eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


O kadar hızlı ki akış, zamanın en küçük birimini an'lar değil de gün'ler olarak algılıyorsun.

Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraya, şarkıya kalbedemiyorsun. Ve sükût medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.
Senin türben kelîmeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. bilmiyorsun ki ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı...

hiçbirşey olmamış gibi yazmak sahtekarlık sanki. daha demin onlarca cümleyi sildin aklında; nedir insanın kendi ifade konusundaki bu ısrarı diye sorarak kendine. çoook uzun süredir yaptığın gibi. şimdi bu soru sorulmamış gibi dümdüz devam edebilmek.. garip?

cevabı var tabii ki, biliyorum tüm cevapları ama doğru bir yere çıkarmayan göstergelerden ibaret bu cevaplar. oysa soru(n) ikna edilmeyi bekler -cevaplanıyorsa.

yaptığı işten hoşnut insanların kendinden emin hâli yok üzerinde. kendinden konuşmak da o denli gereksiz. o sebepten kaynaklı ki; 'm' diyemiyorsun, 'n' diyorsun. iyi de ne gerek var tüm bunlara, oyun işte kendi'n'le oynarken kendi'leri bulaştırdığın.. topla tüm parçaları. küçük bir oda yeter sana. ancak dikkat et, hiçbir parçayı kaybetme. unutma: kayıp bir parçanın oluşturacağı boşluk bütünün tamamını içine çeker. ve bütünden geriye koca bir dünya kalır. kimsesiz.

NEDEN?

Kendimden kaçarken en çok yakalandığım şehirdeyim, Bur(sa)dayım yine... geri dönüşüm... soru işaretlerine, çelişkilere, zamanın sınırlayıcılığına, seçim yapmak zorunluluğuna, anlamaya çalışmalara, anlamaktan vageçmelere, boşvermelere, ama hep kırıkların, kırıntıların üzerine yalınayak yürümelere, "yabana geri geldim"...




Mavi şehir'deyim hâlâ. Ama "yine yol göründü gurbete". Şimdi
"ben nereye gitsem yalnızlığımın başkenti orası" lirizmi yapardım ama hiç havamda değilim. Yüzeyden yaşıyorum bu ara hayatı. -bu arada hayatı yaşamak da ne pis bi kelimeymiş- cup cup cup... böyle sezdirmeden, çaktırmadan sanki, diptekileri fazla deşmeden.. derinlik sarhoşluğundandır belki. mavi-yeşil arasıyım yani, alg kıvamında. uzun metraj rol kesen bi sırıtış yerleşmiş dudağıma, gören de sevgi kelebeği sanıcak. olsun, -mış gibi yapmalara alışkın deli gönül.. ben bu yaz kendimle uzlaşmak mı istiyorum ne..?



Yaz süregitmekte. yaz yaz yaz.. nereye kadar? sonrası ne bunun? hayır isyan tripleri değil, anlamını yitiren onca şeyden sonra anlam aramak da değil niyetim ama yani sorgusuz sualsizim bu ara, ondan belki soru işaretlerine tüneyişim.

kelimatör diye bi oyun var şurda, ona sardırdım fena:




Annemin sardunyaları, evin önüne yeni yapılan çocuk parkı, odamın camından görünen yol hikayeleri, ışık oyunları, vs beni evcilleştirdi iyice.

Bi' de çapraşık bi sürü şey işte, birbirine dolanan, içiçe geçen bi sürü halka. üstelik büyüyüp küçülüyorlar, birbirlerinin içinden geçerken kayboluyolar falan beynimde. araftayım yine. kaoslar, ikilemler nolucakhalim'ler, bu yol nereye gider'ler, yol biyere gitmez'ler, vs...


insomnia ile uğraşmaktayım bi kaç gecedir. no sleep no cry! zerre uyku yok. sessizliğin sesini dinlemekle meşgulüm geceleri. gerçi çok da sessiz değiller ya neyse.(bilinçakışı volume8.)

Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bi' kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. o kelebeğin kanatlarındaki benekler kadar kırmızıyım en az, bu şehrin gözbebekleri kadar mavi.. böylesine renksizken hem de. kızıl döngü işte. ve ben, bu yangın yerinde çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bi' kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını bekliyorum.


Böyle böyle şeyler işte...


Olsun, kurt'arıcım bana uçan balon aldı dün akşam, pamuk şeker bile aldı, ama uçan balonu elimden kaçırdım ben:( olsun dedik, sonsuzluğa gider belki, bunun da bi anlamı olmalı. sonra o hemen fiziksel açıklamasını yaptı: şimdi o belli bi yere kadar uçacak, içindeki x gazı atmosfere karışıcak, belli bi yerden sonra basınca dayanamiycak ve boomm! rengahenkti bi de, oysa ben onu odamın başköşesinde ağırlayacaktım, bühü.



denizle k'ankardeş olduk bugünlerde, gayet uslu, durgun ve sıcak kendileri. bi'de yosunlar ve denizanaları yüzünden gül-diken kombinasyonları yaptırmasa bana, tam süper olucaktı.. olsun, güz'el yine de..


ama bi süre görüşemiycez maviyle, çünkü yine Bursa yolları göründü bana, yazokulu zımbırtısı işte. yazokulu bahane, firar şahane..

bugün biri bana dedi ki; "şarkıların saçları yok, okşayamazsın.."


ben de en kırmızı şarkının orta yerinde parmaklarımla t'aradım rengimi, ebruli oldu her yer; biraz gerçek, biraz rüya...


"Ben başaramıyorum kırmızı. Hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım. Bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim.Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım..."(Umay Umay)


boğuk ve zehirlerarası otobüslerde vazgeçtim ayık olmaktan. sarhoşum. ruh sarhoşluğu. zihin, beden b'öylesine ayıkken hem de. yok yok bit^kisel hayat bu. yerden bitme böyle, zencefil kıvamında. bir yerden bir yere gitmek, iki nokta arasındaki uzaklığın bi kol açımı "olmuyor, ne yapsan olmuyor" a denk düştüğü tasavvur edilmez bi göçebe sanrısı şimdilerde. istanbul'dan da uzak hem.
çocukluğun düş bahçesi işte. hay'ellerime küçük gelen
ceviz ağacının gölgesi. kasaba kokusu. haziran'da ölmek

zor arka fonlu. üstelik bostan zamanı şimdi buralarda.

kiraz zamanı.



dünya dillerindeki bütün kelimeleri bilen bir güneş tanıyorum. konuşmuyor. konuşmadığı için de değil, ayrı bir fiil olduğu için kullanmıyor söylemek'i. kadınların gidişini, erkeklerin ellerindeki kazma, küreklerle geride kalışını izliyor hayatın aralığından. bense ilkyaz'a tutkunum yaprak dökümünün alaşağı olduğu bu yerde..oysa ellerim...bi tek onlar aşina güz yanığına..




ama işte bir de hep, yine küçük iskender ki:


"1. Denizimin içinde ince ürkek bir elmas üzerinde sopaya serilmiş bir nota şans eseri dali'nin unuttuğu. ve kan lambanın sesi biraz cam eh işte yaşadığım bu sadece ama


-inanın-


düşlerim daha mavi, daha parlak üzerinde düşünmek yoruyor şimdi, şimdi düşlerim susuyor.

Lavanta kokulu okuduğun bu prolog, eskimiş bu korku gibi yitik bir leke rahat ettirmez suskun bir ruhu, utanır idamı unutulmuş bir

mahkum gibi ölüme aç nasılsa tanrılar tanır ve izinsiz bir öpüş gibi unutmak nasılsa ölüm yanılır.

-bil ki koro-

oyunun üvey çocuğudur, şimdi çözül lalelerin dökülsün, kaybolsun rol, sussun tirad, dursun oyun, sen soyun. soyun ki bu ucuz bedenine ölüm olsun suskunluk gülüşün, yanık lastik kokusu. hadi sökül unutma. ilizyonu kır. sanma. umma nasıl olsa ayna seni anlatır.

Uyu peki artık uyu. susmak akıtmaz kanını.

Silah geçmez düşlerinden

Ölmek acıtmaz canını"


...

Hayallere ipotek koyan şehir değil,

bize İstanbul yakışır...


dıp dıp dıp...


damla damla böyle...


yerin en dibinden, böyle 77 kat falan..


"burası boy" dedim, onu bile duyuramadım. hayır beklenen bi şi idi de, yüzeye çıkmiym diye başıma basılması zor oldu biraz...


arada bi ölmedim derim işte. bi haftalık tıp.

iş resmen kendimi ispat inadına dayandı. kendimi kendime ispat. sancılı olsun, bizim olsun. son dakikacılık bu. yıkıp yeniden inşa. dank ediş. dannnnnkkk.


idrak.


gitti hep zaya...


____v^V'v^vvVv^v'VvV^v____Vv'Vvv^VvV'v^Vvv________________





gawain nickli blogger'dan alıntıdır.


çıldırmışsınız siz


"söyleyin ben deli miyim?" diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. "söylesenize! delirdim mi ben şimdi?" yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık.önüme konan tabaktan sulu ve kıymalı bir şeyler kaşıkladıktan sonra çayımı, kekimi ve tekelden sigaramı alıp odaya kapanışım her zamanki gibi en fazla beş dakika almıştı. üstelik bu süre gün geçtikçe kısalıyordu. evde geçirdiğim saatlerin neredeyse tamamı bu beş metrekarelik odada harcanıyordu. bu kadar süre odada ne yaptığım meçhul kalsın. ama kayda değer bir şeyler olmadığı kesindi. takıntılarım ve rutinlerim hat safhasına ulaşmıştı. saçımı kıvırışım, ayağımla müzik çalmasa bile ritim tutuşum, mouse'a beş saniye aralıklarla anlamsız basışlarım ve ekranında okunacak, izlenecek bir öğe olmayan monitördeki kadrajlara saatlerce bakışım. dahası volta atıyordum. sürekli kapıyı kontrol ediyordum. müzik artık kulak kirim olmuştu, çoğu zaman duymuyordum bile. başım çöplük. iki kelimeyi bir araya getirmeme mani olan dil bozuklukları. anlam ve bağlamı idrak etmede zorlanan konsantrasyonum. bundan bir buçuk sene öncesi. aylarca süren kafkaesk bir süreçti benimkisi. allahım, nasıl bir bela, nasıl bir sürükleniş. resmen deliriyordum! ama deliren bir insan delirdiğini anlar mıydı? delirmenin farkındalığı varsa o delilikten sayılır mıydı? o zaman delirmiyordum, abartmanın lüzumu yoktu. sadece canım sıkkındı işte o günlerde. ama dediğim gibi, garip bir süreçti benimkisi.ne sağa ne de sola kayacak. çizilmiş bir sınırdan burnunu dahi çıkartmayacak bu aklın yörüngesi. bir daha oraya oturtmak çok güç çünkü beynin içindeki dünyayı. kendimden bahsetmiyorum şu anda. hem delirmeyip, hem de sanırım deliriyorum, ah ben çok deliyimdir demenin verdiği haz aşikar, ya da delisin denmesi. vallahi sen delisin! oh biraz daha söyle. çok mutlu oluyorum. hayatın normal kısmında top koştururken anormalden de bal toplamak beni çıldırtası bir zevke boğuyor. ama bu değil ki? benim bahsettiğim pseudo bir delilik değil ki? hani yolda yürürken görmek, göz temasında bulunmak, dokunmak, konuşmak istemeyeceğiniz karanlık tarafın paçoz savunucularından bahsediyorum. gerçek ve saf delilerden. çünkü gerçekten deli onlar. fahişe, sapkın ve katillerle aynı gölgeleri paylaşan diğer taraftalar. nerde ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını hiç bilmediğimiz görünmez insanlar. geçirdiğim o tukaka sürecin şu anda ne kadar farkındaysam deliliklerinin o kadar farkında değil onlar.evimizin aşağısındaki dik yokuşu bir tırmanır bir inerdi mesela yavuz. üstünde somon rengi bir pardesü. elinde kalın ama hafif bir asa vardı. durmadan inerdi, durmadan çıkardı. üsküdar'ın penguen teyzeleri adamdan istifade eder, elindeki pazar poşetlerini yokuş çıkarken ona taşıttırırdı. annesini tanırdık. kadıncağız evladını kollamaktan çökmüş, bitap düşmüştü. ilgilenmiyordu artık. yavuz benim tanıdığım ilk deliydi. çocuk aklımla ipe sapa gelmez konular konuşur, zaten bulanık aklını daha da bulandırırdım adamın. zararsızdı, ki tanıdığım hiç bir deliden hiç bir zarar görmedim henüz. yavuz daha kırk yaşına gelmeden ölünce tüm bülbüldere eşrafı camiye akın etmişti. yavuz'un cenazesi ufak çaplı turgut özal'ın cenazesi gibi olmuştu. ağlayan yoktu elbet, ama üzülen vardı. en çok ta penguen yürüyüşlü teyzelerin canı sıkılmıştı. yokuşun yürüyen merdiveni bozulmuştu çünkü. poşetler öksüz kalmıştı. ama ismail’e değil pazar poşeti, bir mısır koçanı taşıttırmak bile imkansızdır misal. çünkü ismail tanıdığım en karakterli ve en zeki delidir. delilik kariyerine hızla devam eden, üsküdar'ın altını üstüne getiren bu adamın öyküleri saymakla bitmez. kendisini ilk görüşüm geçen senenin sonbaharına rastlar. sekiz kırkbeş dersi için yedi buçukta yarı baygın evden çıkmış kaldırımdan iskeleye doğru akarken buram buram ızgarada istavrit kokusu aldım. sabahın yedi buçuğunda ne istavriti demeye kalmadan köşeyi dönmüştüm ki ismail'le ilk kez karşılaştım. adam kaldırıma bağdaş kurmuş, yağ tenekesinin üstünde istavrit pişirip yiyordu. ama göz hakkının bilincinde, gelen geçene de rızkını ikram ediyordu. neydi bu şimdi? şaka olamayacak kadar gerçek.. işte ismail'i ilk bu şekilde görmüştüm ben. daha sonra belirli aralıklarla rastladım hep. çarşının ortasında beyaz peynir, karpuz, ekmek yerken şarkı söylüyordu bir akşam. ya da boş bir televizyon kolisinin içine girmiş, caddenin ortasında trafik polisliği yapıyordu bir öğle vakti. iki haftadır görmüyorum ama kesin bir yerleri karıştırmakla, bir kalabalığı afallatmakla meşguldür kendisi. ama ismail'in deliliği yavuz gibi naif değildi. adam -bana göre- işin biraz şovundaydı hep. ben deli olsam kesinlikle yavuz gibi olurdum. daha içine kapanık, daha sömürülen, daha hakkı yenilen, daha tinsel bir imaja sahip. oysa ismail extrovert'liğin doruklarındaydı desem yeridir. ama daha eğlenceli olduğu kesin. zaten hem renkli hem de bilge bir deli profili olamaz kanaatimce. mahallenin muhtarları'ndaki toplumsal mesaj verip direksiyon sallayan hasır şapkalı deliyi muaf tutuyorum. gözümde deli ziya'nın o upuzun ve pislik dolu ayak tırnaklarından biri olamaz. ama gerçekten bir deli ya çok boştur, ya da overload olmuştur. o tam takır kuru bakır, boş taraftan gelen fevri hareketler ve fazla yüklemeden kalma dünya bilgisi tek vücutta yekpare olamaz. olmamalı. bu değil ki delilik. ideal deli diye bir kavram yok ki?michel foucault deliliğin tanımını "mistisizmin ve inancın birleşimi" diye açıklar. biraz açarsak: mistik olana ikna olma, gerçek olmayanı gerçek sanma, fantazyaya inanç duyma. işte tam da bu noktada konu mankeni olarak sahneye eminönü belediyesinin kadrolu delisi başkan geliyor. adamın adı yok, kimse bilmiyor. eminönü'nün binlerce esnafına göre onun adı başkan. çünkü başbakan olduğundan çok emin. kendini napolyon sanan deli imajına benzer bir haldedir bu amcabey. haftanın bir kaç günü çiçek pazarı'dan bir başlar dükkan dükkan dolanmaya, mısır çarşısı, tahtakale, sultanhamam, mahmutpaşa, mercan, çemberlitaş, nuruosmaniye, gedikpaşa derken tüm ilçeyi dert dinleyen bir başkan edasıyla dolaşır. tüm ilçe esnafının gizli bir mütabakat imzalamış gibi adamı başbakan'dan farksız bir şekilde pohpohlayıp ağırlaması adamcağızın delilik tüneline sürülen yağ görevi görmüş, başkan ikna olma yolunda hızlandıkça hızlanmıştı. bu saatten sonra sen delisin! diyen biri onun için muhalefet liderinden ötesi değildi. hadi oradan! diyip konuşmalasına devam ediyordu. girdiği her sokakta alkışla karşılanıp tam ortaya bir sandalye koyuluyor; başkan, eline tutuşturulan mikrofon görevi görecek her hangi bir cisimle (marker, tornavida vs.) hop diye konduruluyordu o sandalyeye sonraları. iş iyice çığırından çıkmıştı. başkan arkadan gazı alıp coştukça halk ta tezahüratlarda bulunuyor, başkanı alkışlarla yaşatıyordu. bir sokağa başkan girmişse o sokakta alış veriş yapmak yarım saatliğine imkansızdı. "mistisizmin ve inancın birleşimi" tanımını ilk bu adamda gördüm işte ben. dükkan dükkan dolaşıp seçmenlerinin elini sıkarken göz göze geldiğimizde ben de diğerleri, o aydınlık taraftakiler gibi elini sıktım onun iki üç kez. ve yine onlar gibi pis pis güldüm bunu yaparken. utanıyorum şimdilerde..saçı sakalı birbirine girmiş, pejmürde deli imajı vardır hani. deli deyince akla bu gelir. halbuki benim kenan haricinde böyle bir tanıdığım olmadı hiç. sadece kenan'ı manisa tarzanı'na çevirebilmişti delirme süreci. ama adamın çöküşünü simgelemekte bu avarelik bile eksik kalırdı. tipik bir ortaçağ dramı, ya da antik bir trajedi, ya da ediz hun filmi gibiydi adamcağızın hayatı. epeyce para pulu ve mutlu bir yuvayı ihtirası ve hırsı yüzünden kaybetmiş, toplumun çimenli taraflarından karanlık çamurlarına gidiş bileti kesilivermişti. kenan amca yakışıklıydı, hatta çok yakışıklıydı. parkın önünde tir tir titreyip ısınmak için altına işediği o en mide bulandırıdıcı halinde bile yüzündeki o jönümsü güzellik görülürdü sakalına rağmen. yeşilçam filmlerini hatırlatırdı bana kenan amca. sanki sevdiği kadın gelip onu bu bataktan kurtaracak, üstü açık arabalarına binip kocaman seksenler gözlükleriyle şarkı söyleyip gözden kaybolacaklar gibi. ama öldü. bir kış gecesi parkta soğuktan donarak yakışıklılığına son verdi. onun filmi mutlu sonla bitmedi ne yazık ki. tıpkı yasemin teyze'nin sonu gibi. selamsız'da geçen çocukluğumun önemli bir sahnesidir yasemin teyze'nin inziva sonrası sokağa çıkışı. oğlu, dandik sit-com dizilerinde oyunculuk yapardı bu kadının. ama bir gün meşhur olacağını, onu bu köhne mahalleden kurtaracağını düşünürdü. oğlundan başka kimsesi yoktu ki çünkü zavallının. ama çekimlerin yoğunlu mu diyelim, annesini ve evini kendine yakıştıramaması mı diyelim, bir şekilde koptu gitti evladı kendisinden. yaşadığı eve geçici gözüyle bakan, komşularına ballandıra ballandıra oğlunu anlatan, günün birinde pırt diye sosyal statü atlayacağından emin olan bu kadın da foucault'un tanımına parallelik gösteriyordu. ama gitti dönmedi oğlan. uğramadı bir daha o mahalleye. yasemin teyze de kimselere çaktırmadan gözden kayboldu bir ara. yazın başıydı. çoluk çocuk hep dışarda. sonra bir gün kapısı açıldı kadının. ama gördüğümüz o değil, güpegündüz bir cadıydı. söyleyin ben deli miyim? diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. söylesenize! delirdim mi ben şimdi? yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık. o da başkasının vicdanına pek muhtaç değildi zaten. bir hafta, sokakta dizleri bel vermiş pijaması ve ıslak terlikleriyle onca insanın içinde dolaştıktan sonra evinde ölüverdi. o gitti ya, sokağa sinen sidik kokusu artık dağılıp uçuyordu. sokak yine dut ve incir kokuyordu..şimdi yüzümü aniden kameraya dönüp mesajımı veriyorum müsadenizle. herkes sana deli mi diyor mesela? ya da bazen delirdiğini mi düşünüyorsun?e, yalan!!çünkü sen deliysen, benim tanıdığım delilerin sadece canı sıkkındı bir dönem.