eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

" zeytin ağacının karanlığıdır
elindeki elma ile başlayan..
bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
zeytin ağacının karanlığıdır.."



"Ah senin yüzünden kana batacak..."

Hep senin yüzünden yeni yıl, yeni'yi bekleye bekleye yenilerek, yenile yenile yetinerek, ama işte hep yenilerek eskimenin şarkısı bu geceki.. meri kırizmıs.. hadi bakalım.. çalın davulları..

incelikler yüzünden de olabilir mesela şarkı sıtması da geçirebilirim 2007 nin son demlerinde, televizyondaki tüm iğrençliklere tek kulaklıkla katlanmaya çalışırken;

"incindim, incitildim derinden terkettim kendimi tesadüfen karşılaştım içimde kendimle yeniden" şeklinde okunduğunda çok da derin anlamlar ihtiva etmeyen sözler, yeni yıla bir kaç saat kala sertab'ın sesiyle bu kadar mı acıtır, sonra "artık beni asla yaralayamaz hayat eğer ben istemezsem" derken de bu kadar mı "acı acı güldü"rür, sonra bir minicik kız çocuğu nanik yapıyorken orada hala, hala kanar mı "omzumda bir kesik el"..

yeni yılmadım oysa ben, çoktan vazgeçmenin adını kulağına üflemiştim de yeni doğan günlerin; bir şey oldu işte hep eksildik hep seyreldik azala azala çoğalmanın kılcal damarlarına basa basa kızarttık hüznümüzdeki çatlakları vurulduk..

"Biri saksımızı çiğneyip gitti , biri duvarları yıktı Camları kırdı , fırtına gelip aramıza serildi Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri , her şeyi kötüledi Bizi yaraladı , biri şarabımızı döktü , soğanımızı çaldı Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu.."

Bu yeni yıl curcunası tuhaf bir eskimenin k'üflerini kokutuyor deştikçe, seneye bu zamanlar mesela, kanserden ölmemişsem hala ya da karşıdan karşıya geçerken bir arabanın dikiz aynası beynime saplanmamışsa, feci şekilde can vermemişsem filan, neye ne kadar yaklaştığımın bilançosunu tutarken, kayıpların sayısı hepamahep kazanç?larınkinden fazla iken, bu neyin kutlaması,, neyin neyin neyin.. ----->depresifim, arızayım, dipteyim sondayım, sağ üsteki x'ya tıklayıp kaçarak uzaklaşınız lütfen, sizin görecek daha güzel günleriniz var..

Ah benim bütün şarkılarımın, bütün notalarımın, bütün s'eslerimin üzerine mürekkep dökülüyor, sesine ses değse çığlık oluyor umudun, sigarayı en yanık yerlerine basarken, uma uma bir hal oluyor ezginin küllüğü, umay umay "düşmedim daha" dese de, ("kıyamet sen de kop kopacaksan!"), uma thurman buna kıçıyla gülüyor..


Sonra bir turnikeden geçerken mesela, bütün etekuçlarım demirlere takılıyor, bütün kanı çekiliyor içimdeki bembeyaz suratların, ellerim yanlış rüzgarlara kapatıyor perdeleri, mıknatıssız pusulalara yönleniyor benim gemilerim, hiç gelmeyecek, kıyılarıma uğramayacak, ama işte hep beklenen gemilerim yanlış karalara görünüyor, karalara bürünüyor azıya alınmış gemlerim.. "gam tozu" üflüyor kulağıma adım diye, ceza diye alnıma kabzeyi vuruyor..


"Ah beni vursalar bir kuş yerine.."


Uzak herşey uzak oluyor tüm uzakların toplamı bir yakın etmiyor sonra bir kuşun damarı seğiriyor bir saçakaltında bir kurşun yuvasını buluyor bir döşe yarasını veriyor bir öce duasını kanıyor bir göze lanetini seğirtiyor kuşun damarı, bir uğursuza bahtını kanırtıyor birin birden çıktığı oluyor herşey trenin raydan okun yaydan sebebin sırdan sadedin serden geçtiği oluyor her şey her şey kanıyor..






TAŞ---->"Söylenmemiş, sahipsiz bir şarkıyım.."


GEDİK---->"Şarkı halinde kal.."

Biz bunlara kısaca "kaybettim şarkımı bulan yok" deriz ama hep aynı işte hep öyle..sine^.
yine de çalar..---->fikret kızılok-boşuna


"kanımca" diyor, "her şey boşuna"..



birkiüçtıp.. drip drip drip..


sus..tu takvimler bi'gün. cumaydı cu ma.. telefon, ucuz romanlardan arak, acı acı bir aks-i seda ile çaldı bi gün. 15:00 sularıydı. sul arı.. sonra sus tu işte kavimler, sus tu kadimler, kelamlar, meramlar, hepsi bir baştan bir başa sus tu..




oysa
"kelimelerin kuytusunda pusu kurdumsa kendimi gizleyeyim diye'dir kelimelerin kuytusunda sus'u buldumsa dilim sessizce kavrulsun diye'dir kelimelerin kuytusunda us'u oydumsa elimden bir şey gelmiyor diye'dir.." demesi lazımdı birinin, en azından telefonun sesine ve telefondakinin söylediğine yana yakıla bağırmak için, ama hiç kimse hiç bir şey söylemesindi zaten artık, günlerden cumaydı, güzlerdenecel..


ağlamak, bir ömrün kaçta kaçına denk gelir, damlaya damlaya göl olursa kendini hangi mecraya akıtır, kuruyunca güneşte, kuruyunca çöl olur mu yeniden.. olur.. nasılsa yine bi' gün bi' ses bi' telefon bi' acı acı çal olur, yanar yanar kül olur, susar susar öl'olur..

10 dakika içinde apar toparlanılır, duraklar dolmuşlar otobüsler geçilir, durdurulamayan gözyaşı sekansına nebakıyonlanibne majör gamı eklenip, etraftaki slowmotion insan topluluğuna aldırmak'sızın 7 saatlik bir yolculuğa çıkılır, ki ömrün denizekarşıbanktaoturmuşmelankolisinin en "acı hatıra" larının top 10 una yerleşecektir bu yolculuk, sonra fırtına sonra deniz kuduracak sonra yerlebir işte hep yerlebir..

zira bir cenazeye yetişmek için çıkılan yolculuk, cenaze ve eczane sözcüklerinin çağrışımlarına ve dahi tüm yandan çağrışımlara kulak tıkar, çağ dışı, ağ dışı, kapsam alanı dışına sürükler kişiyi, adamınamınakor, kor alevler içinde, mor alevler içinde, zor alevler içinde gibi skindirik tüm çağrışımları da kapı dışarı eder, çünkü sus ar.. her bi' şey. güllerden sarı..

terminal, bayram kalabalığına bürünmüş, terminal el sallayan insan topluluğuna boğulmuş, terminal bayram ve yılbaşı öncelerinin o olağan küpeli deliye her gün bayram curcunasına kendini kaptırmış, bir de cenazeye yolculuğun çıkış noktası olduğunun farkında olmadan, tüm o suskunluğun içindeki kulak tırmalayıcı sesleri bir cenaze yolcusuna yamalamaktadır utanmadan.. -çayçermisinabla, stanbulıstanbulıstanbuull, beşdakkayakalkıyo, kestaneşekerinegel-.. tüm bu kalabalığın içinde yetişilmesi gereken bir otobüs, yetişilmesi gereken bir cenaze, yetişilmesi gereken bir ölüm ve yine ömrün tüm renklerine değişilmesi gereken bir "mavi" vardır.. zira yetişilir de, normal şartlar altında tüm aksiliklerin elbirliğiyle üstüste gelip, tüm otobüsler kaçsın diye maksimum performansla çalıştığı bahtsız bedevi yolcunun; o gün tüm otobüslere ve tüm saatlere kıl payı yetiştiği hayretle görülür.. çünkü cenazeye gidiyordur ve onyüzbinmilyonkere ölmesi gerekmektedir, "ölecek bir şey kalmasın diye geriye.."


yolculuk başlar, türkü susmaz bi' türlü, her şey susar ama türkü yapacağını yapmıştır yine;


(aman ecel canım ecel, üç gün are ver..)

bir önceki gece defalarca dinlenilen türkü, ertesi sabah gerçek olmuştur, bir kaç gündür görülen rüyalar, ölüme delaletmiştir, bir kaç gündür uluyan köpeklerin sesi bunaymış işte'dir, hadi inanma'dır şimdi böyle şeylere, hadi inanmasındır kimse.. demek ki batılın tecrübeyle ve tarihin tekerrürle doğru orantısı kanaya kanaya kazınacaktır belleğe, tüh; bank da yerlebir olmuştur, dolunay'lı bir gece'ye kalsındır tüm hüzünler ama şimdi hüzünötesi bir yangına yolculuktur paya düşen,..


ve o küçük, "mavi", kıyı şehrine, arabesk söylemle melmekete yaklaştıkça büyür, büyür mavi gözlerin seyri, hatırladıkça yandıkça yağdıkça büyür.. ama susmuştur işte ve bu suskunluk, yazarın 1. tekile geçmesine engel değildir;..



mavi gözlerinin üzerine toprak mı şimdi çocukluğumdan düşen bi' yaprak daha mı şimdi gözlerim bundan sonra hep ıslak bayramlar artık uzak ceviz ağacı artık yasak mı şimdi..

lem yelid ve lem yuled.. sen de gidersen biz bir daha yetim kalırız diyemezdim sana ben şimdi artık asmalar kupkuru şimdi senin gözlerin hala masmavi..-ben, nasıl yanmayım dağlar..!-

bundan sonra çocukluğum da yok sen yoksun ya bundan sonra kavaklar yok bundan sonra yeşiller buğdaylar başaklar bostanlar yok bayramlar hiç yok..

nasıl sezdirmeden gittin öyle nasıl çabuk nasıl eksik yaşanmış hayatına yaraşır biçimde hiç sızlamadan öyle gülerek öyle dimdik öyle kendini odalara kapatmış ruhun gibi öyle sapasağlam öyle yapayalnış, öyle sapayalnız öyle korkusuz..


Ömer Dayımın gözleri semaviydi, göklere benzerdi susuşu kaşlarını çatışı dünyalara sığmazdı onun suskunluğu öyle bir susardı ki kimselere benzemezdi.. di'li geçmiş zamanlara gizli özne olduğunun çıldırasıya çırası yakar işte fena yakar.. (selamın sadası bre dostlar, cana dokunur..)

Ömer Dayımın gözleri marsmaviydi, bu gezegenden olmadığı kesindi, kendine dönük, kendine donuk ama hep başkalarına uğraşmış ellerinde maharetinin izleri yoktu, görsen vay be derdin vay be yabancı aktörlere benzerdi kadirinanıra benzerdi hepsinden yakışıklıydı kimselere benzemezdi kendinden ıraklara bakardı hep kendinden ötelere sürgün..


ben bu filmi daha önce de gömmüştüm.. ben ölümden geleni yapmıştım, ben ölümlerden ölüm beğenmiştim de ölümsemek demişti biri sonra, demişti de susmuştu. susmuştu da devam etmişti. etmişti de yetmemişti.. hiç unutmam. ben zaten hiç unutmam, ben zaten defalarca öleyim diye hiç bir şeyi unutmam anımsayıp anımsayıp ziyan olayım diye unutmam hiç ben.

-i'm still remembering-


vardı bi' yarası.. vardı.. sırmaviydi Ömer Dayımın gözleri, pek konuşmazdı ama suskunluğu dünyalara bedeldi işte, dünyanın yarısı gibi bi' adamdı.. tasvirlere, benzetmelere, kifayetlere sığmaz bi' adamdı..


uzun zamanlardır yağmayan kar, bi tek o gün cenazesinin üzerine, bi tek o gün orda öylece durmuş ona bakarken inanamazken Ömer Dayım ölemezdi Ömer Dayım dağlar gibiydi Ömer Dayımın selasını verdiler yıkadılar aldılar götürdüler kar yağdı üzerine doğarken de kar yağmış o gün de cumaymış mübarek adammış peygamber gibiymiş öyle dediler Ömer Dayımın üzerine kahır yağdı o gün Ömer Dayım gitti benim ardına bakmadan gitti gözleri kapalı gitti gözleri dünyaya mavi gitti..sırfmaviydi gözleri saltmaviydi..

Bana yağmur artık, bana kar..

Sen de gittin ya tüm yolları kapalı şehrin bana..


Ömer Dayımın gözleri yasmaviydi, dört bin defa lÂcivertti gözleri..

bu kadar mı acır bu kadar mı kanar nasıl usul usul uzun uzun ulur köpekler nasıl olur da "bir acıya kiracı" olur göz seğirmesi, düşte mi haber eder kendini düşte mi görünür düşte mi düş..

canı nasıl yanar bu kadar sokakların bu kadar nasıl bu kadran nereye döner bu devran nereye neye kime kine..


"aranmış bulunmuş derdin üstünlüğü su gibi hava gibi.. "

yok.. yok.. yok.. sabah birkaç saat uyuyup, lanet olası telefonla böyle uyandırıl.. surat..bembeyaz.. yok olmayacak artık. iyi bir şey olmayacak. lanet.. gebermem lazım müsait bi'yerde.. yokum bir süre..

"kaybetmek varsa ne çıkar..?"


yine şarkılardan mürekkep bir gecenin sabaha varmamakta direndiği hokka tanımaz siyahın, siyahım varsa ne çıkar..? ne girer aslında, gecenin koynuna hangi yılan girer de soluksuz bırakır düş(üş)ünü, neyi nerden, kimi hangi koydan kurtarmayı bekler gemiler; "gemiler kalkar yüreğinden gizlice" , ya da; gemi azıya almak hangi türkünün nakaratına denk gelir bilhassa? "mezarımı kazın bre dostlar, belden aşağıya"..,, sol aşağıya bakıyor virgüller..

bir çırpıda. çarpıcı. ama çabucak bitiren, kibritin ucunu aşağı doğru tut ki hemen yansın geçsin. mütemadiyen baş aşağı bakarlar dünyaya..


"aman ecel canım ecel, üç gün ara ver/ al başımdan bu sevdayı götür yare ver.." bu gece bu hece bu ne'ce..? bu türküye fe na sarmış durumdayım, alkol ve sigarasızlığa lanet, bütün lanetlerin toplamından ortaya karışık bir lanet, lanet..


Çare yok; neyin çaresi, neyin çaresizliğine denk gelir, bu gece sorgulamak yok, bu gece kontrol edilmek ve sessiz telefonlar, bu gece incinmek ve suçlanmak, bu gece suçlamak ve incitmek yok, bu gece sabah yok..


Bu gece birazdan gece olmaktan çıkacak, sen onu dün gece diye çöpe atacaksın ve yarın gece yine "bu gece" kılığına girecek ve zaman diye bir şeyin aslında olmadığını, ahaha salak, sen öyle san! diye kendi kendine kıçınla gülerek, ama sırf senin inandığın bir sahicilik olsun diye inanmaya devam edeceksin ve evet işte zaman tamamen insanlarca uydurulmuş bir kavram ne yani yıllara aylara günlere bölünmeseydi zamanın varlığından sözedilebilecek miydi diye düşünürken sen.. yarın yine bugün olacak ve yaşamsal kaygılara-ki kaygıda kusur etmezsin, bilirim- düşüp, zaman diye bir şey aslında var mı yok mu diye düşünüp, boşa geçirdiğin onca zamana -evet, başka işim yok- yanıp, saate bakacaksın sürekli, "yarına ne kaldı" diye...rek.-cümle bitti, evet-


Ben, -bildiğin ben- ilkokulda parmak kaldırma tereddüdüne, çoğunlukla yenik düşmüşlerdenim,..Ne zamanki tereddüdüme ve çekingenliğime yenik düşerek parmak kaldırmazsam, içimden geçirdiğim cevabın doğru cevapla aynı olduğunu öğrenip içinde ama sadece içinde bir gurur patlaması yaşayanlardanım. Sonraki hüsranlarımın temeli de bu gururun verdiği sahte cesarete dayanır. Ve baykuşlar için talih, tekerrürden ibarettir.. Ben evet, yanına şemsiye almamışsa yağmur yağanlardan, kalın giyinmişse hava güneşlilerden, iki şık arasında kalıp, doğruyu silip yanlışı işaretleyenlerden, denize gitse denizi kuruyanlardan, başına kuş sıçsa milli piyango idaresi yıkılanlardanım, ben bildiğin çöl-baht-bedevi ilişkisi kutup ayısı ve sikmek eylemiyle alakalı olanlardanım, ta-lih tekerrür etmez; onun lügatimdeki yegÂne karşılığı; "makus" tur..


Hatırla! çocukken bir de, -beğenmezsek- ham meyve dişleyip vazgeçebilme özgürlüğümüz, dahası vazgeçme huyumuz vardı. meyvelerin hâlâ canı yok ama bizim hassasiyetlerimiz de bizimle birlikte büyüdü, ve okuduğumuz öykülerin dokunaklılığı. bazılarımız bu yüzden dokunamıyor. dokunamıyorlar.. ve bazılarımız ise, aksine hâlâ çocuk; diş geçirip bırakıyor, meyve/ler acı'larıyla başbaşa kalıyor/.
çocuk kala'bilmişlikleriyle işte en çok bu yüzden gurur duyuyor, en çok bu yüzden kendilerine masallardan pay çıkarıyorlar..


şu cümle bir kelimeyi oluşturacak az sonra, bir cümleden tek bir kelime oluşacak, şıklar: i) burukluk ii) hüzün iii) öfke iv) kırgınlık v) x'e koyiim


henüz dijital değilken dünya; hatta dünya henüz bizim büyümemişliğimizle orantılı bir kirlilik seviyesine ulaşmamışken, temamız fotoğrafın çıkmaması, pozun yanması. 36 içerisinden o pozun yanması, olasılık kanunlarına da küfredilebileceğinin ilk sebeb-i muhteşemidir. ve, ve, ve, okul yolu düz giderken, birden ana avrat düz de gidebilir. çünkü, insansız fotoğraf çekmek israftır o zamanlar, ve kişinin müstakbel entelektüelliğinin temelleri buradan bile anlaşılabilir; şayet dokuz yaşında bir çocuk, elinde çaktırmadan aldığı fotoğraf makinesiyle gökyüzünde gökkuşağı kolluyorsa -henüz romantizmin tanımı bile yapılmamışken- hemen elinden cin ali türevlerini alın ve küçük prens'i hediye edin. beğenmezse bırakır elinden, çünkü çocuktur, ne yapsa yeridir..-her dem yeni- er dem..? o pozun yanması işte bütün mesele.. hani tam da kendine ait kıldığın, başkalarının hiçleştireceğini, değersiz kılacağını bile bile yıktığın onca dağa, yaktığın onca poza yazık ede ede ed ..bi.. le..bile..


allah bilir müstehzi bir sırıtışla öylece izliyorsundur behind the scene. peki mise en scene’e ne dersin?

ne dersin ol? ric’a edeceğim bir şeyler söyle. “ya no quiero estar solo” yeter yeter, öleceksek ölelim. çıplak heykeller yapmalıydık biz.. söz’lerin en acınası hallerinin mümessili söz’cük’lerden. dilin uzanamadığı, el ve kalem birlikteliğiyle ihraç edilen sözcükler. kolları olmamalıydı, kollamak, gözetmek diye bir şey hiç olmadığı gibi hani; o heykeldeki gibi, balmumundan sözcüklerimiz olmalıydı bizim ve bulmacalardaki suratlarına bıyık-sakal çiziktirilmiş şarkıcıların reenkarnasyonlarına bakıp kendini birşeysanan çocuklar olmalıydık yine; ve he..?



tamamen gayriihtiyari esaslara riayetin, ne derece hakîki bir vazife-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münâsip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: les affinités électives sandukadaki inci - neden burnun uzamadı inci? ay karanlık. yeşile yeşile çalar gözlerim. sandukaya kapatılmış bir inci gördüm. birinci gelmişti. cigara üstüne cigara yakar. üstüne biçimsiz/şekilsiz inci (yani barok denilen) örtülmüş, ışıldamakta güçlük çeken ve sönmeye meyilli, gölge’nin ilelebet esiri. çini gibi de incikli boncuklu. çocukkenki tüm oyuncakları ellerine batmış kanar, incelikler yüzünden –ah kimsenin vakti yok’ken durup ince şeyleri anlamaya- incildeki bir tanrıça olmaya özenmiş. boğazda düğümlenen hıçkırık. öyle bir narsistlik için, çok şey bilen ve bunu tevazuya uydurabilen bir ince terbiyeden yoksun, tevazüne desen hiç yanaşmaz. incelik için kendisi çok geç. incizapa müsebbip. ve anlaşılamayacak kertede müstebit. kinci bir cin, ukalâ bir kukla terennümü. belli ki incinmiş, ki bu yüzden mi bilinmez incitmeye varışlı. incesazdan bir saz eseri. çelimsiz bir boncuk. incir ağacından düşen deli. sandukadaki inci. cinaslı uyaklar bütünü. halbuki hiçbir şey, en azından deniz ve mehtap bile kafiye olsun diye değil’dir. - niye uçmuyor inci? - uçar birgün.



şehir içi güzergâhlarda arabeskin misafirperverliğinden bir an olsun kalkamayan iklim tanımaz güneş gözlüklü genç dolmuş şoförünün, üniversite kampüsüne yaptığı seferlerde yabancı pop müzik çalmasındaki sahicilik, benimki..


dolmuşta aynanın hemen yanında ne yazıyor dersiniz, aganta burina burinata. ve çalan şarkı walk on the wild side. evet bu gün velvet underground bir gün olacak. hatta- blue velvet-..insan kadife bir hatıradan başka nedir ki? hatalıysam ara..mızda kalsın.

bir de; geceye istinaden;


"Aşk bekler. Aşk, iki ten arasında yamyassı, soluksuz ama diri kalır. Kentlerin sınırlarının sıkışmış aşk biçimlerinden oluştuğu, tüm hudutsuzluk düşlerinin aşkın kurduğu barikatlarla yıkıldığı doğrulanır; aşkın biçimi olmadığını bilenleri, bildiğini sananları o uzayan, kaskatı gövdesini göstere göstere gezindiği kaldırımlarda, sonu gelmeyen labirentlere dönüştürdüğü kilitli kentlerde yanıltır; işte orada biter kenti kent yapan her şey ve başlar kumullar, ardı arkası kesilmeyen kumul dizileri, çöl olur, kent çöl olur, gerçek bir çöldekinden farklı sahte bedevileriyle azapta bir çöl.."



"ben böyle seviyorum işte

zerafetini, gaddarlığını..

olduğun şairi,
olamadığın erkeği seviyorum

bir zamanlar çocuk olduğun

ve bir gün ceset olacağın için seviyorum"


heloise