eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


Çoook uzaklara gitmenin yolunu buldum sanırım.. az kaldı. loading..


"Yağmurlar içindeydi Prag

Bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı

Kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyordu

Camdan kuşlar arasında..."


Nazım Hikmet

öğretmenim, önce yazıp sonra üstlerini mi örteceğiz yoksa en başından beri temkinli bir şekilde örterek mi yazacağız. kural bir: mütevazılık mı yoksa kendini çok görmek mi olduğunu çaktırmamamız gereken sebeplerden ötürü “biz” diye konuşacağız. “biz”in içinde saklanmamız daha kolay. “kimsin” diye sorulduğunda içimizden birini rastgele -sırtından ittirerek- bir adım öne çıkartıp, feda edeceğiz, bunların hepsi bizim kafalarımız, ölüyorlar diye üzülmemize gerek yok, rejenere olacağız. olur da bir gün sorarsan -öhhm..- hani oldu diyelim -öhhö..- ya kahve falına baktı ya biri -öhhööğm..- iki dilek tutmuşsun ama ikisi de birbiriyle bağlantılı, geç de olsa olacak dedi ya ama -öhhööhhööüğ!..- güzellikler ikiye ayrılırlar, güzelliklerinin farkında olan güzellikler ve güzelliklerinin farkında olmayan güzellikler, görünmeyen bir üçüncü grupsa güzelliklerinin farkında olup farkında değilmiş gibi yapan güzelliklerdir, bu üçüncü grubun hiçbir zaman farkına varamıyoruz çünkü esas olan güzelliklerin iç niyetini kavramaya çalışmak değil, olabildiğince çok bakıp sevap hanemizdeki sayısal değeri yükseltmektir. dördüncü grup: güzel olduğu için ne tepki verse falso olacağından bu güzellik mevzuunun tartışılmasından sıkılmıştır, orada değilmiş gibi yapar. ben bir keresinde sırf senin elin, kolun, bacağın var diye, ete kemiğe büründüğün için şükrederek, kahrolarak, utanmak diye bir şeyin varlığı, ayıplar neden bu kadar ayıp, ben bir keresinde sırf üstü kapalılığı becerememeyi bahane ederek kendimi açık saçıklarken, ben bir keresinde sırf kahve falımda dilek kipi (-sa) çıktığı için, -yanımda kimsenin olmadığı zamanlarda- ben bir keresinde sırf seni rüyamda görmelerimden çok yorulduğumuz için -bu istemsizlik problemini çözünüz-, aynı o test sonu özlü sözleri gibi; en kötü karar kararsızlıktan bin kat daha iyi geldiği için, ve aslında biz çok keresinde en kısa görülen yoldan asla gitmemem gerektiğini hiç öğrenemeyeceğim için: böyle kısa devre yapıyoruz.

* * *

utanmak, üzülmek ve umutlanmak bir kılıçlarını, bir kadehlerini tokuşturuyorlar kafamın içinde...

iş bu yazının konsepti; dağ'dır, hem de hiç öyle d'ağlar falan gibi kelime oyunlarına gereksinim duymadan, dokunsan ağlamaklıdır hem, öyle küs, öyle çıkmazlı, ayyuka..



[iki dağın arasında kalmışam...]

nemruttur, hoyrattır, namludur, kara trendir, uludur dağların çevrelediği şehirler, ben bilmezdim; ben düzlük yerlerden geldim bu hüzne en^gebe yerlere.. ben önceleri, içimi çepeçevre saran sızıyı penceremin camından görünen, bulut eskisi güneşe, her daim paslı puslu gökgrisine bedellerdim, renkler yaşamımın yüksek ökçeleriydi önceleri, daha sonra kokular, sesler, ve arayüzlerin üzerine basıp, kıracağı.. çam ağaçları, fakülte, bulut, güneş ve de çepeçevre dağdan mürekkepti pencere kenarı ıssızlığımın fon müziği, 4 yıl boyunca.. ishak kuşu öterdi geceleri...




[yorgundum dağlardan beterdim...]

"..bit pazarında yolumu kaybettim, hayır sarhoş falan değildim..",

hâlâ ne kötü kelimedir bazen, bir tehdit, hâlâ, şu an geçerli. ama yarın geçerli olmayabilir. üstelik bunun hayrete şâyan bir yanı da yok gibidir. değil mi ki hâlâ, neticede sevimli bir sınır ihlâlidir. yükseltisi fazla olmayan yerlerde güneş hüküm sürmekteyken hâlâ, dağları denize dik, kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak iklimlere güz, erken gelir. yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesilir. pusuların sessizliği. dağbaşı ıssızlıklarının takvim tutmaz çentiği, patikalarca yelkovan, sa(hi)niye'lerce akrep.. oysa bak bahar.. oysa güneş.. hâl..â.. gel bak bi' elimde gökyüzü var..?


[ben, nasıl yanmayım dağlar..]

sonra dağlardan, sonra tepelerden ellerinde küçük kartopu yangınlarıyla gelip geçenler, göklerden yıldız kanamasıyla dilek deşik içime oturanlar, sokaklardan kuşları toplayıp göçürenler, [nice kuşlar uçurdum, dönmediler geriye..] keşke yalnız bunun için'ler, yalnızlığın bir ovanın düz oluşu gibi değil de, bir dağın dimdik yükselişi gibi, bir damlanın böyle göztaşı oluşu gibi, bir türkünün böyle veysel oluşu gibi, ne bileyim gibi..olduğunu öğrendim, nicelerinden.. (nietzschelerinden değil, hayır) birileri bu şiirlere ısrarla giriyordu, birileri şarkıların öznesi, pencere kenarlarının italik silüeti, sigara dumanı, birileri rüya oluyordu ısrarla. sonra kentlere vurdum yükümü, mecbur yüzüm dağ, yüzüm elveda.. odalardan çıkıyordum, uykulardan, şubatlardan, kara kavak ağaçlarından, kitaplardan, anılardan, kahırlardan, baharlardan tüketiyordum ama, yalnızlığımı emanet ettiklerim, kendi yalnızlıklarına göçebe bir ağaç kuytusu, mutlaka buluyorlardı ve yalnızlığım bile yetim kalıyordu hep.. uygun adım yürüyordum en kül'üstü romanlara, koşmama gerek yoktu, sonra hazırolda beklettiğim tavşan, küskünlüğünden bihaber dağlarda bıraktığı kaplumbağayı geçemiyordu işte, ben 62'den sonrasını saymayı bilmiyordum. .


[dağlar mı yollar mı denizler mi engel..]


sonra.. ansızın sesimi koyacak yer bulamadım. her şarkının ağrı'sı kalabalık, her öykünün kaçkar'ı uzak, her şiirin erciyes'i, kafiyesi, gesi bağları ipotekliydi. dolanıyordum, sürüldüğüm yerde kalan neydi, bir varmış bir yokmuş gibi yaşamaklardan, hep üşümeyle dönülen yolculuklardan, her şeyin miadı dolarken benim günde yalnızca 2 kez doğruyu gösteren saatim neye kuruluydu, sahi niye durmuştu o tavşan, niye ki bunca söz..?


[oysa iki tufandık seninle
lavlarından ayrı düşmüş iki kanardağ..]


sabahlarıma açılan güneş yanığı bir uykunun değerinden eksiğine bozdurulmuş düşlerine küslüğüm, yolları hep aynı çıkmaza açılan bir sınır ülkenin dikenli tellerine takılıyordu hep.
vazgeçmek oluyordu bu kez 'mendilimde kan sesleri'nin oyası, [başkasının mendilinde gözyaşını arama..] 'sil baştan' oluyordu gırtlağımda büyüyen harfin el yazısı, vazgeçmekten gidilen bir yol oluyordum ve ben bu dağı nerde görsem tanıyordum, gerisingeri yüründüğünde sırtüstü düşülen ve bir duvara çarpılan...



hikayemi anlatıp çekilecektim oysa, 'birikiüçtıp' diyecektim. aynanın kenarından yokolacaktım. ne kalırdı geriye? sesim mi? dedim ya, yokolacaktım bıraksalardı. bıraksaydın... sonsuzluğa mahkum ettin beni. hepliğe ve tensizliğe... anahtarlar ters döndüğünde, gök oyunları yeryüzüyle körebe telaşındayken beni paslı bir şimşeğin sırrına sakladın. Çok eskiden yazılmıştı bu; sen yazmıştın. Sözlerime gerdiğin bir çarmıhla yazmıştın yokluk... var olmanın İncil'ine üstelik... düşlerin yolunu yitirmişim, düşmenin haritasında ölçekliymiş çıkışlar... bir kibrit yakımı zamanın alazında dumanla mühürlü bir yazgıymış mürekkebin payına düşen... yok karşılığı acının hiçbir dilde...



yürünmez ya öyle hep, bazen susulur..


sözsüzce başımı koyuyorum dağın yamacına (dağ ki dağdır, belki'lerin umuduyla bunca yükseltmiştir kendini; ki hiçbir belki ona elini uzatmamışken yenikliğinden...)


Sen yine de,

"başına bir hâl gelirse canım,
dağlara gel, dağlara.."



I

Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?
Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
Nereye?
Bilmem!
Bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
İyi. Biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
Diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar
Çıkrık
Bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı
Duyulur bu ara
Duyulmaz ama duyulur
Başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
Başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni, ölümü taşımaya
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
Aşağıda
İskemle gıcırtısı, ayak
Tütün kokusu, koku
Yaz kelebeği tadında bir soluma
Yer değiştirme, kımıltı
Tekrar soluma
Kadın
Sessizlik

II.

Gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
Sarı bir kertenkele… onunla her şey bir iki sıçrar, durur
Başkaldırır, düşer
Bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. Sonra?
Bir su arayışı, bir bozgun… Biz buna her şey diyoruz, her şey
Her şey her şey
Çünkü o, kadın
Uzanır, sağar bir yokluğun içinden
Gene bir yokluğu sağar, üşenmez
Bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
Çıkar boş kuyulardan katılaşmış akşamüstleri
Böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
Ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
Yani olanlar olmuştur bir kere
Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. Bir U sesi duyulur
Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal.
O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha
Unutmak, unutmak, unutmak
Tanrım!
Taş kesilmemek için taş
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz
Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
Solumak birdenbire
Gene olmaz
Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
Bir kaya daha çatlar
Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
Eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
Çıkar o yunus balığı, o heykel
Yaz kelebeği, kapı
Sonra?

III.


Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa
Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk bir umut gibi değil
Bir aralık gibi durur dünyada
İşte bir soru!
Okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
“ Önce hep gece vardı” diyen bir kitapla
Biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
Diyoruz; çünkü o, kadın
Ne yapsa, neye uygulansa
Bir aralıktır şimdi dünyada
Bir aralık, bir aralık!
Yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
Bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
Ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
Bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
Tanrım ona bir salıncak!
Bir gidip bir geliversin diye boşlukta
Umutla, erinçle, tutkuyla
Kendine kendine kendine katlanarak
Hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
Tanrım
Tam burada
Gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
Sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
Sorar o çiçekleri – bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
Nereye kadar bilinmez
Hani bir sormasa… korkunç!
Hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
Sonra?
Sonra ne? İşte bir çamur gibi sıvanmış odaya
Karanlık bir kilisenin
İhtiyar zangoçunun ağzıyla
Günaydın!
İyi bir gün başlar ne de olsa


IV.

İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor
Pek açık değil. Değil de… Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
Yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler
Yaşıyor o kadar


İşte
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada
Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
Var ya
Orada
Tek imge kayalardır, işte orada
Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
Her şey hep kayalardır; otlar da, böcekler de, sular da
Günler de, zamanlarda
- Görünen bir zamandır çünkü orada-
Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
Değilse bir hareket bu, yalnız orada
Orada
Bir ayak boyu yerde, bir kadın
Bırakılmış gibi yıllarca
Tanrım ona bir salıncak!
Taş kesilmesin diye taş
Donakalmasın diye boşlukta.
Hani o balıkçılla yarışan çaylağa
Kırpışan gözleriyle bakan gemici
Gibi
Baksın o da görmeden
Ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.

Tanrım size bir salıncak
!
Edip Cansever


"Türbülansı olmayan bir odada sigaramın külünün savruluşundan sana ne?..


Hangi aşk kalıntısı akciğerimize yara olmuş ki birbirimize dudak tiryakisi olduğumuz zamanlarda, şimdi bir derin nefes sigaranın çekilişi can yakıyor?
Bırak gözlerimden görmeyi kendini, soğuk bir uçurum içimde, başında titreyen benim!
Zamanı yoktu ayrılığın, sulu sepkendi… bir zamansa sulusepken -biliyorum değil.
Ben kirli evlerde ağlatan uykularda sayıklıyorken, sen uykunun huzuruna var yenilenmişlikte. Hangi gece birbirimize yakınlaştıracak artık bizi? Şehirlerin şahitliği kabul edilmiyor ayrılıklardan sonra… Dualarımın kalesi düştü, olmak anlamında. Süngümü yedi kat göğe çeviriyorum şimdi ve ben yedi denizin lanetli gemisinde aşkın sadakatiyle çözülecek, yani ki hiç geçmeyecek bir lanetteyim. Kırıp geç bütün testileri, su yoluyduk nasılsa… nasılsa kırılacaktı… haktan olmayan yola elbet haktı bu kırgınlıklar. Bu vurgun yemiş bağlılığımı kıskanmayacak değildi ya yüce? Hangi aşka sahip çıktı, hangi şeytana karşı savundu ki inancımızın yolunu? Alınma! İnancımız dediğime, sen dâhil değilsin…

Korku değil, çekinmek hiç değil yanına yaklaşmayışımın sebebi. Öyle ya, bir cümleyle intihara sürüklenen âşıklar kadar aptalım, aptalım yaşım kadar. Bilmediklerinden korkmayan bir çocuk gibi aptalım ama görmüş geçirmiş bir ihtiyarın gençliğine özendiği kadar da aptal. Sözün gözlerime mil çeker ateş gibi, dilime kilit olur, ayaklarıma pranga. Tutar da çekersin, bukağı çözülmez, sürükler de götürürsün… Aptalım, aptalım yaşım kadar.

Parmak izlerimizin bile seviştiğimi zamanlar geçmiş. Gelecek bugünümüzde teğet geçmemeye özen gösteren iki doğru, oysa bir çember küçük şehir, küçük yakın çevreler… Dahası bir noktayız şimdi, sonsuz sayıda doğru uzanıyor dışarıda, noktadansa bir tek doğru bile geçmiyor
Kalkıp ayağa sarılmak istiyorum sana, herkesin önünde ve sana rağmen -kesinlikle, yaşımdan fazla aptalım ya da ancak yaşım kadar aptalım, gençliğime veriyorum. Yapmıyor, susuyor, gözlerimi kapatıyorum. İçimde düşler kendi halinde salınıyor, bir trenin gittiği, her şeyi beraberinde götürdüğü ayrılıklarda olduğu gibi! Gözlerine bile bakmazken içimde fırtına, içimde ne önemi var!.. Yaratan bais, diriltme beni… ne olur yeniden yaşatma. Yarı açık gözlerimde hayal meyal etrafım, içimde gerçekler patlamak üzere. Saniyeler geçmek bilmiyor… Nefes alıp veriyorum, her zamankinden farkı yok… hiçbir farkı yok, herhangi bir zaman, herhangi birileri… sakin olmalı… telkin halinden sayıklama haline, oradan da hipnoz haline… sessizlik!
Ayın külleri dökülüyor saçlarından, bir yangını ancak başka bir yangının külü söndürebilir, biliyorum. Ateşin suyu söndürdüğünü ne zaman gördün? Dünya üzerine yağan onca yağmur, dindirmedi ateş içindeki hiçbir ruhun acısını. Şimdi ayın küllerini döküyorsun saçlarından üzerime… Rüzgâr yok, sönmeye meylim.
Pastel rengi tırnakların gözlerime değiyor, retinayı paramparça eden ve ışığa duyarlık bırakmayan, renk seçmeme izin vermeyen bir temas bu. Açmayacaktım gözlerimi, başımı çevirmeyecektim senden yana. Sönmeye meyletmiştim, farkında değildi kimse ve şimdi alevlenişime tanık olmayacakken kimse, kendime yanarım ancak! Yine de çevirmeyecektim başımı senden yana. Gözlerim zindanlarda karanlığa alışmıştı, gözlerim esirliğim olmuştu nasılsa. Görmüyorum…
Bu bilinmeyen zamanda gerçekleşen sessiz görüntüsüzlükte neler yaşandığını hatırlamakta güçlük çekiyorum. Sokağın tertemiz havasını içime çekiyordum kendime geldiğimde, parkın hemen yanındaki kaldırımdan yola devam ediyorum.
Sürrealizmin bulaştığı tenimden çekip atıyorum tüm sahtelikleri. Ayaklarım yere basıyor, adım atıyorum, görüyorum ve,
“Geçti… sakinim.” konuşabiliyorum. Ayyaşın biri geçiyor yanımdan, sana bile benzemiyor inan. Öyle bir yokluktayım ki artık, kinimi bile özlüyorum!

Geçip gidiyor zaman, yol devam ediyor… tekrarlar ve ritüeller.

Onu diyorum… türbülansı olmayan bir odada sigaramın külünün savruluşundan sana ne?.."

Uğultu.. Zaman kayması.. Bir ne yapsan olmuyor'luk, bir adamsendecilik, bir vurdumduymazlık, bir saza niye gelmedin'lik, bir sarı sıcak'lık, bir bab-ı esrar'lık..


iyiniyet suistimali.. iyiniyet suistimali.. iyi de niye..

baştan kaybedenlerin öyküsünde hep bu vardır değil mi.. kimse seni anlamıyordur, oysa sen çok iyisindir, bütün dünyayı kucaklamak istemişsindir, kolların yetmemiştir; bir dünya istemişsindir kardeşçe, olamamıştır.. tüm bu olamamışlıklarının acısını başkalarından ve hayattan çıkarmaya çalışanların -ben de dahil- kırpıp kırpıp biçtikleri o haksızlığa uğramışlık duygusunu, işte en yakınındakinden, en sevdiğinden, en kendinden bildiğinden bilmeleri, her ofsayta düştüğünde şüphe oklarını en "o"na fırlatmaları, kendiyle ilgili halledememişliklerini, o özgüvenle yamalanmış boşluklarının söküklerini diğerinin ipliğiyle dikmeye çalışmaları..


suçlamak; karşısındakini suçlamak kendini bir tür koruma altında tuttuğundan, bir şekilde üstünlük sağladığından, ellerini göğsünde kavuşturup çapraz sorguya oturttukları "suçlu"yu o tek bir sandalyenin olduğu loş ışık altında, güçlerini katmerlendiren bir sargısız infaz yetkisine hasıl olmaları..


işte tam da o gücün verdiği yetkiye dayanarak, su üstünde seken peygamberböcekleri misali, "iyiniyet suistimali", "haksızlık ihlali" , "bana yalan söylediler".. yazılı nilüferlerin üstünden hoplaya zıplaya, koca bir gölü hiç ıslanmadan geçiveriyorlar-uz..


hayat çok boktan..


tek adil şey ölüm; bu yüzden masum, bu yüzden kabullenilir, bu yüzden ellerini iki yana açıp, başını hafifçe sağa eğmeye muktedir.. ölümden en çok canı yanmışlar, ölümden yana saf tutup, terazisinin dirim kefesi hep aşağıya kaymışlar, ölümü o en inançlı görünenlerden daha dinç bir metanetle diri tutup, "mutlak son" a saatini kurmuşlar, ölümden geleni yapanlar bilir; zaten başka türlüsü olamayacaktır, hepi topu yazıldığı kadardır işte.. ne demişti bir yaşlı adam; intihara kalkışan başroldekine; "kesin olanın değil, ihtimalin peşine düş; ölüm kesin, yaşam ihtimal.." (dondurmam gaymak filminde miydi?-di..)


insanlar çok boktan, -ben de dahil-

"her yanım tuz, deliyim"..

ihtimalimsin bilmem ki..

"sulara attın şimdi kendini, delisin.."