eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Bilenler bilir; "bir çiçek yılı sonra" diye çok eskılardan bir albüm var; "murat özyüksel" diye bir adam var, içinde deli işi şarkılar var, ne yapıp edip, edininiz bir yerlerden, kendinize bir iyilik yapın ve bu şarkılardan yoksun kalmayın; güzel bir pazar sabahında dj iniz.. öehh.


bu sabahki mutumsu şımarıklık dalgalarının sebebi uzun bir aradan sonra tekrar Bursa'da olmamdan, tadı damağımda kalmış öğrencilik hayatının güzelliğini bir kere daha temize çekiyor olmamdan, İstanbul'daki mutsuz suratlardan sonra Görükle'deki cıvıltılı öğrenci populasyonu ve arkadaşlarımla eski günleri yad ediyor olmamdan kaynaklanıyor, evet, heleloy.

yok yok geri dönerim ben bu şehre, "bir çiçek yılı sonra" yı bile bulmaz belki..

demişti biri zamanında; "bir şehri neden sever insan?"..

ama yani dinleyin siz bu albümü muhakkak, her bir şarkı birbirinden büyülü ve orijinal, daha önce neden keşfetmediğime hayıflanıyorum ben de, ama şimdi kendimi Bursa sokaklarına atıciim ve geçicek hepsi. hayıf.


p/s: albümdeki güzel şarkılardan biri de "günaydın sabah" ...

sözlerini de yazayım da tam olsun; ehe:

kiminin adını sildik defterimizden
kimi oyalı yazmalarla dolandı boynumuza
açtık açıktık sarmaya hazırdık ki
iki kucakla
yine de
ya biz geç kaldık
ya biraz erken geldi.
beklediğimiz,
beklediğimiz

günaydın sabah,
adını sildiklerimiz
günaydın sabah,
yanı başımızdaki

sevda, sevda, sevda


...

".. çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde, ayakkabıları sürekli delinen biriyim.."


o değil de; denge diyorum, önemli bi' şey. renk diyorum, duruş diyorum, tavır diyorum.. ya öyle; ya böyle.. olmalı mı olmamalı mı? hayal burukluğu diyorum..

şirket hayatı, ofis çalışanı, plaza insanı kimliğimden bi süreliğine sıyrılıp gidiyorum diyorum..

sabrımı deneyen sen ey sebep; sana geliyorum diyorum.. derdim çoktur hangisine yanayım diyorum.. istanbul bana neler ettin diyorum.. gurbete kaçazaim kuzum, cam kenarlı otobüslü yollu duraklı bir yazı döşeneceğim sonra, oradan da gideceğim, gittiğim yerlere geri döneceğim.. diyorum. gitmekle yazgılıyım, dönmekle sonra.. bi' gün benim de bi' istanbulum olucak diyorum, ama böyle değil. istanbul bu değil. hani taş toprağı altın istanbul? diyorum..

çok bile diyorum aslında, çok bile dedim, dedim de ne oldu.. diyorum.. uzayıp gidiyorum..


her şey aklıma gelirdi de, istanbul'da iken bursa'yı böylesine özleyeceğim?..


bursa yolları görünüyor yarın.. ne güzel.. ne güzel..
(orman ne güzel, ne güzel melodisi eşliğinde)


niyeyse, eskilerden bi' karalama, rasgeldi, paylaşılageldi. ezginin günlüğü-dut ağacı eşliğinde okunursa, ne güzel olur?


mayıs sıkıntılarının, kasaba meyhanesi gibi mutsuzlukların takvimlerden kendine yeni yeni yapraklar kopardığı yıllardı, güneş bile henüz alışkın değildi çocuk gölgeme hüzün vurmaya, ben; arka bahçe sürgünüydüm o zamanlar, sadece orada yer bulabiliyordum maydanoz kokusuna, sadece orayı mesken biliyordum ilkyaz akşamüstlerine, "akşamebesikilit" koşuşturmalarına sadece orada geçit veriyordu "dışarısı". sokak, kirliydi çünkü, sokakta insanın başına her türlü kötülük gelebilirdi, sokak, "çingeneler zamanı"ydı mesela, başıboş köpekler mekânıydı, en iyisi biz arka bahçede kalalımdı...



"arka bahçe" üç tarafı betonlarla çevrili tüm iç acıların toplamıydı o zamanlar ve biz, komşu çocuklarıyla orada kendimize yeni oyunlar icat ederken, belki yalnızca bir işe yarayabilmeyi, köşedeki dut ağacının tepesinde kendimizi bir şey sanmayı-in oradan, -düşeceksin!- ağacın cetvel tanımaz dallarına tutunarak öğreniyorduk. sonraları keşfedecektik bunun takdire şÂyan bir yanı olmadığını, ama olsundu, neticede dikenli tellerine ben'cilik oyunlarını kanattığımız küçük bir sınır ihlâliydi orası. dut topluyorduk ağaçtan, en yükseğe tırmanan sallıyordu dalları, yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesiliyordu ve yerlere düşenleri toplamak hep, rüzgara düşüyordu, bir de kedilerin bile yüz vermediği kapıcının yaşından çok daha küçük gösteren oğluna... en çok onun renksiz,(sarı?) yüzündeki o ağlak ifadeye üzüldüğümü hatırlıyorum o zamanlar, yediği dayakların içime attığı kesikleri biraz olsun hafifletsin diye ona yardım etmeye çalıştığımı, annemin ezan sesine karışan eve çağrılarını, annemin dut sevmediğini ve annemin acaba benden başka bir şeyi sevmediğini mi düşündüğümü... ateşlenirdim çokça, yaz süregitmekteyken ve ben hastalandım diye cezalandırılırken, arka bahçeye bile çıkamazken, mutfakta oturup dut ağacının yapraklarına kim bilir neleri asarken, pencereden görünen avuç içi kadar denizi "mavi"ye denk tutmaya çalışırken, içimde hep o sürgünün körebe yalnızlığına çareler arıyordu çocuk gözlerim. dut ağacının damağımda bıraktığı o kekremsi, o zemheri tat bundandır belki. hep bir mukayese çabası işte, bir tarafta yitenlerin muhayyel dökümü, diğer tarafta geçmişin, siyah beyaz zamanların gerçekçi fiil çekimleri...


bu bir özgürlüktü aslında belki, değil mi ki kimselere söyleyemediğim altı çizili satırları arka bahçelere hapsederken, orada sadece kendi hacmimden ibaretken, benim olan, aidiyet duygusuna hâsıl olan bir şey vardı işte. bütün cümlelere yetecek kadar nokta, bütün virgülleri tamamlayacak kadar sözcük, bütün özneleri boyayacak kadar "dut" vardı orada. ve yeteri kadar karalama. onun için, çocukluğumun, üzerinden çok okuma geçmiş nüsha temizlerine değil, arka bahçelerden, sürgünlerden, yasaklardan, uzaklardan ibaret müsveddelerine talip oldum hep. dut ağacı o müsveddelerden biriydi işte, pamukhelvası akşamüstlerinin yakasına iliştirilmiş bir n'azar boncuğu zihnimde...




sonra o dut ağacını kestiler. yaşlıydı, kurtlanmaya başlamıştı, dahası dut falan da vermiyordu artık, kurumuştu işte. annem, umursamadı, içimde ne denli bir boşluk yarattığını hiç bilmedi o dut ağacının, zaten dedim ya, sevmiyordu onu... ivmesi giderek artan düşlerin karanlığında, çocukluğumdan düşen yapraklar bir bir sararırken, ki ben de artık büyümenin o mevsim değişikliği kökenli kırıklığından, kabuk bıraktıran tehlike anı korkularından geçiyorken anlıyordum yavaş yavaş;


"meğer ateşli bir hastalıkmış hayat... "

yaralı bir arıkuşu. ve güneşli havalarda da uçmak zorunda kalan yağmurkuşu ölçeğinde...


bir yerden bir yere, bir vakitten diğerine, bir ovadan bir dağa tepetaklak, sırtüstü, sereserpe düşüşen zaman kırpıntıları.. hani; gazete sayfalarından çeşitli fontlarda, stillerde, renklerde ve ebatlarda kestiğin harfleri bir kağıda yapıştırıp, anlamlı cümleler oluşturmaya çalıştığın bir mektup kağıdı gibi istanbul.. tüm bu karmaşa, tüm bu kalabalık, tüm bu yağmurlar bu otobüsler bu duraklar bu martılar bu sabahlar bu akşamlar tüm bu yüzler bir zarfa pullanır mı, hangi şişeye sığdırır da göğünü bu şehir; hangi ^ıssız ada'm^ ın hangi kıyısına vurur kendini; kimin gücü yeter açıp okumaya, kimin lugâti; anlamaya..?



-mektupları şişedeyken, bir de bakmış deniz yokmuş?-

hissedebilmek için öncelikle sığılacak/sığınacak bir yerin olması gerekiyor. kendini bir yere oturtmamışken-yersizken-her yerde olabileceğini sanıyorken hiçbiryerdesin. hiçbiryerde olmanın hiçkimliğe-h/içliliğe çaldığı bir tepe.. hiçbiryer/deliğin sonuna yaklaştın. bir yer seçip sığınacak ve ayak bastığın müddetçe senin olacak o yerden çıkacaksın yola. senin olan sen olduğun o yerden baktığında eseduran rüzgarlara, hissedebileceksin her notasını zamanın. sonra o tepeden yuvarlanıp aşağılara karışacaksın zamana. döneceksin sulara..


sonra sonra sonra.. sonra diye bir şey aslında belki de hiç yoktur. tarih dışıdır sonra..

yoook yok men heçem, men yalanam..


hani taşıyamayacak gibi olunca, hani “altta kalanın canı çıksın” oynarken eklem yeri gibi sakat bi' yere ağırlık biner de üsttekiler tepinirken ne ses çıkarabilirsin, ne dur diyebilirsin, ne kurtulabilirsin, öylece geçsin diye beklersin, hah, işte ben çoğu zaman beklediğimi hissediyorum.


belki de o kadar acımadı da sırf poz olsun diye? pekâlâ mümkün.

* * *

koşuyorum büssürü, sürekli, mütemadiyen; dur diyene kadar.. biri.