eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

iş bu yazının konsepti; dağ'dır, hem de hiç öyle d'ağlar falan gibi kelime oyunlarına gereksinim duymadan, dokunsan ağlamaklıdır hem, öyle küs, öyle çıkmazlı, ayyuka..



[iki dağın arasında kalmışam...]

nemruttur, hoyrattır, namludur, kara trendir, uludur dağların çevrelediği şehirler, ben bilmezdim; ben düzlük yerlerden geldim bu hüzne en^gebe yerlere.. ben önceleri, içimi çepeçevre saran sızıyı penceremin camından görünen, bulut eskisi güneşe, her daim paslı puslu gökgrisine bedellerdim, renkler yaşamımın yüksek ökçeleriydi önceleri, daha sonra kokular, sesler, ve arayüzlerin üzerine basıp, kıracağı.. çam ağaçları, fakülte, bulut, güneş ve de çepeçevre dağdan mürekkepti pencere kenarı ıssızlığımın fon müziği, 4 yıl boyunca.. ishak kuşu öterdi geceleri...




[yorgundum dağlardan beterdim...]

"..bit pazarında yolumu kaybettim, hayır sarhoş falan değildim..",

hâlâ ne kötü kelimedir bazen, bir tehdit, hâlâ, şu an geçerli. ama yarın geçerli olmayabilir. üstelik bunun hayrete şâyan bir yanı da yok gibidir. değil mi ki hâlâ, neticede sevimli bir sınır ihlâlidir. yükseltisi fazla olmayan yerlerde güneş hüküm sürmekteyken hâlâ, dağları denize dik, kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak iklimlere güz, erken gelir. yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesilir. pusuların sessizliği. dağbaşı ıssızlıklarının takvim tutmaz çentiği, patikalarca yelkovan, sa(hi)niye'lerce akrep.. oysa bak bahar.. oysa güneş.. hâl..â.. gel bak bi' elimde gökyüzü var..?


[ben, nasıl yanmayım dağlar..]

sonra dağlardan, sonra tepelerden ellerinde küçük kartopu yangınlarıyla gelip geçenler, göklerden yıldız kanamasıyla dilek deşik içime oturanlar, sokaklardan kuşları toplayıp göçürenler, [nice kuşlar uçurdum, dönmediler geriye..] keşke yalnız bunun için'ler, yalnızlığın bir ovanın düz oluşu gibi değil de, bir dağın dimdik yükselişi gibi, bir damlanın böyle göztaşı oluşu gibi, bir türkünün böyle veysel oluşu gibi, ne bileyim gibi..olduğunu öğrendim, nicelerinden.. (nietzschelerinden değil, hayır) birileri bu şiirlere ısrarla giriyordu, birileri şarkıların öznesi, pencere kenarlarının italik silüeti, sigara dumanı, birileri rüya oluyordu ısrarla. sonra kentlere vurdum yükümü, mecbur yüzüm dağ, yüzüm elveda.. odalardan çıkıyordum, uykulardan, şubatlardan, kara kavak ağaçlarından, kitaplardan, anılardan, kahırlardan, baharlardan tüketiyordum ama, yalnızlığımı emanet ettiklerim, kendi yalnızlıklarına göçebe bir ağaç kuytusu, mutlaka buluyorlardı ve yalnızlığım bile yetim kalıyordu hep.. uygun adım yürüyordum en kül'üstü romanlara, koşmama gerek yoktu, sonra hazırolda beklettiğim tavşan, küskünlüğünden bihaber dağlarda bıraktığı kaplumbağayı geçemiyordu işte, ben 62'den sonrasını saymayı bilmiyordum. .


[dağlar mı yollar mı denizler mi engel..]


sonra.. ansızın sesimi koyacak yer bulamadım. her şarkının ağrı'sı kalabalık, her öykünün kaçkar'ı uzak, her şiirin erciyes'i, kafiyesi, gesi bağları ipotekliydi. dolanıyordum, sürüldüğüm yerde kalan neydi, bir varmış bir yokmuş gibi yaşamaklardan, hep üşümeyle dönülen yolculuklardan, her şeyin miadı dolarken benim günde yalnızca 2 kez doğruyu gösteren saatim neye kuruluydu, sahi niye durmuştu o tavşan, niye ki bunca söz..?


[oysa iki tufandık seninle
lavlarından ayrı düşmüş iki kanardağ..]


sabahlarıma açılan güneş yanığı bir uykunun değerinden eksiğine bozdurulmuş düşlerine küslüğüm, yolları hep aynı çıkmaza açılan bir sınır ülkenin dikenli tellerine takılıyordu hep.
vazgeçmek oluyordu bu kez 'mendilimde kan sesleri'nin oyası, [başkasının mendilinde gözyaşını arama..] 'sil baştan' oluyordu gırtlağımda büyüyen harfin el yazısı, vazgeçmekten gidilen bir yol oluyordum ve ben bu dağı nerde görsem tanıyordum, gerisingeri yüründüğünde sırtüstü düşülen ve bir duvara çarpılan...



hikayemi anlatıp çekilecektim oysa, 'birikiüçtıp' diyecektim. aynanın kenarından yokolacaktım. ne kalırdı geriye? sesim mi? dedim ya, yokolacaktım bıraksalardı. bıraksaydın... sonsuzluğa mahkum ettin beni. hepliğe ve tensizliğe... anahtarlar ters döndüğünde, gök oyunları yeryüzüyle körebe telaşındayken beni paslı bir şimşeğin sırrına sakladın. Çok eskiden yazılmıştı bu; sen yazmıştın. Sözlerime gerdiğin bir çarmıhla yazmıştın yokluk... var olmanın İncil'ine üstelik... düşlerin yolunu yitirmişim, düşmenin haritasında ölçekliymiş çıkışlar... bir kibrit yakımı zamanın alazında dumanla mühürlü bir yazgıymış mürekkebin payına düşen... yok karşılığı acının hiçbir dilde...



yürünmez ya öyle hep, bazen susulur..


sözsüzce başımı koyuyorum dağın yamacına (dağ ki dağdır, belki'lerin umuduyla bunca yükseltmiştir kendini; ki hiçbir belki ona elini uzatmamışken yenikliğinden...)


Sen yine de,

"başına bir hâl gelirse canım,
dağlara gel, dağlara.."


0 üvercinka: