eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Gidip de dönülemeyen şehir.. Geri dönüşleri özlenen şehir en çok.. Köprülerinden atlanılamayan, araba altlarında kalınamayan, maganda kurşunlarına hedef olunamayan, iki arada bir derede boğulunamayan, anlatılamayan, tasvirsiz, betimsiz, bitimsiz şehir.. Su perisi illa ki..

İstanbul bana hiç yamuk yapmadı derken, beni hiç üzmeyen şehir derken, bana kendini hep pembe gözlüklerle gösteren zehir.. Aynı derede onlarca kez yıkanılan, üzerine yıkılan onlarca ağırlığa rağmen altında kalınamayan, altından kalkılamayan nehir..






İstanbul'da yaşamaya başlamanın ilk adımını atmak üzere evden çıktım birkaç gün önce..

İş görüşmesine gidiyordum ve dakka bir gol bir, evet bildiniz, cüzdanım çalındı, yokoldu daha doğrusu, çalındığına dair hiç bir belirti yok.. Ne çantada bir hasar var, ne de çantanın fermuarı açık.. 5 dk içinde yokoldu, düşünün artık profesyonelliği.. Tahmin edersiniz ki "hayatım kaydı"," her şeyim gitti", gibi arabesk cümleler kurmaya meylettim ki sonra Mahsun Kırmızıgül'ün suratına kamyon çarpmış ifadesiyle "yıkılmadım ayaktayım" tavrı sergiledim. "Ulan İstanbul" bile dedim, kayalıklardan denize bakan adam melankolisiyle, "seni yenicem" dedim. "Neden geldim İstanbul'a" demedim ama.. Aynı gün içerisinde -kayıp cüzdanım için karakola tutanak tutturmaya giderken- küçük bir trafik kazası tehlikesi atlattım. Karakolu ararken girdiğim arasokakta hızlıca köşeyi dönen aracın, koluma çarpıp hafif bir sıyrıkla beni "çizmesinden" hemen sonra, "pardon abla eıgheıh" diyen sarıdişli şoföre korna diye bir şeyin varlığını izah etmeye çalışırken basıp gitmesinden hemen sonra yani, "olsun" dedim, burası İstanbul.. Taşı toprağı sarı altın dişli.. Ve ertesi gün hala cüzdan ile ilgili arama-kurtarma çalışmalarından dönerken, yanımdan geçen bir adet doğan görünümlü şahinin içindeki kimliği belirsiz şahısların attığı bilmem kaç el silahla irkildim, asker gönderiyormuş gençler, arabanın önünde kocaman bir türk bayrağı vardı.. -irkilmek garip bir kelime, irken kim?- Memleketimden isyan manzaraları, yapmasalar, "olmaz bize bundan Polat" diyecekler.. -"alemdağ'da var bir yılan.."

Beni sınıyor sanırım İstanbul, "dur bakalım öyle kolay değil, hazır mısın bana, yapabilecek misin" diyor..
Desin, kolay vazgeçeceğim düşünülemezdi herhalde, hele İstanbul söz konusuyken..

Ve 2 günlük gecikmeden sonraki iş görüşmesinden sonra Bursa'ya dönüşte de yine bir sürü aksilik, otobüste yanıma oturan almancı Naciye Teyze'nin hayata dair hikayeleri.. Almanya'nın nasıl da kolay yaşanır bir yer olduğu, insan hayatına verilen önemin hoşluğu, ama yine de insanın memleketi gibisi yokmuşluğu... Benim böyle bir teyze koleksiyonum var zaten, otobüstekiler için "anlatsam roman olur", apartman yengeleri için daha baharat çeşnili, kenar mahalle bacıları için daha dramatik, pastoral; sosyetik dip boyalı fahriye ablalar için daha şiirsel imgelerle betimleyebileceğim rengarenk kadın tiplemeleri.. Yapılmışı var gerçi, Murathan Mungan'ın son kitabı Kadından Kentler'i edindim, il il öykülemiş kendi..





Aksilikler diyordum; romantik komedi filmlerinde bu sahneler bilindiktir, kahramanın odasında asılı posterin dört köşesine, bir de ortasına yapıştırdığı bantlardan iki karşı uçtakinin kopmuş, posteri de köşelerden sarkarken görürüz öncelikle.. Ters giden bir günün düpedüz lanetli olduğunu seyirciye hissettirmek için, tam kahramanın gözünün tekrar postere iliştiği sırada, o son bant da kopar.. Benim genel olarak ters giden şeylerle ilgili yazmış olduğum bir tezim vardı zaten, ihtisas alanım bu; ama hala posteri tutan bir bandım vardı, baş harfi İstanbul'a denk gelen... -"hem yarabandım, hem yaram.."







Bursa defterini kapatmaya çok az kaldı; İstanbul'dayken Bursa'nın rahatlığını, özgürlüğünü, birbaşınalığını özlemek, Bursa'dayken İstanbul'un rüya yanlarını düşlemek, ah bu ben kendimi nerelere koysam-mak..
Dönüm noktasındayım, f(x)=y---> x'e ne değer verirsem vereyim, y hep aynı, ben hep olmazlarda, hep çıkmaz sokaklarda.. "kalbim"... Hep bir başkasının gözlüğünü takmışçasına eğreti yürümek, yeri olduğundan yukarıda görüp, yukarılara adım atmaya çalışmak, sağa sola yalpalamak, çizgilere basmadan yürümeye yeltenmek.. Ama sonra çizgileri bile görememek, kaybolmak.. Hep aynı yaraya bıçak döndüren bir keskin sızıya bilenmek, geçmişten özlediklerinle gelecekteki düşlediklerini aynı kurşuna hedeflemeye çalışırken, "an"ı ıskalamak, rengarenk balonları vurmaya çalışırken, denizi yakalayamamak..



Şimdilerde aklımda hep aynı dize, "insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır.."

Ya da; hani o hep aynı katil-maktul öykülerinin fon müziğinden bir arases, "seni yaralar, kendim kanarım.."

Ki; bilenler bilir, "katilim yoktu, katilim çok.."


Bi' yerlerde bi' vapuru kaçırmışlık hissiyatı hep, tren rayına sıkışmış ayakkabı düşüncesi, otobüs terminalinde sallanan el, rüzgarda uçuşan poşet, bir siyah-beyaz taş merdiven tasviri ki aklın durur, yüzü kırışmış bir yaşlı adam portresi zihnimde, afrikalı çocuk kaburga kemiklerinin sayısı kadar yaşar mı sonesi, bir uzun ağıtlar, bir sessizlikler ki değme çığlıklara taş..


Aslı'nda ben.. diye başlayan cümlelerin en kerem yerinden kesilmiş benim göbeğim, çocukken çatılara atılan dişlerimin yerine çarpıkları çıkmasın diye dilimi kıstırmışlar sol yanıma, dişlerim kırılmış rüyamda, ölümlere delaletmiş, ölümlere çarpık kendimleşmişim..


Yine sabah olacak mesela, ben finallere çalışmaya başlayacağım, yaşamsal zorunluluklarla günü geçireceğim. Bilmezden görmezden farketmezden geleceğim. Biliyor da renk vermiyor olacağım.
Göz kırpacağım bir nevi iki nevi çok nevi- zade. Çaktırmayacağım. Ben kötü olacağım tüm bunlar için, anlamıyor olacağım, iyi kimin adı? Almanlar yenilince ben de yenik sayılacağım. Yanına kalmayacağım. Ah olup çıkacağım, ahkolik olacağım.. Sonra bir daha.. sonra bir daha. Kal'p masajı yapacak birileri bana, hadi diyecek. Geri döneceğim. Hat-trick yapacağım. Gol kralı olacağım. Metafor yok. Artık skor yok. İnleyecek buralar. Haketmiyor olacağım. Hakediyor olacağım. İçinden kalp geçen oklar çizip, seni yaralayıp, kendim kanıyor olacağım. Altından raylar akıtacağım. Üstünden geleceğim bunların da. Sen sussan, duyuyor olacağım. Bir gün sana gösterip, "olmuş mu" diyeceğim. "Süper" diyeceksin. Ben ağzımı bozacağım. Ağzını bozacağım. Mektubumun..

Ona kadar sayacağım, düşmezse görebileceğim, düşerse bir daha göremeyeceğim. (bir) gözlerimi açacağım (iki) dün geceki rüyayı hatırlamaya çalışırken, aslında bunun tamamen benim sanrım olduğuna inandırmaya çalışacağım kendimi (üç) işte tam o sırada, gözlerimi yukarı hışırtının geldiği yere çevireceğim (dört) Moda açıklarında gün batımı havada iki zig zag çizerek (beş) tam da benim üzerime değil, daha az dramatik bi yere; yatağın üzerine düşecek.. (altı)

...

Ha bi' de bu arada niye ki doğdum..

dar heji rôke..

incir ağacısın, gam götürensin..

önceleri Mona Roza vardı, ilk o vardı hatta, en çok o vardı..:

"Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları..."




uçurtmayı sormasınlar bana, karakabusları hayra yormasınlar, ömerdayımıngözleriyasmaviydi; yüksek yüksek egolara kız vermesinler bile hatta.. ben de kısık gözlü bir tiran olarak, yaban incirlerinin ağdalı kokularını içime çekerek bir kenarda oturayım: düş bahçesinin arda boylarına mavi oyalı bir mendil tutuşturarak; çivit! dörtbindefalaciverttigözleri..

incirden düşeni cin çarpar, gök dolunayda büyür, it ürür, kervanlar yürür....

"alçakgönüllü görünme, öyle sanırlar" cümlesiyle övünçten yoksun bir şekilde yürümüş ve sonra dağılmış kendi alçak dağlarının kenarında belki de bu "inci inci kim birinci?" kervanının heybetli tüccarı. incitmeye varışlı yolculuklarda, "hayırlı seyahatler" dileyen bir muavine sahip otobüsün kaptanının kızıdır belki kendisi... bilemiyoruz... ancak, çok incinmiş orası kesin, keskin kahkahasında istiridye kesikleri... düş'erken ne beklenir ki?

ben çocukken, yani ben eskiden küçükken, hatta daha o zamanlar olric bile varken, ağaçtan kopardığımız incirin o tam kopan yerinden beyaz bir sıvı akardı, incirle eline koluna bir şey yazıp çizdiğinde jiletle yazılmış gibi orası kabarır, kızarır, yazdığın şey de kolay kolay silinmezdi ordan..

ki; bir çocukluk ki kanadı dizler boyu; ayçiçeği tarlalarına giderken mezarlığın önünden geçilir, mezarlığın önünden geçerken dualar okunur, -hiçgirmedimomezarlığa- dualar okunurken gözyaşları yaşmakla gizlenir, -yaşmak bu kurtlar sofrasında belki zor-, g'izlenirken görmemiş gibi yapılır, me'zar taşları hep hilelidir, hÂlelidir önünden geçilenin gözleri; hatra düşer, ziyan olunur.. elham'ı duymaz, kardeşin duymaz, eloğlu duymaz, çocuktuysan bile, ruhu duyar diye belki ancak..



"delibaltalar!


inci, doktor bulamadı ona ilacı.. Hünkar Efendi'nin kızı, diğer adı çiçek; gailelere boğulmamış gibi sanki. oysa ki. ne inci ne de çiçek gibi yetiştirildi. çiselendi, sağanak olmadı hiç, olduysa da olamadı. cenazesine teşrif ettim; mavi oyalı kefene sarmalıydı, tabutun içinde borağan, mavi oyalar derinliklerinde hala gözlerimin. şimdi eyüp mezarlığında, görünce insanın ölesi gelen mezarlık. inci çiçek en güzel yerinde; heryerinde.vurun delibaltalar! eyivallahametısmayıltefikolu diye biri .."

'bugün ayın ışığı' türküsü söylenirken doğdu inci. bütün balıkçılar denize açıldı onun doğuşuyla, adadaki rum kadınları sevinç çığlıklarıyla koşuştular ortalıkta, etekleri rengarenk. çingeneler desen, hepsinin kulak arkasında bir adet karanfil. fonda "sevmek zamanı".. üflediler göğe doğru tüm düşen yaprakları. inci işte, hünkâr efendi'nin kızı, dedim ya tefikolu, inci serpildi güzelleşti, ama içinde bir şeyleri eksikti. kesikti. o öldüğünde seine nehrinin tüm suları kesildi. eyüp mezarlığı'nda, ölesi gelinen yerde, tepedeki çimenlikte, pierre'in çay bardaklarında, aşağıdaki tavşanlarda, bir mezar taşının ardına gizlenmiş şimdi. ikizi var, pek gaileli yaşayan..


-neden burnun uzamadı inci? ay karanlık. maviye maviye çalar gözlerim. sandukaya kapatılmış bir inci gördüm. birinci gelmişti. cigara üstüne cigara yakar. üstüne biçimsiz/şekilsiz inci (yani barok denilen) örtülmüş, ışıldamakta güçlük çeken ve sönmeye meyilli, gölge’nin ilelebet esiri. çini gibi de incikli boncuklu. çocukkenki tüm oyuncakları ellerine batmış kanar, incelikler yüzünden –ah kimsenin vakti yok’ken durup ince şeyleri anlamaya- incildeki bir tanrıça olmaya özenmiş. boğazda düğümlenen hıçkırık. öyle bir narsistlik için, çok şey bilen ve bunu tevazuya uydurabilen bir ince terbiyeden yoksun, tevazüne desen hiç yanaşmaz. incelik için kendisi çok geç. incizapa müsebbip. ve anlaşılamayacak kertede müstebit. kinci bir cin, ukalâ bir kukla terennümü. belli ki incinmiş, ki bu yüzden mi bilinmez incitmeye varışlı. incesazdan bir saz eseri. çelimsiz bir boncuk. incir ağacından düşen deli. sandukadaki inci. cinaslı uyaklar bütünü. halbuki hiçbir şey, en azından deniz ve mehtap bile kafiye olsun diye değil’dir.

- niye uçmuyor inci? - uçar birgün.


yabaninciri, yalıçapkını, gamgötüren.. herşey sıcağı sıcağına.. ama değerse bir gün sıcağım sıcağına.. ihtimal tabi.. saçlarımıseniniçintararım.. inciler olur belki.. iklim akdeniz olur..

Bir sürü bir sürü yorgun ve yoğun ve yorucu günlerden sonra gövdemin sandalyemle bütünleşmesi şerefine kaldırdığım kahve kupamın mor benekleri gibiyim sevgili küllük, yer yer parçalı umutlu.. Önce İstanbul, sonra Tekirdağ, sonra Bursa sonra Uludağ ve sonunda döndüğümde taşını toprağını öptüğüm odama ve buradaki bana ait olan her şeye kavuşma esrikliğinden sonra, sahiplenme gibi ilkel güdülerin içimize ektiği nifak tohumları, esiriniz olmıycam diye hırslanıyorum, kapitalizme saydırıyorum azıcık, devrim yapmaya karar veriyorum. Devrim dışıyım, tüm yaşamsal zorunluluklara ve bir şeyler yapma hırsını kanırtırcasına benden çıkaran aksilikler tanrıçası'na buradan en el değmemiş beddua, küfür ve bilumum hakaretlerimi yolluyor, sıradaki en arabesk şarkıyı kendisine armağan ediyor, el filan sallıyorum hatta.. Zira kendisi Uludağ'daki 4 günlük aiesec kongresinde dÂhi, maximum performansla çalışmaktan geri durmayıp beni ihya ettiler.. İlk gün herkes dakkasında misler gibi odalarına yerleşirken benim yerimin ayarlanmasında çıkan karışıklıktan, eğitimler sırasında uygulanan prosedürlerdeki kargaşanın en önce beni bulmasına, beş yıldızlı otelde sadece benim odamda sıcak su olmamasına, yemek kuyruğunda örneğin bana sıra gelince mantının bitmesine, dağıtılan kalemlerden sadece benimkinin yazmamasına kadar, ve en önemlisi ertesi sabahki ales sınavına giriş kartımın gelmemesi konusunda bana yaşattığı panik hususunda bana (havada) parende attırıp, gözlerimi kıstırıp, kaşlarımı çattırıp hop oturup hop kaldırıp yine beni çığrımdan çıkartmayı başardılar. (şanslısın mı dedi biri?)

oh dear, biz sizi arkanızdan bıçaklamayı çok iyi biliriz de, kendimize kıydığımız kadar kıyamıyoruz size. (bkz: aşk dolu sözler, sevgi dolu sözler, özlem dolu
sözler) ama çok sürmeyecek, mükemmel bir cinayet planlıyoruz, there will be blood! drrraaaainaage, drraaaiinaaage eli! i drink your milkshake! i drink it up! where is your lord eli?!! bizi siz çıldırttınız, bizi siz çıldırttınız, bizi siz çıldırttınız!!!

Herşey bilgisayar dünyasının o matrix koridorlarında (what's up?) böylesine işlemekteyken bana gelince pas tutuveriyor ve "dar alanda kısa paslaşmalar" hissiyatlarına gark oluyorum, daralıyorum, paslanıyorum. Neredeyse her şeyi üç boyutlu yaşadığımız bu teknoloji yüzünden oluyor zaten ne oluyorsa. Teknoloji olmasaydı mesafe diye bir şeyin varlığını bu kadar hissediyor olmazdık, kim uydurmuş dünya küçüldü yalanını, küçüldü de bize mi küçüldü, al işte çapı aynı, hala büsbüyük, içinde kayboluyorum, tam bir nokta kadarım, doğru çizicem diye helak oldum, köprülerden geçtim, sular aştım dağlar geçtim sürekli bad command or file name, kodlar hatalı, düzenekler hatalı, normal şartlar altında hiçbir şey doğru düzgün işlemiyor, beni siz sayısallaştırdınız, beni siz mekanikleştirdiniz! [gucurt]

2046 no’lu odada kendi kendine konuşarak çıldıran kadın. o benim. yani keşke ben olsaydım, aynı o kadının babası gibi babam beni sana vermeyeydi de ondan çıldırsaydım hahaha, ama yok ben başka türlü çıldırdım. alo? evet buyrun ben 2046 no’lu odada kendi kendine konuşarak çıldıran kadın. efendim? yok beyfendi ben sizi ne arıycam, beni siz çaldırttınız! ahahahoho..off.

şimdi bu derece bahtsız bedevi olmam konusunda çeşitli ihtimaller sözkonusu, muhtemelen sınanıyorum ve ne kadar dayanabileceğim konusunda laboratuar ortamında fiber optik kameralarla izleniyor bile olabilirim, gözüne ışık tutulan tavşan ya da her defasında onlarca yol deneyip peyniri bulamayan fare gibiyim, ve birilerinin bana bir yerlerden kıskıs güldüğünü duyar gibiyim. uyar gibiyim. farkında gibiyim. el yordamıyla, sezgiyle..

ya: her şeyi en ince ayrıntısıyla, en derin, en görünmezine kadar biliyorum. [keskin sezgiler company]

ya da: saçma sapan, hiç kafa yorulmayacak şeylerle kendimi yorarak, böyle sanki siyah ekran üstünde akıp giden yüzlerce yeşil kod görür gibi, ordan burdan bulduğum manasız parçaları birleştirerek, feci yanılgılara düşüyorum. [game theory]

sonuç: hangi durum geçerli olursa olsun, hiçbir şey yapmıyorum. [çokomel kağıdının tersinden kesilen yıldızlı beş pekiyi]

sonuç: son uç. atlamak için son şans, bir-ki-üç diyince atlıyoruz haydi hop! [atlamayanları arkadan ittirme garantisi]

bağır: bağırıyorum! anne ben john nash oldum! [julius robert oppenheimer gibi kahırlara boğan bir mutsuzluğun mucidi olmak korkusu, lütfen tüm bunlar oyun olmasın, olmasın, olmasın]

bağır: bağrım n’inci dereceden yanık, bilinmeyenim çoktur, hangisine yanayım..

gibi bişeyler..

yurtdışı ihtimalim kesinleşmekle birlikte, gideceğim yer ve kalacağım süre konusundaki belirsiz sis bulutu ve dahi bilumum "purplehaze" ihtimaller denizinde boğulmaktayken, "auov süfermiş, nereye gidiyosun" insanlarına alnında "eaıhm bilmem daha belli değil" yazılı smiley
gönderiyorum, pembe kurdelalı.. evet onca vazgeçme eğiliminden, kayıp kayıp düşememeklerden, boşlukta asılı kalmaklardan, altı çizili ve de bold neolucakhalimler den, neyapsanolmuyorlar dan, kırım kırım kırılmaklardan, ölüm ölüm gülümsemeklerden sonra, inanacak tutunacak yaşamayı tekrar deneyecek yeni bir umudun pençesindeyim, bakalım.. biri şöyle buyurdu bu hususta: 'kendinden daha kötü durumda olanları, kendinden daha yalnız olanları, kendine kattığın acınası durumunundan daha acınası durumda olacağına emin olduğun insanların bulunduğu yere, bu yüzden gidiyor olmayasın..?'
'kabul görülebilirliğin yok oluşlukla arttığı bir yer hep olduğunu çok zaman sonra farkedip, söylediklerine bu nedeni de eklemiştim gerçi, ...'

hmm dedim, sustum..



Adalet mülkün temeli değil, olsa olsa bir kız ismidir, bu yazıyı yazmaya başladığım ağır sıklet gece itibariyle uzun zamandır hiç bir şutun gol olmamasını başka bir cümleyle açıklayamadığım için, asliye makamından bunu bir özür olarak görmesini rica ediyorum.. Bilirsin ki bazı pozisyonların tekrarı olmaz "hakeme gözlük" ya da "bebelere galon"; çin'de deprem, 12 bin ölü, çoğu ilkokul öğrencisi, hakeme gözl.. Daha önceki tüm anahtar deliğinden gördüklerimi, daha önceki tüm kapı açışlarımı, daha önceki tüm otobüs duraklarımı red ve inkar ediyorum, diyeyim sen anla. Ama "şimdi yap" desen, imkanı yok yapamam.. adalet mülkün temennisi..



Bilirsin mesela sol elinin işaret parmağıyla baş parmağı birleştirilerek halka yapılır, o halkanın ortasına gül yaprağı konur, sağ elin avuç içi diye tabir edilen düzlüğü bu gül yaprağına hızlıca indirilirse "gül patlar" ya.. Ben bunu 9347836. denememde fizik dersinin en gergin safhasında başardım sene 1876.. Nilgün hoca bir gün bir yerde karşılaşırsak bil ki kırgınım sana, kanaat notunu o kadar kırmaya değer miydi hem fena bozmuştun takmıştın bana sen.. Nihayetinde "gülün bittiği yer"deyiz bak. O kahrolası gül yaprağı hadisesi bir nevi "saman alevi" imiş. Hem ne yağmurlar, ne güller, "ne bahçelerden çiçekleri çaldığım"lar bekledi beni o lise bahçesinde; hala şiveliyseniz hatta, "saman elevi" be hocam..


ama işte yine de bak bahar..

"..ve teraslarda Leonard Cohen dinlemek en çok mayısa yakışırdı.."


ama bu şehirde bırak terası, kendimizi atacak bir köprü bile yok işte, umayca "yok yok", şafakça "araf", ya da "yok karşılığı
yüzünün.."
vardır belki ya;
"yok hükmündedir.."