasına benden çıkaran aksilikler tanrıçası'na buradan en el değmemiş beddua, küfür ve bilumum hakaretlerimi yolluyor, sıradaki en arabesk şarkıyı kendisine armağan ediyor, el filan sallıyorum hatta.. Zira kendisi Uludağ'daki 4 günlük aiesec kongresinde dÂhi, maximum performansla çalışmaktan geri durmayıp beni ihya ettiler.. İlk gün herkes dakkasında misler gibi odalarına yerleşirken benim yerimin ayarlanmasında çıkan karışıklıktan, eğitimler sırasında uygulanan prosedürlerdeki kargaşanın en önce beni bulmasına, beş yıldızlı otelde sadece benim odamda sıcak su olmamasına, yemek kuyruğunda örneğin bana sıra gelince mantının bitmesine, dağıtılan kalemlerden sadece benimkinin yazmamasına kadar, ve en önemlisi ertesi sabahki ales sınavına giriş kartımın gelmemesi konusunda bana yaşattığı panik hususunda bana (havada) parende attırıp, gözlerimi kıstırıp, kaşlarımı çattırıp hop oturup hop kaldırıp yine beni çığrımdan çıkartmayı başardılar. (şanslısın mı dedi biri?)
oh dear, biz sizi arkanızdan bıçaklamayı çok iyi biliriz de, kendimize kıydığımız kadar kıyamıyoruz size. (bkz: aşk dolu sözler, sevgi dolu sözler, özlem dolu sözler) ama çok sürmeyecek, mükemmel bir cinayet planlıyoruz, there will be blood! drrraaaainaage, drraaaiinaaage eli! i drink your milkshake! i drink it up! where is your lord eli?!! bizi siz çıldırttınız, bizi siz çıldırttınız, bizi siz çıldırttınız!!!
Herşey bilgisayar dünyasının o matrix koridorlarında (what's up?) böylesine işlemekteyken bana gelince pas tutuveriyor ve "dar alanda kısa paslaşmalar" hissiyatlarına gark oluyorum, daralıyorum, paslanıyorum. Neredeyse her şeyi üç boyutlu yaşadığımız bu teknoloji yüzünden oluyor zaten ne oluyorsa. Teknoloji olmasaydı mesafe diye bir şeyin varlığını bu kadar hissediyor olmazdık, kim uydurmuş dünya küçüldü yalanını, küçüldü de bize mi küçüldü, al işte çapı aynı, hala büsbüyük, içinde kayboluyorum, tam bir nokta kadarım, doğru çizicem diye helak oldum, köprülerden geçtim, sular aştım dağlar geçtim sürekli bad command or file name, kodlar hatalı, düzenekler hatalı, normal şartlar altında hiçbir şey doğru düzgün işlemiyor, beni siz sayısallaştırdınız, beni siz mekanikleştirdiniz! [gucurt]
2046 no’lu odada kendi kendine konuşarak çıldıran kadın. o benim. yani keşke ben olsaydım, aynı o kadının babası gibi babam beni sana vermeyeydi de ondan çıldırsaydım hahaha, ama yok ben başka türlü çıldırdım. alo? evet buyrun ben 2046 no’lu odada kendi kendine konuşarak çıldıran kadın. efendim? yok beyfendi ben sizi ne arıycam, beni siz çaldırttınız! ahahahoho..off.
şimdi bu derece bahtsız bedevi olmam konusunda çeşitli ihtimaller sözkonusu, muhtemelen sınanıyorum ve ne kadar dayanabileceğim konusunda laboratuar ortamında fiber optik kameralarla izleniyor bile olabilirim, gözüne ışık tutulan tavşan ya da her defasında onlarca yol deneyip peyniri bulamayan fare gibiyim, ve birilerinin bana bir yerlerden kıskıs güldüğünü duyar gibiyim. uyar gibiyim. farkında gibiyim. el yordamıyla, sezgiyle..
ya: her şeyi en ince ayrıntısıyla, en derin, en görünmezine kadar biliyorum. [keskin sezgiler company]
ya da: saçma sapan, hiç kafa yorulmayacak şeylerle kendimi yorarak, böyle sanki siyah ekran üstünde akıp giden yüzlerce yeşil kod görür gibi, ordan burdan bulduğum manasız parçaları birleştirerek, feci yanılgılara düşüyorum. [game theory]
sonuç: hangi durum geçerli olursa olsun, hiçbir şey yapmıyorum. [çokomel kağıdının tersinden kesilen yıldızlı beş pekiyi]
sonuç: son uç. atlamak için son şans, bir-ki-üç diyince atlıyoruz haydi hop! [atlamayanları arkadan ittirme garantisi]
bağır: bağırıyorum! anne ben john nash oldum! [julius robert oppenheimer gibi kahırlara boğan bir mutsuzluğun mucidi olmak korkusu, lütfen tüm bunlar oyun olmasın, olmasın, olmasın]
bağır: bağrım n’inci dereceden yanık, bilinmeyenim çoktur, hangisine yanayım..
gibi bişeyler..
yurtdışı ihtimalim kesinleşmekle birlikte, gideceğim yer ve kalacağım süre konusundaki belirsiz sis bulutu ve dahi bilumum "purplehaze" ihtimaller denizinde boğulmaktayken, "auov süfermiş, nereye gidiyosun" insanlarına alnında "eaıhm bilmem daha belli değil" yazılı smiley gönderiyorum, pembe kurdelalı.. evet onca vazgeçme eğiliminden, kayıp kayıp düşememeklerden, boşlukta asılı kalmaklardan, altı çizili ve de bold neolucakhalimler den, neyapsanolmuyorlar dan, kırım kırım kırılmaklardan, ölüm ölüm gülümsemeklerden sonra, inanacak tutunacak yaşamayı tekrar deneyecek yeni bir umudun pençesindeyim, bakalım.. biri şöyle buyurdu bu hususta: 'kendinden daha kötü durumda olanları, kendinden daha yalnız olanları, kendine kattığın acınası durumunundan daha acınası durumda olacağına emin olduğun insanların bulunduğu yere, bu yüzden gidiyor olmayasın..?'
'kabul görülebilirliğin yok oluşlukla arttığı bir yer hep olduğunu çok zaman sonra farkedip, söylediklerine bu nedeni de eklemiştim gerçi, ...'
hmm dedim, sustum..
çok eski zamanlardı... daha kâmil değildim. daha bulamamıştım, bedeli
olacağım sözcük dizimlerini, "halk anlamaz" diyerek kendimi saklıyordum daha.
gece gündüz içiyor, kendimden geçiyordum.
köprüaltı'ndaydım.. köprüaltı'ndaydı.. köprüaltı'ndaydık.. köprü daha
altımızdaydı. az ötemde duruyordum.. az ötede duruyordu. gözlerimdeki hüzün,
"taşra baskısı.." gözlerindeki hüzün, "kızyurdu yalnızlığı.."
- eskiden, tekel birası vardı, dedim.
- efendim.. yoğurt mu dediniz, dedi.
- eskiden, tekel birası vardı dedim. daha dikik ve daha dolu. tamam
birası birazcık kamu arpalar içerirdi lâkin köprü'ye de yakışırdı.
- ha, şimdi amarcord'um.. evet hatırlıyorum.. bi de golden sakız
vardı. içinden artiz resimleri çıkan. en bir çok da ekrem bora.
ben dedim: "yanıma gelsene.. benimle kalsana.. yalnız benim olsana..
(susadıkça ankara gazozu)
o dedi: "gayet mümkün.." (geldi, kaldı, oldu)
ben dedim: "saçlarınız böyle tuhaf, örgülü.. Vadideki Hayat vardı..
hani dizi.. oradaki kızılderili jim'e benziyor."
o dedi: "ben Rudi Cordeş'i de severdim.. falkonotti ne adiydi değil
mi.. Ramona güzel kızdı.."
ben dedim: "bizim televizyonumuz yoktu.. şimdi acayip bulvar olan bir
aile bahçesinde, çekirdek yiyerek, kaçak Dr. Kimbıl'ı seyrederdik mahallecek."
o dedi: "biz de televizyonu Küçük Ev'in büyük kızı Meri Ingıls'ın kör
olduğu bölümde almıştık."
ben dedim: "beyoğlu civarında şimdi "fast food" ve "atari salonu" olan
her yer, o zaman birahane salonuydu.. değişim en önce beyoğlu ve beyazıt'a
yansıyor bu istanbul'da."
o dedi: "bir çocuk sevmiştim lise'de.. tıpkım eski Tarık Akan.. hani
yerli filmlerdi.. hani uzun saçları ve renkli gözleri vardı onun.."
ben dedim: "bilmiyorum.. her filminde mutlaka, Elmadağ'dan Taksim'e
(en azından bir kere) ağır çekimde koşardı.. akabinde o günün en sevilen pop
şarkısı.. kan ve gül.. gül ve diken mesela."
o dedi: "clip'si şarkılardı.. hayatlarımız clip.. ispanyol paça
pantolonlar, fil kulağı yakalı gömlekler, apartman topuklu ayakkabılar, mini
etekler, favoriler ve bıyıklar.. köylü, kentli demeden tüm hanımlar mini etek
giyerdi nerdeyse. on yıl sonra türban vakası patlaması ne garip."
ben dedim: "bu ülke nerelerine yaşıyorsa bunca hayatı.. ezbere
yaşıyor.. çabucak unutuyor.. sıfırın altında belleği.. anılar emeklemiyor."
o dedi: "1 Mayıs ve Taksim'deki onca insanın yeri.. şimdi her galipli
kupa maçı sonrası, ellerinde bir bayrak, dillerinde slogan, kadınlı erkekli
çıkıp tur atıyorlar.. bayraklar ve sloganlar mı değişti yalnız.. nereden
geliyor bu happening çılgınlık. Taksim niye kusmuyor.."
ben dedim: "devrimciliğimiz de biraz Yılmaz Güney markajı içermiyor
muydu.. erkeglerin hepsi birer Yılmaz Güney kopyası değil miydi.. kısa saç,
küt bıyıklar.. hepsi onun yadigarı.. kafa olarak da belki onun nûveleri ve
gûveleriydik.. bütünsüz olamayan çok tümsek tam tamlardık.. kendimiz değildik
ki belki de bundan yandık.. bütünü oluşturan birer tek tük değildik.. çoktuk
ama yoktuk.. belki bundan yenildik."
o dedi: "menekşe yeşili'ydi prenses süreya'nın gözleri.. rıza şah
pehlevi'den çocuğu olmuyor diye nasıl da üzülürdük."
ben dedim: "ne hızlı yaşlanmışız.. yaşlandırılmışız değil mi.. Haldun
Taner yaşımıza gelmeden, Haldun Taner gibi konuşur olduk.."
o dedi: "çünkü bizim her şeyimiz aşırı toplumsal.. buna kalp mi
dayanır, manda gönünden."
ben dedim: "ne güzel şakıyorsun a bülbül.. uzat alt öperceni, az biraz
öpeyim ufarak."
(öpüştük... öpüştük... öpüştük.. öpüştük..)
- susmak vaktidir dedi. bir arkadaşımın evi var.. kendisi kürt ve
şimdi mülteci isveç'te.
- orada oralım mı oralarımız buralarımızı yâni..
atladık bir taksiye.. bile bile yanlış sokaklara girerekten, bile bile
yanlış caddelere çıkaraktan, bile bile taksicinin teybine bir erkin koray
kaseti koyaraktan, bile bile şimdi apartman olmuş arsalardaki çocukluklarımızı
uzaktan severekten, dediği eve geldik.
o dedi: "ellerin niye bu kadar büyük.."
ben dedim: "seni daha büyük kucaklamak için.."
o dedi: "gözlerin niye böyle büyüdü.."
ben dedim: "seni daha net görebilmek için.."
o dedi: "çükün de hemen kalkmış büyükanne"
ben dedim: "gak, guk.. hatta kem, küm.."
sabaha kadar seviştik.. sabaha kadar ter içtik.. öğlen uyandığımda
yastığın öbür ucu sibirya.. sibirya'ya ilişik bir ufacık not'çuk:
"belki yine, rastlaşırız kimbilir.. belki yine, konuşuruz
çocukluğumuzdan.. belki yine, çıkarken anahtarı su saatinin üzerine bırak..
belki yine, seni çok sevdim.. belki yine, kendine iyi bak, sevgili kimsesiz
çocuk jack"
(seni seven pasaklı sally)
kalktım.. giyindim.. anahtarı su saatinin üzerine bıraktım.. vurdum
aşkşamdan kalma kendimi, bir başka istanbul aşkşamına.. gol oldum.
ismimi sormadı.. ismini sormadım.