eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

"öyle bir yerdeyim ki

ne karanfil ne kurbağa
bir yanım mavi yosun
dalgalanır sularda
dostum dostum
güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe.."

h. hüseyin korkmazgil


öyle bir yerdeyim ki; tüm anlamların kendini boğduğu, tüm boğumların kendini yeniden anlamlandırdığı, adlandırdığı, anlamsızlık duvarına çarpılan, o her kertede bir kere daha çekirdeğe, manaya, "öz" e inen o magmanın lavlarını akıtıyorum içimdeki volkanlardan.. hani yaşam boyunca katbekat, bir daha bir daha inilen o çukurlar, sonra çıkılan o merdivenler içimde bir kuyunun Yusuf'unu boğsa da; işte yine yukarıda dolunay ve sonra güneş ve işte yine devinim; bitmeyen türküsü dünyanın..

nereye gitsen olmaz'lığın, nerede dursan kalmaz'lığın o yürek titreten serçe telaşları, o huzur arayışı, dönüp dolanıp kendini "dünya" denilen o "güvercin dolu avlular"da buluyor illâ; ve ben illâ ki elimde bir tabak buğday ile karışıyorum kanat seslerine güvercinlerin, çünkü yaşam denilen ülke hep bir kanat çırpışına gebe, hep canlılığın, diriliğin, kinetiğin vücut bulduğu yerde yürünebilir yollara açılıyor..

işte öyle bir yerdeyim ki; "yürümek" denilen o engebeli yokuşlar, mavi sulara açılıyor eninde sonunda; yürümek denilen o durmaz koşu denizleşiyor, derinleşiyor ve yüzmeye evriliyor, baharın uçsuz bucaksız, davetkâr coşkusu bir biçimde kendi fitilini ateşliyor ve evet gençliğim eyvah; yolların açmazlandığı yerde ömür törpüleniyor, bir daha bileyleniyor sonra keskin, parlak bıçaklarla ve iç gıcırtısı hep, çok uzaklarda bir serçe ıslığına karışıyor..

dönenip durdukça insan, kendi etrafında, dünyanın etrafında ve illâ ki güneşe yazgılı bir yaşam ayininin ıslah olmaz kavgasında; bir kez daha bir kez daha anlıyor aslında önceleri ne kadar anlamadığını, çemberler içre kıvrılıp durdukça girdaplaşan anlam kuyusunun aslında nasıl "en iç"teki çemberi bulacağını, "en dış"a doğru yolculuğun hiç bitmeyeceğini..

Bu hiç bitmeyen yolculukta Mevlâna'dan dem vurup Mesnevi'de duraklamak da var, "Yunus'tan Nazım'a", Baudelaire'den Nietzsche'ye yol almak da, Platon'dan söz açıp "eflatun"a vararak değişmez ve kesin tek gerçeği aramak da ama;
herkes kendi kütüphanesinin sisiphos'u oluyor sonunda, hep sırtta o kamburla bir aşağı bir yukarı "çıdam karıncaları" gibi yürümek; ama işte yine en önemli "yaşama uğraşı" olan; "yürümek"e açılıyor tüm kapılar..

Yürümek



Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
                              yürümek!..
Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
                               yürümek!..
Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
                            bilerek
                            yürümek...
Yürümek;
yürekten
gülerekten
          yürümek.. yürekten gülerekten yürümek..

...

Nazım Hikmet