eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

*kursak sevincime, güvendiğim dağlara..

nasıl büyüyorum ve nasıl küçülüyorum katlar arasında, kat kat kalabalıklar arasında ben, nasıl bilmiyorum neyi nereye koyacağımı bir bil sen.. nasıl arıyorum ve nasıl bilmiyorum neyi aradığımı, neyi bulamadığımı nasıl bilemiyorum. "bulmaktan değil, aramaktan vazgeç" demişti biri zamanında, şey.. dedim tan aldı götürdü, güneşler doğdu bak onca acının üstüne, tanvakitleri onca acının altına güneşler battı yine..

nasıl doluyorum ve nasıl yağamıyorum hiç bir yere; "ah bu ben kendimi nerelere koysam" vakitleri yine, bir sigara içimi zamanın küldüşü yangınına ömrümü düşürmek zamanları.. ömrüm.. hayat artık sana ömrüm diyorum. hayat sen beni hiç anlamadın.. hayat ilişkimizi gözden geçirelim mi seninle? birbirimizi özlersek geri döneriz belki, dönersem ıslık çalarım.

..ve nerelere gidiyorum ve nerelerden dönüyorum da hiç bir yere gitmemiş gibi oluyorum sonra, ben bu oyunu kazanacağım diyorum ve hiç kimse kaybetmiş gibi olmuyor sonra.. ve işte onca hayalburukluğundan geri dönerken nasıl acılar görüyorum yollarda, istanbul istanbul sen nasıl bir otobüssün? otobüste bir adam görüyorum, tıklım tıkış elbet ve uyur görünen yaşlı bir adam yere düşüyor koltuğundan, öldü sanıyor otobüstekiler, bağırıyor kadınlar, bağırıyor dur şoför hastaneye götürelim! derken adam hareketlenmeye başlıyor, kısık sesle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, 2 gündür diyor bir şey yemedim, memleketten ameliyat olmaya geldim buraya, -bir gözü kapalı adamın- param kalmadı diyor, 2 gündür bir şey yemedim, allah diyor istanbul'da kimseyi kimsesiz bırakmasın.. kolonya veriyoruz adama, bisküvi çıkarıyor bir kadın, biri çıkarıp para sıkıştırıyor cebine, biri diyor amca seni memleketine yollayalım.. boyuna dua ediyor adam, dua ediyor, allah sizden razı olsun diye.. allahım sen bizden razı mısın? allahım bu nasıl bir rıza? "allahım" diyor adam, beni çocuklarıma kavuştur.. bir gözü kapalı, bir ömrü kapalı, bir istanbulu kimsesiz, bir allahı razı etmeye yetmiyor benim içimdeki dualar,, allahım diyorum bu ömrü nerelere koymalı, sen razı olur musun ömrümüzü örselediğimiz yerlerden..?

Allah İstanbulda kimseyi kimsesiz bırakmasın.. kimseyi kimsesiz.. Kim'seninim tanrım ama; bu istan'ından'bul bedduası tutmuş olacak birilerinin, boyuna bulduruyor istanbul bana, o kadar buluyorum ki hiç aramamış gibi oluyorum sonra..

yürüyorum sonra yollara atıyorum kendimi; pazar sabahı boş istanbul sokakları, sigaralar, kahır şarkıları, kahır yağıyor bazen gökten ve işte istanbul neden bu kadar büyük diye ağlıyorum, nasıl büyüyorum ve nasıl küçülüyorum yüksek yüksek tepelerde, o tepeden bu tepeye oyunlar oluyor hep; istanbul sen neden bu kadar oyunsun? neden bu kadar can kaybediyoruz hep ve oyunu sonlandıracak bir tuşun senin , neden yok?

sonra benim bir evim oluyor artık; hayalini kurduğum gibi, küçük-şirin-çatı katı evet, içinde ben varım bir tek, bir de morlar hep, bir de ben'cil şeyler işte; ama en çok kuşlarım var biliyor musun; martılarım ve güvercinlerim var çatımda, söylemede nedemedim. işte bazen oyunların içinden kuşlar geçiyor ve ben kimselere anlatamıyorum, çünkü her sevinç kursağımda, her bahar kışlığımda ve ben nereye koyacağım bunca acıyı ömrümün kuşluğunda.. ?

hayatın boğazında kalmış bir kırıntı gibiyim; bir türlü yutkunamıyor.. yor.. yor.



5 üvercinka:

sevgili kızım eflatun,

sesin paslı geliyor, gözlerinde yosun tortuları sanki. bak ben koca istanbul, oturdum senin için harfleri sıraya diziyorum. nicedir koynumdasın; başkasının doğurduğusun elbet ama gel gör ki yüreğimdeki kuşlardan kopup gelmişsin gibi bağrıma bastım seni. ben emzirmişim gibi şefkatle sardım ellerini. kolay değil elbet; ben koca istanbul sen küçük bir papatya. zor günlere uyandın, uyanacaksın da. güzel günler de var senin için sakladığım unutma.

o otobüsteki adam benim beyaz telli saçlarımdan dökülen sancıların özüdür. devasını arayan bir adam.. terazinin kaygan tarafında umutlar.. kazanılan hayat belki ama ya dualar; onlar edilmeli elbet. ah eflatun, şu kısa ömründe hayatımızın, ne acılar ne sıkıntılar ne dertler var. bak diyorum ya ben koca istanbul, her yerime batıyor o paslı iğneler. kan revan içinde ruhum. arayanların arananıyım ilk akla gelen.

ama çocuk balonları yok mu hani? pamuk helva umutları.. bak onlar da var. sen hiç tek renk gökkuşağı gördün mü eflatun? olmaz işte.. her rengi görecek yüreciğin. ki ömür böyle renklenecek, büyüyecek, büyütecek.

o kuşlar var ya, pencerene her sabah serptiğim gülümseyerek, işte o kuşlar dinler seni. anlat sen, dökme içine kendini.

yalnız değilsin asla; ben kuş olur, fesleğen olur, bulut olur dinlerim seni.

ben koca istanbul,
öpüyorum seni s’özlerinden..

Her seferinde. Sil baştan.

Oysa trapez sıkıntısına esir düşmüş gruptan biri, bakın işte trapezdeki yerini aldı. Müziklerin en kreşendosu, en heyecan verici olanı, onun için zangırdatılıyor. Herkes korku ve heyecanlar içinde yerinde büzüldü. Kimileri gözlerini kapadı elleriyle, yapabilecek mi? Oysa trapezinin üstünde yapayalnız ve hiçbir şeyi kaydedemeyecek kadar bezgin, ellerini batırıyor pudra kutusuna.


Umurunda değil.

Gerçek şu ki: Umurunda değil.


Karşısındaki hayali ya da hakiki trapezci de umurunda değil, ağın durumu da.


Öylesine kanıksamış ki bu trapez işini. Sadece yorgun, bezgin; gösteriyi bitirmek istiyor. Bu iç daraltıcı gösteriyi bitirmek ve karavanına çekilmek! Tüm isteği bu.


Başka da bir şey isteyecek hali yok. Ne zaman trapezin tepesine çıksa, içini uykululukla sarılı ağır bir sıkıntı hali basıyor. Çok enerjisiz. Çok. İçi bir nevi pas tutmuş durumda. Ağzı da.


Ağzı da çok kuru.


Şimdi işte kendini boşluğa bırakacak ve bir parende atarak ya da atmayarak –hiç fark etmez, ne fark eder ki?- karşı taraftaki yerine konacak. Belki de konamayacak.




Belki çakılacak kafa üstü. Ve iyi onarmamışlar ağları. Ağlarda bir delik var. O delikten kayıp yere çakılacak belki de. Tepe üstü YERE çakılacak. Bir trapezcinin en olmak istemediği yere! Hayır hiçbir şey korkutmuyor onu. Daha fenası, hiçbir şey heyecanlandırmıyor.


Çok sıkılıyor. Öyle çok sıkılıyor ki, öyle çok sıkılmış ki, öyle çok sıkılmış ki, artık bunu dahi kaydetmiyor. Tek bildiği habire bu lanet gösteriye çıkmak zorunda olduğu. Zorunda olduğu ve tamamlayıp, ancak o zaman: tamamlayınca, ineceği.



Ama, bunun hiçbir şey demediği. Ancak bir sonraki gösteriye kadar rahat olduğu. Sonra, gonklar gonklayınca yani, üstüne o komik mayoyu geçirip trapezin tepesindeki yerini almak zorunda olduğu. İki kolunu tepeye kaldırıp selam vereceği. Altındaki kalabalığın heyecandan kımıl kımıl olacağı.


Onun hiç ama hiçbir şey hissetmeyeceği. Ama sanki hissediyormuş, sanki heyecanlanıyormuş, sanki heyecanlanıyormuş gibi yapmak zorunda kalacağı.


Çünkü bu da, işin bir parçası.


Ve çok sıkıntılı olduğu halde, çok sıkıldığı halde, lanet dengesinin hiç bozulmayacağı.


Lanet kafasını ağlardan düşüp kırmayacağı.


Zira ağlarda hiç ama hiç delik olmayacağı. Ağların ihtimamla ve habire onarılıyor olacağı. Bu gösterinin hiç ama hiç ama hiç bitmeyeceği. Ve ağzında ve ruhunda hep o pass tadının olacağı. Olacağı..

[Çalar.. Nazan Öncel-Küçük Gemiler]

Bu sokaktan geçerken başını çevir bayım
Bu dalgalarla boğuşmak senin harcın değil
...

KÜçük gemiler su alır bebeğim.. ]

biricik kızım eflatun,

sen bunları okuyana dek ben pencerene kuş izleri bırakacağım, güneşler doğuracağım, yalnızlıklar kırpacağım okunmamış sayfalardan, istanbul olmanın tadını çıkaracağım, seni ninnilerle öpeceğim. sen bunları okuyana dek sevdiğin şarkıların notalarına dokunacağım usulca, sana güzel resimler çizeceğim senin parmaklarınla.

şu sirk meselesi, şu trapezcinin kısık gözlerle görmesi dünyayı hani. yok öyle bir şey! sirki yaratan da, yarattığını yerle yeksan edecek olan da aynı yürek biliyorsun. zorunluluklar da bizim karanlığımız, gri günaydınlar da. hah! sen, doğduğundan beri şehrime illa sıkıntılar oldu değil mi? seni üzenler, senin üzemediklerin oldu. hiç mi gülmedi yüzün, hiç mi yunus balıkları sevişmedi yüreğinle? oldu eminim, onlar da oldu. olacak da.

pas tadı diyorsun. binlercesinden biri diyorum ben de. bak şimdi sen bunları okurken binlerce tat uyanıyor yollarımın dilinde, milyonlarca hayal, yüzlerce karamsar düş. koca bir şehirden ötesiyim ben; yağmurum, bulutum, denizim, güneşim ben. güvercinim, üvercinkayım.. eksiğim, fazlayım. ama asla aynı değilim.

sen bunları okuyana dek kimler ne umutlara kavuştu biliyor musun? trapezciler greve gitti, sirkler kapandı, pinokyolar gömüldü, kuşlar özgürleşti.

kendi kafesini yapanlardan olma eflatun. sana kafes yapanlara da uyma. içinde ne büyüyorsa mavi renkli, pembe renkli, rengarenkli onlara gem vurma eflatun.
sen, sen ol.

hadi güzel kızım,
şimdi huzurlu bir günaydının tam zamanıdır yarına.
hem kar tanelerim var sana hediye, gemilerini yüzdür diye.
üşürsen onları al yanına..

hasretle öpüyorum,

..ve ben yine dönüp dolaşıp, hep nefesini tam ensemde hissettiğim, yazgıma yoldaş bir adamın dediğine geliyorum; aynı üstadın gediğine.. kendisi kendini bilir ki dalyanları birbirine katmak "orkinos"ların harcıdır.. şöyle demişti kendisi bir keresinde; -ki yine karanlık odalarda yıkayıp geçti içinden geçtiğim tüm film şeritlerini:

"öfke gider..
diğer her şeyden önce..

en çabuk öfke gider..
ne kadar görkemli yıkıp yakmış ise o denli çabuk gider..

fakat o gittiğin de, belki de o nun oluşmasına neden olan, esas büyük dert kalır ki bu bir büyük acı dır ya da bir büyük utanç..

o gittiğin de kalan bir utanç ise şayet, bu çok zor..

fakat bir acı ise yine sözkonusu kalan, o zaman bir şans daha var demektir..

o acı dır ki pek azına da olsa bir yol gösterir.. yeterince sindirildikten sonra..

evet kimse kolay olacağını söylemedi..

ama kim kolay olacağını düşündü ki..

öfke gider..

sonra bir şey kalır geride.."

küçük kartanem eflatun,

yorgunum küçüğüm; solucan yuvalarıyla dolu sokaklarım, saçlarım bembeyaz, rüzgarlıyım en dar sokaklarımda bile, gecem soluksuz gri, gündüzüm bir o kadar soğuk. ama unutma, soluk izlerinden camlara bebek ayakları çizen müdavimlerim de var benim, kardan oyun arkadaşı türetebilen eldivensiz, kırmızı yanakları cücelerim de.

sana gelince eflatun ; ne mutlu ki, hayatında doğru sözler eden bir adam var yazgısına ortak bulduğun kendini. öfkeden bahsediyorsun, öykenin tortusundan, utancın korkusundan. “şimdi utançtır tanelenen” der kadınların aklından geçenleri çizebilen bir şair geçmiş zamanlarda.

öfkelisin biliyorum, hissediyorum. serçe sürüleri gibi geziniyor öfke yüreğinin gri gökyüzünde. denizin balçık, her adımın bataklık içine attığın. tortuların var belli öfkelerden biriktirdiğin. utanç ve acılarla süslü ölü balıklar var den’izinde öfkelerden arta kalan.

ama ne var biliyor musun eflatun? önüne bakıp duruyorsun. “kaldır öpülesi alnını ve bak bana” dediği yerdeyim şimalin oğlunun. kaldır başını, bataklığın ötesine kaldır, öfkeli bulutların ötesine.

kendi sonsuzluğunu g’örmenin vaktidir eflatun.

yeni denizler dökülsün gözlerinden ayaklarına.

yeni uçurtmalar tohumla gülüşüne.

dinle beni eflatun, kendini dinle, gülen yüzünü dinle eflatun.

bir adım at eflatun,
ne olur bir adım at
sonrası
şah
öncesi
mat..
...


bu gece soğuk olacak kartanem,

lütfen iyi ört hayallerinin üzerini
lütfen iyi öp kendini.

senin yalınhayal şehrin istanbul