eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Oo! Temmuz gelmiş. Ben kalkayım, ocakta ömrüm var. Mutfaklarda yenik yanık baharlarım, tencerelerde kara kuru günlerim var; tutamı tutamına uymayan, acıyı baldıran zehri gibi içtiğim otlarım, kıymık kıymık içime batan dikenlerim var.

Bir bilsen nasıl sakınıyorum kendimi apartman katlarından; nasıl katlanıyorum, nasıl portatifim ve sığmıyorum bacaklarımın kırıldığı yerden kaldırıldığım köşelere. Tavanarasına kaldırılmış çocukluğumdan başlıyorum ömrümün tozunu almaya, bir görsen; al al bitmiyor. Köşelere kıyılara oturuyorum yorulunca, aghh rahat bırakırlar mı hiç; eski kitaplarım, çok eski defterlerim, eski elbiselerim, eski ayakkabılarım ["bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar"] , bir parçası kırılmış, boyası silinmeye yüz tutmuş eski oyuncaklarım, tokalarım -saçlarım ırmaklar kadar uzundu- ama işte neyse sıradan roman betimlemelerini düttür et; en çok fotoğraflar can yakar bilirsin, sen zaten bunu daha önce bir filmde görmüşsündür. Fotoğraflar; şimdi ne desem, nasıl anlatsam,

"beni hoyrat bir makasla
ah eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar

ah omuzumda bir kesik el ki
hala, hala durmadan kanar.."

dizelerindeki gibi olmayacak; zira sözkonusu dizeler

"Sıvası dökülmüş kahpe bir duvar gibi, Sivas’ı dökülmüş bir Türkiye kaldı içimde!"

sözcüklerinde kül olmuş, bir yangının külünü yeniden yakıp yakıp geçmiş üstad Metin Altıok'un dizeleridir ve Sezen Ablamız öyle bir dillendirmiştir ki; ağzımızın ucunda tükürüp atmaya hazır durduğumuz ömür kömüründe çıra gibi, dirhem dirhem eksiltir bu zaten eksik yaşamakları.. "Kavaklar" diyorum; Sezen Aksu'dan gelsin- sevip de kül'üşemeyenlere, külünü bölüşemeyenlere..

Anladığın gibi: yani hiç anlamayacağın gibi; "okey taşlarının, tavla zarlarının müzik fonu oluşturduğu", doğup büyüdüğüm bu eski, küçük liman şehrinde denizin izini sürüyorum. Zamanı geçiriyorum burada iğne deliğinden; ağzımla inceltip günlerin ipliğini.. İşte bilirsin; dikiş tutmuyor hayat ama, acının kumaşından sökülen şafakları gökkuşağına teyelliyorum -yeniden..

İnsanlar diyorum; kimse anlamıyor, zaten anlasalar bu gökyüzü bu bulutlar "ya bu deniz, ya bu martı?" böyle olmazdı, biliyorum, diye diye papatya fallarım ve gazete kağıdından şapkamla ben, anlıyor-anlamıyor-anlıyoruluyorum. Velhasıl; bu bulutları hiç bir şeye benzemeyen kurak-çorak yağmuruyku günlerinde ıslanan, ömürden eksilen yaprakları bir bir bu defter-i kebirde kurutuyorum; yaşamın geçit vermez yol kenarlarında tozlu bir iğde ağacı gibi ben, yalnızca tren geçsin için bekliyorum..

0 üvercinka: