Bilenler bilir; "bir çiçek yılı sonra" diye çok eskılardan bir albüm var; "murat özyüksel" diye bir adam var, içinde deli işi şarkılar var, ne yapıp edip, edininiz bir yerlerden, kendinize bir iyilik yapın ve bu şarkılardan yoksun kalmayın; güzel bir pazar sabahında dj iniz.. öehh.
Hakkımda
- Melusiné
- Bir 'mayıs sıkıntısı'nda gelir dünyaya, kıyısı yosun tutmuş bir liman şehrinde büyür, siyah yaşar, siyaha kanar, siyaha çalar günleri.. Edebiyat ve okumak en büyük tutkusudur; Kafka, Nietzsche, Küçük İskender, Umay Umay, aynada silüetini gördüğü ex tanrılarıdır, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oruç Aruoba, Oğuz Atay, Bilge Karasu, İlhan Berk, İsmet Özel, Rimbaud, Rilke, Bukowski, Roland Barthes, E.M. Cioran, Murathan Mungan, Yılmaz Odabaşı, Özdemir Asaf, Atilla İlhan, Ahmet Telli, Lale Müldür, İnci Aral, Elif Şafak vs..ise yalancı peygamberleri... Gök'yüzüne kezzap atıldığı için yara izi sayar bulutları, güneşeyse yatsıya kadar yanan mum ışığı muamelesi yapar; ay,yalnızca dünyanın uydu'rmasıdır ona göre.. Vaktini en çok okuyarak, müzik dinleyerek, pencereden dışarı bakarken kendini yakalayarak ve hayattan kaçamayarak geçirir. Sık sık kendinin peşine düşer, kalbinin izine, ama çoğunlukla eylül'ün bıraktığı yerdedir. Şimdilik bir müsveddedir aslını arayan, döner durur içine kanar...
dancemetotheendoflove
lüzumsuzsa söndür
Oruç Aruoba
Kala'Balık..
say^aç
günebakan..
".. çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde, ayakkabıları sürekli delinen biriyim.."
şirket hayatı, ofis çalışanı, plaza insanı kimliğimden bi süreliğine sıyrılıp gidiyorum diyorum..
sabrımı deneyen sen ey sebep; sana geliyorum diyorum.. derdim çoktur hangisine yanayım diyorum.. istanbul bana neler ettin diyorum.. gurbete kaçazaim kuzum, cam kenarlı otobüslü yollu duraklı bir yazı döşeneceğim sonra, oradan da gideceğim, gittiğim yerlere geri döneceğim.. diyorum. gitmekle yazgılıyım, dönmekle sonra.. bi' gün benim de bi' istanbulum olucak diyorum, ama böyle değil. istanbul bu değil. hani taş toprağı altın istanbul? diyorum..
çok bile diyorum aslında, çok bile dedim, dedim de ne oldu.. diyorum.. uzayıp gidiyorum..
niyeyse, eskilerden bi' karalama, rasgeldi, paylaşılageldi. ezginin günlüğü-dut ağacı eşliğinde okunursa, ne güzel olur?
mayıs sıkıntılarının, kasaba meyhanesi gibi mutsuzlukların takvimlerden kendine yeni yeni yapraklar kopardığı yıllardı, güneş bile henüz alışkın değildi çocuk gölgeme hüzün vurmaya, ben; arka bahçe sürgünüydüm o zamanlar, sadece orada yer bulabiliyordum maydanoz kokusuna, sadece orayı mesken biliyordum ilkyaz akşamüstlerine, "akşamebesikilit" koşuşturmalarına sadece orada geçit veriyordu "dışarısı". sokak, kirliydi çünkü, sokakta insanın başına her türlü kötülük gelebilirdi, sokak, "çingeneler zamanı"ydı mesela, başıboş köpekler mekânıydı, en iyisi biz arka bahçede kalalımdı...
hissedebilmek için öncelikle sığılacak/sığınacak bir yerin olması gerekiyor. kendini bir yere oturtmamışken-yersizken-her yerde olabileceğini sanıyorken hiçbiryerdesin. hiçbiryerde olmanın hiçkimliğe-h/içliliğe çaldığı bir tepe.. hiçbiryer/deliğin sonuna yaklaştın. bir yer seçip sığınacak ve ayak bastığın müddetçe senin olacak o yerden çıkacaksın yola. senin olan sen olduğun o yerden baktığında eseduran rüzgarlara, hissedebileceksin her notasını zamanın. sonra o tepeden yuvarlanıp aşağılara karışacaksın zamana. döneceksin sulara..
hani taşıyamayacak gibi olunca, hani “altta kalanın canı çıksın” oynarken eklem yeri gibi sakat bi' yere ağırlık biner de üsttekiler tepinirken ne ses çıkarabilirsin, ne dur diyebilirsin, ne kurtulabilirsin, öylece geçsin diye beklersin, hah, işte ben çoğu zaman beklediğimi hissediyorum.