"Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!"
Hakkımda
- Melusiné
- Bir 'mayıs sıkıntısı'nda gelir dünyaya, kıyısı yosun tutmuş bir liman şehrinde büyür, siyah yaşar, siyaha kanar, siyaha çalar günleri.. Edebiyat ve okumak en büyük tutkusudur; Kafka, Nietzsche, Küçük İskender, Umay Umay, aynada silüetini gördüğü ex tanrılarıdır, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oruç Aruoba, Oğuz Atay, Bilge Karasu, İlhan Berk, İsmet Özel, Rimbaud, Rilke, Bukowski, Roland Barthes, E.M. Cioran, Murathan Mungan, Yılmaz Odabaşı, Özdemir Asaf, Atilla İlhan, Ahmet Telli, Lale Müldür, İnci Aral, Elif Şafak vs..ise yalancı peygamberleri... Gök'yüzüne kezzap atıldığı için yara izi sayar bulutları, güneşeyse yatsıya kadar yanan mum ışığı muamelesi yapar; ay,yalnızca dünyanın uydu'rmasıdır ona göre.. Vaktini en çok okuyarak, müzik dinleyerek, pencereden dışarı bakarken kendini yakalayarak ve hayattan kaçamayarak geçirir. Sık sık kendinin peşine düşer, kalbinin izine, ama çoğunlukla eylül'ün bıraktığı yerdedir. Şimdilik bir müsveddedir aslını arayan, döner durur içine kanar...
dancemetotheendoflove
lüzumsuzsa söndür
Oruç Aruoba
Kala'Balık..
say^aç
günebakan..

.
senin yenemeyeceğin, benim yenemeyeceğim
yenemeyeceğimiz bir uzaklık vardı
bir tek onun yılgısı vardı içimizde
inanmıyordun, inanmıyordum...
inanmıyorduk gidebileceğime
durup durup gitmeliyim dediğin halde gitmemenin
erinci içinde geçirdiklerimizin
uzamasını istediğini bildiğim halde
gitmenden en çok korkan ben olduğum halde
gitmek benim yazgımda varsa inanmak istemesek de
çöle çıkmam gerekiyorsa
ben gitmemek için elimden geleni yaparken
gitmemi düşünüp tedirgin oluyor
bana gitme diyemiyorsan
senden beklediğimi bildiğin halde kendime yenilmem için
bir tek sözünün yeteceğini bildiğin halde
ölüme katlanmaktan başka bir yol bulamıyorsan
ölüm içinde gitmeliyim
seni mutluluktan daha büyük bir yükün
altında bırakmamak için,,,
.
.
.
Bilge.. Ah Bilge..
Hayat bazen; bir kez yakılıp kullanıldıktan sonra kutuya konan kibritler gibi; yanmasa da muhafaza!
*Utanmak, üzülmek ve umutlanmak; bir kılıçlarını, bir kadehlerini tokuşturuyorlar içimde..*
Yönünü şaşırmış, otları sallanmayı bırakmış, biçilmemiş bir çayır nasıl yavaşlayan bir kamyon gibi suların akşamına akıp giderse öyle. Anladın mı?
Aldığım onca duş jeli, sabun, şampuan ve türevlerinin hiç birinin anne evindeki beyaz sabunun verdiği temizlik, huzur ve arınma hissini vermemesi..
Arada bir bir yanım kaçsam diyor uzağa
katsam önüme canımı yorganımı
Arada bir yanım düşsem diyor tuzağa
Geçsem dünyanın derdini
..Ama o öbür yanım
Var ya öbür yanım
Amma öbür yarım
Korkak diğer yarım
Kurtulmak kolay mı kurtulmak kolay mı kendinden
Sıyrılmak kolay mı derdinden..
Arada bir bir yanım
Yıksam diyor şu dağı
Görsem diyor ardını, yarimi yarınımı
Arada bir bir yanım küstüm diyor o yana
Senden dost olur mu
KORKARSAN KAYBETTİN DİYOR..
Ama o öbür yanım
Var ya öbür yanım
Tutsak diğer yanımnım
amman öbür yanım Korkak diğer yarım
ama o öbür yanım var ya diğer yanım var ya öbür yanım, amma diğer yarım...............
kurtulmakkolaymıkendindeeennnnn..
Hayat bazen o kadar uğultulu ve gürültülü ki; çok artı bir ses sistemini kapatmak istiyorum, dünyanın. 7.1 komple surround.
"..dinlerdim telâşlı kanunlardan sarışın türkçeyi nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi ürkek bir çilenti usulca yoklardı bahçeyi nerde tavuskuşları nerde müjgân'ın gençliği nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi müjgân mıdır sevilmek yanlış anlaşılmak mı biraz da.."

fakat bu yanlış mıdır.. zamanın ve yanında ufalan^an yaşamın bizi koşturması böyle..
yolunda gitmeyen bir şey var hissi verse de, ara ara, kim söyleyebilir bunun yanlış olduğunu..
ve bu sus lar, bu es ler..
nasıl olunur bunlarla.. ve zaten nasıl başka yolu yok..
zaten.. es.. ol.. ur.. es.."
"
Sen diye başlasam mürekkebi kurumaz bu masalın biliyorum
Patricia Carli - sans toi je suis seul
..Edward Munch..

"Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına
Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
Nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan
olmalarıyla-
Yıllarca başucumda durdu bu resim; yıllarca
durdu da..
Duyurabildi mi çığlığımı,
insanoğlunun, kıyamet habercilerinin,
taş taşıyıcılarının ve Deccal'in..
Duyurabildi mi..?
Benden öte
Benden ziyade..
Bir şehirle "ilişik kesmek.."
Nelerden mezun oldum sahi ben hayatta; nelerle ilişiğimi kestim, nelerden ikmale kaldım da hiç öğrenemedim şu hayatın öns'özünü; "bütünlemeye" bıraktım ömrümün baharlarını..
Hüzün katsayısı yüksek bir gün bu; bir kağıt parçasına bilançolanmış 5 yılın muhasebesi, sahi hayatın kaçta kaçına denk gelir? "Hayat artık sana ömrüm diyebilir miyim? Çünkü her ne kadar seninle aramda çok fazla anlatım bozukluğu olsa da seni kendime yakın hissediyorum ömrüm. Bak oldu sanki!" Ömrüm ile umrum arasında ters orantılar, ters yönlere kıvılcım saçan bıçaklar hep; ömrüm umrumda değil bazen, bazen umrum ömrümün kaçta katı? Ömür kömüründe çıra gibi, harın korunda köz gibi; ", iğri iğri" ikilemeler hep.
Ömrüm. Al bu acılar senin. Ben acılarla muhatap olmamayı da bilirim ömrüm ama senin yüzünü hep yanlış okuyorlar. Benim yüzümü hep yanlış okuyorlar ömrüm.
Seni hep "hoyrat bir makasla" ke'lime ke'lime böldüm ama; "sen sakın ikileme ömrüm.."
"P a r ç a l a n m ı ş ç o c u k s e s i m; k u r t a r a m a z s ı n k i
b e n i"
"Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı
Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?" (H.Ergülen)
Gri bir gün bu; -hüzün katsayısı yüksek- bulutlardan kendime bir gitmek yazısı yağıyorum; o şehre -belki de- son defa giderken bir otomobil arkası yazısı: "Sen uyurken gideceğim 90/2"
"o şimdi asker" belli ki; "bu ülke"nin "bıçkın tamlama"larına bekçilik ediyor -biz uyurken-
Bizim de bir "o şimdi asker"imiz var söylemiş miydim; "kardeşin duymaz, eloğlu duyar" türküsüne öznelik ediyor..
"Bir şehri neden sever insan?" diye sormuştu biri zamanında da; kelimeler hemen serilmişti ayaklarına şehrin; "o şehir" den çok gittim de ben "ardımda bırakıp gül çağrısını", asıl şimdi bir şehri bitirip, beyninden vurup gidip; asıl şehre başlarken selamlıyorum "İstanbul Ağrısı"nı..
İstanbul sana "merhaba" demek için yeni iyelik eklerim var, sen sakın elimi bana bulama İstanbul; kelimelerim artık sana emanet..
Kelimeler en "hakiki" uğraşım; "kelimeler kafi", "kelimeler yetse, daha neler neler.."
Böyle dört tarafı denizlerle çevrili kelimeler, böyle dağları denize dik paragraflar, öyle yazları sıcak kışları kurak iklimlere karasalım ki; mevsim normallerinin üstünde hüzne karmış masalım -gökkuşağının yedi renginden alacaklıyım.
O yüzden böyle zamansız mevsim geçişlerim, yaz ortasında üşümelerim, kış yarısında yanmalarım, gömlek değiştirirken, içimden kuşlar göçerken, dönüp dolaşıp -yine- kendime kalışlarım..
Tanrım bana bir üslup. Tanrım beni us'lat.
Tanrım
bana
bir
vuslat..
Bir Gülün Çevresi Dikendir Hardır, Bülbül Har Elinde Ah İle Zardır. Ne Olsa Da Kışın Sonu Bahardır.. Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.
"gemi battı sevgilim. o kumaştan merdivenlerde, o kahverengi fotoğraflarda yitip gitti. bırak bu sefer kainat kazansın. bırak gideyim ben de bir pul gibi baharın arkasında. dedim sana bir yerlerde; "kapanmaz uçurumlarda birbirinin topuklarına çarpan şarkılardık" hiç bilinmedik son notasıyla dudaklarımıza yağan meteorun incecik ıslığı, o iç parçalayan sürtünme...
sana uzun bir mektup yazacağımı mı sandın?
bırak bu yıl sınıfta kalayım. hademenin her sene gri iğrenç bir boyayla sıvadığı çöp tenekesinin yanında bilfiil ayakta, ayışığı gibi ben, tir tir titreyeyim. iki zebani durmadan körebe oynasınlar. kocaman bir haz koçanı gibi derlenip toplanıp çarpsınlar alnıma. sen bugün ağlama, ben geri çekeyim boyunlarına ipler bağladığım kuşları. tıkıldığım o gıcır pırıl kafesi durmadan öpeyim her yerinden. olsun... sen sakın ağlama. sevgilim! benim el aynasıyla yola çıkan kaşifim. hiç görmediğim, hiç giymediğim denizim. gövdemin karyolaya, parmaklarımın bala, gölgemin lunaparklara değip ayrıldığı o kıyısız berbat ömrümün kıpır kıpır gelinciği. üfür çekmecelerinin tozunu, çıkart dil çıkartır gibi kırmızı elbiseni.
ama, sen sakın ağlama bugün.."
Daimiyem her can ermez bu sırra. Eyüp sabır ile gitti mısır'a. Koyun oldum ağladım ardısıra.
Bu da gelir bu da geçer ağlama
birgülünçehresidikendirhardır bülbül har elinde ah ile zardır ah ile zardır ah ile zar...............
Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için.
25 yıllık bir yaşamın -birkanadıkırıklığın- özeti olabilir mi bu cümle?:
"Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."
Ya da Birhan'ın son ithafındaki gibi:
"Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için.."
o kadar yoktun ki..
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
benim artık taş taşıyacak,
// birhan keskin //
Ben ucu kıvrılı yerlerimden bir defter gibi kapanacağım sana; ellerinle kavrayıp beni, -içimi- açacaksın her yeni dürülüşte, öyle bir canlılıkla tükenmez kale'm olacaksın ki sonra; fethettiğin her yerimden tekrar yazılacağım sana..
Rüyanda sadece balıkları görecek kadar yüzsen. "Bir balığı ne zıplatır suyun dışına?" sorusu kemiksiz on beş dakika içini ele geçirene kadar yüzsen. "Herhalde müthiş bir fikir geldi aklına" cevabını epey mantıklı bulacak hale gelene kadar... Kimselerin olmadığı koylarda tatlı tatlı yüzerken çıkan çıkır çıkır deniz sesini dinleyecek kadar sessiz olmalı ortalık. En fazla bir zargananın burnunun dibinden geçişinden korksan. Sudan çıkınca balıkların renklerinden konuşsan.
Sonra, İş Bankası'ndan emekli olunca kendini küçük teknesine atan Kamil Kaptan en az 30 tane denizkestanesi çıkarmalı dipten. İlk darbeyi o vurmalı, sonra sana geçirmeli "karadikeni". Bugün senin görevin denizkestanesini fazla sıkmadan, kıpırdayan dikenleri avuçlarını gıdıklarken, yumurtaları ayıklayıp ağır ağır, azar azar tabağa koymak olmalı. Zaman diye bir şey kalmamalı onuncudan sonra. Telaş, senin ancak televizyondan bildiğin insanlara ait bir acayiplik olmalı artık. Sen bir denizkestanesi bir başka denizkestanesine sarılmak isteyince ne kadar kederlenebilir, sadece bunu merak etsen.
Domatesler kırmızı suyunu salınca salatanın zeytinyağına "Oh be!" demelisin. Bir tek rakı kadehine doğru tıkırdadığında şükretmelisin. Çipuranın yanaklarının ne kadar etli olduğuna hayret ettiğinde... Teknede kesilen kavunun kokusu deniz kokusuna karışıp da ruhun serinlediğinde... Küçük radyoda aniden Belkıs Özener "Aşkın bahardı..." diye başladığında... Sallanan teknede minik bir uykuya doğru devrildiğinde akşam güneşinde... Uyanıp balıklara bakarak suda ayıldığında... Bata çıka yenen şeftalinin suyu dirseklerine kadar aktığında tekrar denizde balıklarla yıkandığında... Teker teker bunlara işte şükretmelisin.
Akşam güneşi kaybolmadan, benim eflatun saatimde, yıkanmış paklanmış bir balıkçıya oturmalısın sonra. Çok sevdiğinden emin olduğun dostların olmalı, sadece güzel şeylerden bahsetmeliler. Şef garson küçük sürprizler yapmalı, ben diyeyim ıhlamur sosunda sübye yumurtası, sen de sakızlı ahtapot. Hadi bir de parasını almasın, öyle tatlı bir şef garson çünkü. Yaptığı sürprizden mutlu olan cinsten, en sevdiğim.Sonra lokanta masaları arasında dolaşan komik, uykulu çocuklarolmalı. Artık telden çember yapmıyorlar, bir tabancadan bir anda yüzlerce balon çıkarıyor bu çocuklar, bunu görmelisin. Hıza kesmiş her şey. Kafanı kurcalamalı; kayaların, ağaçların ve insanların kenarından arabalarla ve hızla geçtiğimizde ne kadarını görebiliriz ki baktıklarımızın? O kayaların, o ağaçların ve o insanların yanından yürüyerek geçen geçmiş zaman insanlarının kim bilir nasıl çalışıyordu kalbi, bunu düşünmelisin. "Hay aksi!" demelisin, "Bu çağın nasıl bir şiiri olabilir ki?" demelisin. Sonra bir çocuk havaya fışkırttığı balonları tek tek yakalamaya çalışınca, her birini patlatmadan şişeye yerleştirmeye nafile olsa da inatla gayret edince tekrar inanmalısın insanın her çağın marazını yenebilecek kudrette olduğuna. Bir Tanrı varsa muhakkak çocukların çekirdeğinde, böyle şeyler geçmeli aklından.
Sabah olmalı tekrar. Bir ihtiyar çıkmalı ortaya. Bastonuyla iki büklüm deniz kenarında. Birden kocaman bir deniz gözlüğü takmalı. Bastonuyla adım atmalı denize, yürümeli suda, beline kadar. Sonra bastonuna tutuna tutuna bir sokup bir çıkarmalı kafasını suya. Bastonuyla denizde yürüyen ihtiyarın sırtı küçük, esmer bir adacık olarak görülmeli ara ara. Bulduğu denizyıldızlarını hiçbir şey söylemeden genç kadınların masasına bırakmalı.Güneş batarken kendine doğru dönmeli gözlerin. Kendine sövüp sayıptatlı tatlı, sonra kendini affetmelisin. "Nereden baksan" demelisin, "fena insan sayılmam". Yola yine de kendinle devam etmeye karar vermelisin. Ağustosböcekleri gibi ses çıkardıkça içi boşalan, sesi bittiğinde ruhuyla birlikte eti de kabuğunu terk eden birisin sen. Nereden baksan...
Sabah olunca yeniden, bir domates koparsan dalından, biber acı çıksa of of of yansan, salatalığın kokusu eline bulaşsa ve kabuğunu alnına yapıştırsan, peynir sürprizini yapsa, nasıl güzel nasıl... Simit olsa, sıcak olsa namussuz, çok yesen. Böyle işte çay da kendince dünyanın en güzel çayı gibi olsa... İyi bir gün daha geçirsen yani. Yani sadece insanca bir gün daha. İnsana yakışan cinsten bir tek gün daha...İyi olursun. Bahse girerim daha iyi bir insan olursun.
Bir de benim güzel kardeşim, düşünsene, bu memlekette herkese böyle birkaç gün verilse... Böyle birkaç güne şükredebilecek sükûnet ve neşe... Düşünsene arkadaş, ne biçim yaşardık... İnsan gibi, insana yakıştığı gibi. Büyük bir sofrada beraber efkârlanıp sonra hep beraber gülen insanlar gibi... Şimdi bu fikir, bu hayal, senin gözünü doldurmuyor mu benim kardeşim? Benimkileri dolduruyor işte. Bu kadar kolay olmasına ve bu kadar imkânsız...
bu koygun minyatür yalnızlığından başka nedir-]
Gece. Çok gece. Gepgece. Aklıklarını karadan çitilemiş derekenarı kadınları, ekme'karası yetimliğin bölündüğü örümcek bağlamış köprüaltı çığlıkları, dağbaşı yalnızlıklarının kuytulara çekilmiş çobanyıldızı sessizlikleri, "kasaba meyhanesi gibi" mutsuzluklar, eksi(k) yirmibeş derece karaltı karanlığında buz tutmuş ayaklar, gölgede kırk derece güneş bozgununda karayanık enseler, çingene pembesi etekliğin asıldığı tek ayağı aksak sandalyeler, küflü banyolarda bir köşesi kırık paslı aynalar, aynalar, /söyletmen beni!/ pusarık bataklıklar, boyunlara dolanan salıncaklar, anneye koşarken düşülen kuyular, kemiklerinin sayısı gün kadar ömür biçilen açlıklar, kelebek ömürlere dizilen kurşunlar, çığlıklar vebalar ağrılar gözyaşlar acılar acılar acılar düşüyor usuma; ömrümden düşüyor hep bunlar, geri kalanımdan sarkıyor..
Deniz minarelerini yağmalıyor yine hayatın sedef kabukları.. Kalbime y'oklar batıyor, ay sokağı'nda bıçaklanmışım bir buluğ vakti..
"Giderim batı kapısından güneş gibi bu kentin, zaman kıskacı altı köşeli.."
Benim soluğum rüzgarla karışarak kopkoyu gecenin o güzel mavi göğüne fırtınalarla, kasırgalarla düşüp kalkmaya gider. Bir halatta yaralar açmaya, denize çarpan hep acıyan yerlerinde en uzun süreninden; yaralar!
Giderim Omayra;
Üzerime yüreğimden başka bir muska takmadan.. Çehrem. Akdikenli. Acı..
bir de böyle diyormuş ya hu; eskidikçe sezen'liyor insan..
"bi' şiirden, bi' sözden, bi' melodiden, bi' filmden
geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
...bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor"
gözlerim acıyor. boğazLARım da. soğuk su içmekten. anlıyor musun?
bence anlama. valla. şimdi anlasan, o anlama yeni anlamlar yükleyecek, anlamları kendine yontacak, o yontmalardan zilyon tane taş atacaksın kendi derinine, benim derinimle ölçüşmeyince sonra.. anlama işte. zigigi.
şey diyorum, ne zaman bitecek şaşkınlığımız? yoruldum diyorum. şarkımın pili pitiyor. dağları denize dik uzandığından belki ama, köylerime elektrik gitmiyor. yani hani yine umut deyince ben: kırılıyor yaz'ın gramofon iğnesi de öyle. çektiğim şınavlar bitti. hep bir hüznüyusuf eğretilemesi, hep mi kelimelerden boncuk dizmece, hep mi yek? düğünler filan var hayatta; "denizin üzerindeki ölü cesetler" diyor biri, "bile bile o denize giriyoruz". fiillerinize dikkat edin, fiillerinizin çatılarını sevmiyorum.
yahu boğazım acıyor, en içyerlerimde bir bant izi kalmış duvar eskizi, onun sağ yanında boyama kitabını taşırmadan boya.. sahi; boyama kitabını taşırmadan boyamış mıdır hiç boyacı çocuk? ya da istanbul niye hep boyacı çocuk, niye hep mendil satan çocuk, niye hep "mendilimde kan sesleri?" içim diyorum; kurtçuğun kelebeğe dönüşmedenki son evresinde, öyle tırtıl gıcıklanmalar yapraküstü.. [taçyapraklarım naylon]
çıkıp eczanelere mi koşsam, koşup takılsam da mı düşsem. ayna söyle bana sen kaç kilo sırsın? ayraç söyle yıllardır kaçıncı sayfadasın? hani alınyazını elinin tersi ile silen tarih? titreyen misinayı görüp de ürken kaç balıkçı tanıdı bu deniz? hem anormal mi, bak: şemal son derece kayık ve nabız da düzensiz.
sevgilim, inanmanı beklemiyorum bu kez. çünkü inadına tornistan, inadına gerçeklik ve gerçekliğe muhtıra! biliyorsun;
insan, haziran'ları ortada bırakmayı bilmeli bazan. temmuz'ları da.
ya da her şey;
"seni sonsuz biçimde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın
yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi
yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın
sen bir atmacanın en uzun çığlığısın, her türlü gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın
seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun
gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum birlikte öyle.."
Turgut Uyar
diyebileyim diyeydi birine bir gün..
Oo! Temmuz gelmiş. Ben kalkayım, ocakta ömrüm var. Mutfaklarda yenik yanık baharlarım, tencerelerde kara kuru günlerim var; tutamı tutamına uymayan, acıyı baldıran zehri gibi içtiğim otlarım, kıymık kıymık içime batan dikenlerim var.
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar
ah omuzumda bir kesik el ki
hala, hala durmadan kanar.."
"Sıvası dökülmüş kahpe bir duvar gibi, Sivas’ı dökülmüş bir Türkiye kaldı içimde!"

her şey ama her şey; bizim mahallenin yokuşundan aşağı doğru inerken; top oynayan çocukların aşağı yuvarlanan topunu yakalayıp, sol ayağınla yokuş yukarı vurabilmen içindi.
yazmadım uzaklardayken, oysa yazılacak ne çok şey vardı, gittiğim gördüğüm yerleri fotoğraflayacak, gezi yazıları döşenecek, şekil şekil fotoğraflar koyacaktım buraya, ahanda diyecektim bak, böyle böyle. yapmadım. niyelan? dedim kendime, niyelan'dım. canım his'temedi.
Prag'a gittim 3 kez süperdi, Viyana'ya gittim çok bi' numarası yoktu, Krakow'a Autschwitz'e gittim -20 derece soğuktu, gözlerim doldu doldu boşaldı, toplama KANpı'htısı oldum, yok artık dedim kendime, hârelendim ay yar, bir o yana, bir bu yana, yana yana.. anlatırım belki sonra, tüm bunları gereksiz bulmadığım iyi bir halimde, "iyi hâlden" indirim alırım belki hüzün katsayıma, "dokunsan da, özlesen de, aynı hüzün, aynı hüzün'lerim..
sonra geldi mişte, sonra istanbul'a kondum, içinden geçip geçip gittiğim, köprülerinden akıp akıp Boğaz'ında kaldığım, öksürünce sırtıma vurulan, iç geçirdikçe uzaklaşan, dönüldükçe özlenen şehre artık "temelli" geldim, şimdi artık hep İstanbul oldum, güzel bir şeyler olacak gibi, olacak, acak, cak, ak, k... geldim, iş görüşmelerine giderken, dönerken, son haftaiçi özgür günlerimin tadını çıkararaktan, dolaşmaya başladım şehri, tabi ki, illa ki "istikal'den aşağı süzülerek tünel, ordan galata, karaköy ve vapurla kadıköy; ama en çok istiklal oluyorum. galata'nın orda küçük bir dükkan var pek sevdiğim, pilavcı ve çiğköfteci, işte onnardan yiyorum gittikçe, hatta "usta çayın var mı?" bile diyorum, oturup pilavcıyla ekonomik kriz kritiği bile yapıyoruz. pilavcı ile pilavcı olurum ben bilir misin, çocukla çocuk, çöpçüyle çöpçü, doktorla doktor, ehe, mehmetle mehmet olurum misal.. :) ki çok severim bu mevzudan bahis açmayı, ama, ay bana kalsın güller bana, şarkılar bana kalsın, geceler bana..
Ama yine işte;
Ve ama işte yine, bugün doğum günüm imiş. Tekrar ediyorum:
Mumları üflüyorum, bir dilim kesiyorum, hayattan..
Trapezdekilerin, yani trapezcilerin bazıları, hem de kısa bir zaman içinde (yani trapezde geçirilmiş kısa bir zaman zarfında) çok korkulası bir ruh durumuna maruz kalırlar.
Perihan Mağden
annemi özledim.özlemi anniyorum.anlıyorum zenit bana ne söylediydi, hatırlanamıyor. kurumlar ve kuramlar beni anneme üzüyor.bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış,öyle söylüyorlar.ne dediğimi bilmemek istiyorum.boş başıma dolaşmak istiyorum.sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum. sahipsizim. sonra sokokta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum. bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar.annem rasyonel ne demek,ağlamıyor. kendimi bana bırakmak istiyorum.annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum. kızlar bana yaklaşmakda zorluk çekiyorlar.köfteci de öyle. o da bana yaklaşmakda zorluk çekiyor.canım akşamları daha çok sıkılıyor.annem daha çok. akşamları hava siyah oluyor.havaya bakıyorum.hava bana bakıyor.bana salık verilecek sevgiliyi doğrudan reddetmek durumundayım.kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlılar.köfteci de öyle.o da bana önem vermemek konusunda tutarlı.annemi özleyince,annem yok ya hani,bölece hayati’ye bakıp,hayati’ye bakıyorum işte.yani şey oluyor. hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de hani hayati’ye bakıyorum ya, hah, işte hayati’nin yani şey.sonra dışarı bakınca bir küçük irrasyonel kedi görüyorum.kedi bana aç aç bakıyor.ben ona artık annemi özlediğim için konuşmakmak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum. ataya saygı hamurumun içinde varmış.benim hamurum orda.annem beni sevip özler. ben de böylece peşinden gidemem.sonra annemi de rasyo…neyse…
Ah Muhsin Ünlü
Yalnız bi dakka; şimdilik susuyorum filan da şeyi söylemeden geçemiycem; Prag gerçekten de çok muhteşem bi' harika.
birkiüçtıp..
(belki sonra, bell key..)
birileri bir yerlerde bir takım gemileri karadan suya indiremiyormuş. zeytinyağı öneriyorum.
"iyi şeyler de olmadı değil,
aynı deryaya doğru bu seyir.."
Benzer şeylerden benzer tatlar aldığımız zamandı sanıyorum: herhangi bir zaman ihtilalinin herhangi bir saatinde, yalnızca bilmek zorunda olanların bildiği bir yolüstü lokantasında, henüz "herhangi" olmamış birilerinin suratındaki 'gizli gevrek gülümseme'nin devrik devrik takıldığı zamanlar yani. Tokuşturulan bira bardaklarının masaya vurulduğu ân'a denk gelen sıradan bir Comfortably Numb kafasının, birbirine yakınsayıp sonrasındaki birbirlerinin tümleyeni hâline gelen hadiselerin olduğu birkaç ankırmızı öncesi işte..
"ay göğsümün, ay göğsümün sol yarısı.."
Yakınlıklar.. Saçlarımda müsrif bir kabarma başladıktan hemen ertesi. Sanırım içmişim ve yıldızlara dokunuyorum. Parmakuçlarım neşter.. pır, eki, uç, dürt, baş.. Ellerim, ellerim ve parmaklarımdan belli olmuyorum bu kez, çünkü yıldızlara dokunuyorum ay yar, çok uzak, çok yakın diyorum, yak diyorum bütün gemileri yak.. yakmayacağım işte!
'Bu şehir bıçak,bu şehirdeki yokuşlar yokoluşlarımıza çıkıyor artık. Bizim çölümüz bir çift tabanca edinmeyi gerektiriyor, sen söylemiştin, eninde sonunda sökülecek bu şehrin şafakları; biliyorsun..' Bu şehir bıçak, diyorum, öyle kırgın kırgın bakma yüzüme Roza..
Yakınlıklar uzakları öğretir ya sonra, ân gelir dayın ölür, strung out bir gebeşi Marmara'nın karanlık sularına küfrederek uğurlamak istemenin hastalıklı kırgınlığı, dörtbindefalaciverttigözleri..
Dumandan birbirimizi görmüyoruz ben ve bitmekteki sigara. Bundan en fazla sigara memnun.
Çünkü, sizler, hatırlarsınız ki ben tutamayacağım sözler vermiştim ve sözlerim de siz de kalsın istemiştim. Hhhah, yahu koluma girmiştiniz ve Tünel'e doğru yürüyorduk. Bana gülüşlerinizi, en yakın zamanda benden nefret edeceğiniz garantisini vermiştiniz. JukeBox'da Petek Dinçöz'den sonra gelen Pink Floyd'u tercih edemeyişimiz yüzünden oluyordu bunlar. Bunlar olacaktı. Bana sevdiğiniz filmleri izlettiniz ve en sevdiğiniz yalnızlıkları anlattınız. Sonra birbirimize kitaplardaki gibi aşklar yaşayacağımıza, birbirimizi hep seveceğimize dair fabller anlattık. İçimizdeki dazlak keşiş, bir ördek oldu ve bağırdı sonra.. Karşı kıyıdan kimseler duyamadı.
"ara sıra mahşer, ara sıra yaşama hırsı.."
Karşı kıyılar sonra, "karşı tarafın ışıkları" hatta, kıtasahanlığımızda bir fizikî harita, -harita ya, yüksek bölgeler yeşile boyalı- ve reflü olan bir ayyaş kedi vardı. Vesvese yahu bunlar, diyor arka sokaklarda bir yerde çiğköfte yiyebiliyor oluşumuzun müsebbibi. "Vesvese bunlar." Seni bulduğum yeri bulamıyorum şimdi ve otobüsleri sevmiyorum. Ben otobüslerden kimselere bakmıyorum; bakınca çünkü, ölmekte olan yaralı bir serçe yavrusu görüyorum, hayır acıklı olsun diye değil, lirilmek için değil, hakikaten görüyorum. Cam kenarlarına hep bir forklift koyuyorlar ve her mola yerinden birkaç km geri atıyorlar beni. Vardığımda aslında, hiç gitmemiş oluyorum. Yani aşağı yukarı bir korku filminde, üzerinde kasten parmakizi bırakılmış paslı bıçağım. Köreltilemiyorum ve beni bileyleyenler, hepi topu biraz gaza gelmişlerdi. Elimizde birkaç öpmek, birkaç gitmek kaldı. Sınıfta kaldık. İstemezdim: isterler.. Duydum ki Greenwich'te saat yokmuş. Halâ bana, "Bu saatte ayakta ne işin var?" demiyorlar mı bi' de, hani aramızdaki emek-değer teorisi, hani ırz-talep meselesi.. Ben onun ta ontolojisine.. Çünkü ben hep ayaktayım. Akustik bir gitar çalıyor, keman konçertosu sonrası vuruyorum metrodan aşağıya ve çokbiralıevlere azparalı geri dönüyorum. Ben hep ayaktayım, hatırlasana; aklımın Sean Paul kısmı ve ellerimin Marla Singer yanıyla ben, hep ve her daim ayaktayım. Karatahtanın önünde, horned hand ile gülümsüyorum öğretmenime: "Merhaba, bugünkü konumuz sanırım sizsiniz!".. -Seni unutmaya çalışmakla cezalandırılıyorum. Biz daha o konulara gelmedik, o sayfadan sorumlu değiliz gözümün çıbanı.
"ay hüznümün, ay hüznümün tütün sarısı.."
Uzaklıklar.. Saçlarımla anılmaya başladığım bir zaman. Artık şiirden, şarkıdan, filmden, kitaptan bir alıntı olmadan yaşadığım bir elma yemelik zaman aralığı. Yağmur yağarken ağlayarak sarılıp, omzumdaki mayınları kontrol ettiğiniz gecelerde küstüm size. Dargındık, dargınlığımız sudan atom çalmaya çalışıyordu. Canavarlaştığınız zamanlar oldu. Kör canavarlara dönüştüğünüz rüzgârlar geçti. Siz geçmediniz, vazgeçemediniz kendinizden. Ruhuna bir kaktüs değse kanıyordunuz ama beni bir toplama kampına gamalı haç dövmesi ile göndermeyi biliyordunuz. Sevgilerinizin pazusu, içi çiçekli bir bakkal çakmağının gazını eşitlemekten öteye erdiremiyordu hakikâtini: Beni yine masaya koyuyordunuz ve hayır-hayır kızmıyorum ki haklıydınız. Çünkü ben size vaatlerimi, eften püften bir karanfil takarak sol yakama, sırası ve hakettiğiniz değerle sunuyordum. Ben, dedim aynadaki alkol eriyiğine, paspal bir dilenciye dönüp nanik yaptım, "ben unuttuğumu söylerken çok terso yakalandım".
"Derdetme iyiyim ay yar.."
Mizampajlarınız, galalarınız, altın günleriniz ve 'beni sakın bırakma!'larınızı nereye saklayacaksınız? İnsan bırakma diyecekse, tutmamalı. İriyarı yalanlarınız tuttu beni, yalanlarınız ve su tabancalarınıza koyduğunuz mermiler.. E evet ben de çok yalan söyledim, her şey istediğiniz gibi: kurgukurgukurgu ve: Guguklu saatleriniz nezle olmasın e mi? E.
Mutsuzluklar.. Ataşlarınız, ayraçlarınız, andaçlarınız, arkadaşlarınız. Defterlerinizi kapladığınız kutsal metinler yırtıldı sonra. Yani benimkilerin yırtılışından hemen sonra. Birkaç ay. Birkaç sene. Ben vapurlardan, feribotlardan, metrolardan, dolmuşlardan kimselere bakmıyorum. Baş ve işaret parmaklarımı kestiniz. Penceredeki ay'ı ve boğazımdaki kahkahayı kefil gösterdiniz. İçtiğim biradaki su yılanlarım, nasılsınız? Of, bok varmış gibi yakınlaştık. Ben ve bira şişesi yani. Tom Waits ve Edip Cansever yani. Ben ve sizin suyun altında kal-a-mayan kısmınız. Cahil cesaretiniz ve Darwin.. Sanırım bir şeyi kanıtlamaya çalışıyordunuz. Yahu suratsızlık ile yüzsüzlük ne kadar aynı ve ne kadar farklı.. Kafka okumalarınız, Dylan sevmeleriniz, Tool tahammülsüzlüğünüz ve "çok önemlisin benim için!"leriniz. Yabani otları tutuşturup çıkamadığınız bir gece ormanında İlhan İrem'le karşılaşacağınız zaman için dua eden bir ben.. Ben hani, benden bıraktığınız, benden damıttığınız: Ben yahu, yoksa hatırlayamadınız mı, beraber üşümek ve oto teybi çalmaya yemin ettiğiniz ben hani, şeyyy, ruh hastası ben, sorumsuz, siz şu her şeyi mükemmel bir şekilde yapanların pek sevemediği ben, siz ki her şeyi kusursuz olanlar, sizler ki sevdim mi tam sevenler, sizler ki ayaktırnağından saçdiplerine değin her şeyleri plânlı olan güzelim sizler, sizler ki yatırım araçlarını amaçları edenler ve sizler ki beni hiç bir zaman sevmeyecek olanlar.. Naber? -Size katlanmakla cezalandırılıyorum.
-bira almaya çıkma molası, lehçe, eblehçe bir dilin sokaklarında, bira'z geç kalmadık mı sayın çok bilenler, -pıh-layın hadi, kaç kişi kaldı şimdi.. lan n'oldu be..
"derdetme iyiyim ben, ay hüznümün tütün sarısıı.."
Hepsi mükemmel yahu, dedim, gökyüzünden sakallarını sarkıtan'a: "Hepsi mükemmel!". Kızdınıııız, hahah, gerildiniz. Yo yo, kızmayın ve gerilmeyin. Beni alın, masaya yatırın ve gövdemi yarın. Biliyorsunuz ki yarın çok geç olacak. çok geç olacak yarın. Zaman kaybetmeyin, para kaybetmeyin, itibarınız ve yarattığınız imaj zarar görmesin. Ölçülü, sakin, cool ve son derece mükemmel kalmaya devam edin. Bunları yapın yoksa iki tutam saçım öbür tarafta bile yakanızdadır. Bunları yapın çünkü umarsız serseriliğim ecelinizde bile sinirlerinizi darp edecektir. Kendinize tapın çünkü kendiniz sizi günden güne yiyecektir. -Bana katlanmanıza şahit olmakla cezalandırılıyorum.
Gitmeler.. görüşürüz umarım, dedim, okuduklarınızı yazan parmaklara. "Görüşürüz umarım." Çünkü çok geç olacak yarın.
"kan bulaşınca yangınlarda yüzün,
yüzün, yüzün parlaşınca
saçların tutuşunca zorlanmış bir hükmün tutanaklarından
görüşmeye gel ne olur,
iyimser bir gül açsın yanaklarında.."
-Bunları yazmakla cezalandırılıyorum.