eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

"Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var" diyor sırf iyilikten yana açılan aydınlık bir ağız, sevgili Yunus! "Duru" demek istiyor yani, eğilip bükülmemiş, sistemin pespayeliklerine, kalabalığın domuzca değerlerine katlanmak, uyum sağlamak için eksilip bulandırılmamış hissiyatlar. Mutluluk, acı, öfke, aşk, gimek, dönmek, karşı çıkmak.. Neyse ne, bulandırmadan yaşanmalı demek istiyor.

Bir yer geliyor -çoğumuz için iş hayatının başlangıcı veya "kazanmaya" başlamak oluyor bu yer- küçük küçük eyvallah etmeye başlıyor insan. "Ne olacak canım?" diyorsun, "Herkes yapıyor. Hem ben onlar kadar kirlenmiyorum ki!" Hatta, "Hiç değilse ben ne yaptığımın farkındayım," deyip iyice ikna ediyorsun kendini. Öfkeleneceğin yerde gülümseyerek geçiştirmeye çalışıyorsun durumları. "Kafayı mı yediniz kardeşim?" diyeceğin yerde, "Demek dünya böyle. Ne yapalım? Yapayalnız kalacak değiliz herhalde," deyip susmaya başlıyorsun. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Kendine ettiğin minnacık ihanetlerle başlıyorsun işe. Zamanla bakıyorsun ki, başlangıçta öfkelendiğin, nefret ettiğin, tiksindiğin ne varsa tam ortasında buluyorsun kendini.

İnsan tuhaf bir mahluk elbette; her seferinde daha büyük bir beceriyle buluyorsun kendini haklı çıkaracak bir nane. "Para kazanmak zorundayım," diyorsun, "Ben iyi bir insanım aslında" diyorsun, "Elimden başka türlüsü gelmedi," bile diyebiliyorsun hatta. Kafan daha iyi çalışıyorsa daha bilgiç açıklamalar buluyorsun yaptığın ve yapmadığın şeylere, kendine ettiğin küçük ihanetlere. İşte o zaman başlıyorsun hissiyatları bulandırmaya. Hayatın netlik ayarını bozuyorsun. Sanıyorsun ki, daha iyi olacak böyle. Olmuyor oysa. Güçten düşüyorsun. Kendinden uzağa doğru epey yol aldığın için.. Nasıl diyeyim? Sanki öksüz kalıyorsun. Sanki ilk eyvallahından itibaren kendini yetim bırakıyorsun. Sen kardeşim, işte o yüzden sabahları böyle tatsız kalkıyorsun. Ne rakı tat veriyor eskisi gibi, ne eskisi gibi şöyle etraflıca ağlıyorsun.

İlk bir şey vardı. Temiz bir şey. Paşa çayına batırılan bisküvinin verdiği mutluluk gibi bir şey. Alçakgönüllü, eski, küçük, temiz bir şey. Bu sistem benim o küçük, eski, küçük kalbimi bozuyor. Şunu alınca daha iyi hissedeceğimi sandırıyor bana, şöyle ünlü olursam daha "mühim" olacağımı, yüksek muhitlerde bulunursam daha önemli olacağımı zannettiriyor. Zannettikçe ihanet ediyor insan kendine. Gülmekten, ağlamaktan, melek gibi sevinmekten uzaklaşıyorsun ve bunların bütün temiz hallerinden.

Ezilene yardım etme fikrinden, sadece iyi insanları önemseme halinden, güçsüzün yanında olma isteğinden, arka sıra çocuklarına duyduğun yakınlıktan, velhasıl insan olmaktan uzaklaştırıyor seni, uzaklaştırmaya çalışıyor. İyi büyümek lâzım yani. İyi büyümek. Başlangıçta kimsesizler yurdundan gelen çocuklarla, kapıcı çocuklarıyla aynı sırada oturmak için direttiysen sınıfta, yine aynı sırada oturman lâzım. Ön sıralarda oturan "ineklere" nasıl gıcıktıysan küçükken, şimdi de domuzlara o kadar uzakta oturman lâzım.


Sevgili kardeşim, senin bugünden itibaren, tıpkı eski güzel günlerdeki gibi, eyvallahsız olman lâzım. Sırf temiz hissiyat için yani. Eyvallah mı?


bilg'Ece Temelkuran

4 üvercinka:

senin için dövüştüm bu gece..
dost kafalarındaki olasılık yeldeğirmenlerine zülfükarlarla saldırdım..

ece temelkuran bunları yazdı diye onunla sevişmem gerekmiyor.. ya da istemek zorunda değilim..

dedim..

artık.

kimse kılıfına uydurmak zorunda kalmasın diye..

kısa süreli bir cinnetten döndüm..

bir baktım sen..

en beni bilmez..

sen

en seni bilmez..

ben..

meğer bilmek bu kadarmış

iken..

senin için döğüştüm dedim ya.. bu gece..

yalan..

kendim için döğüştüm sanırım..

ve bir önemi varmı bilmiyorum ama

kazandım. uzun vadeli bir ekim ile..

öyle..

"ve sen, ben, değirmenlere karşı..

bile bile birer yitik savaşçı.."

bile bile işte hep..


öyle bir "bilmek" ki bu;

tüm bildiklerini unuturcasına ve tüm unuttuklarını yeniden bildirircesine..



"bildim seni"

seni

seni

seni..

Şehrengiz çekiciliğiyle çağıran bir kadın gibi açılır sana kapı/lar. Bir kapıdan girilir, diğerinden apar topar çıkılır. Düzen denilen kabız kişilik buralarda böyle biline; kimsenin kimseye 'eyvallahı' olmayabilir yeri gelmedikçe. Ki zaten şairi bile sarmamış mıydı temaşaşaa;


"şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin."



'Yok mu çaresi dostlar fesupanallah..'

"Bilirim,
hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek..

Haklısın, elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde..
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek..."



Nazım Hikmet