eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Fikret Kızılok günleri..

kırmızı mızrak uçları.. karasaplıbıçak izleri..

çelik gelincikler sıkıştırıyor yüreğimi; çelik gelincikler aklımdan aşağı..


rüya bütün çektiğimiz
rüya kahrım rüya zindan..


turuncu kimi zaman; gecenin kırmızısı ve güneşin sarısından olma, imgenin anasından doğma bir rengin düşsesiyle..:


portakal reçeli; nasıl yapıldığı, nasıl koktuğu, neleri zihne düşürdüğü değil mevzu; kimsenin anısıyla başedecek gücüm yok.. kavanozda duruşunu gözümüzün önüne getirelim. dış tarafları rendelenmiş, ve anlatmadığımız tarifiyle reçel haline getirilmiş portakal kabukları cam kavanozlar içinde rulo haline gelmişler. raflardan kafalarını uzatıp bana bakıyorlar. kavanozun kapağını plop diye açıyorum, çatalımı batırıyorum. turuncu renkli turunçgil suyu damlıyor rafın altında oturan kel adamın kafasına. su da dediysem, kıvamlı bir sıvı aslında. ne çok koyu, ne de çok cıvık. herkes memnun portakal reçelinden. aromasını çekiyorum içime, deniz maskemi takıyorum, portakal ağacından denize atlıyorum.derya turuncu olmuş kavanozun içinde. dev karanfil taneleri yolumu kesiyor ki uyanıyorum. bahar sabahı portakal bağında boğum boğum karanfillerin tekrarı. portakal reçelindeki tekrarsızlık gülüm. tekrarın portakalsızlığı..

Mumları


Üfle,

Bir

Dilim Kes

Hayattan..



..sonra içinde bir tren raydan çıkar, hiçbir mektup hiçbir zarfa yakışmaz, adresler denize çıkmaz hiç; kara: bir istiridye kabuğunun okyanusa tutsak, bir martı kanadının fotoğraflara tutkal eskizleri sonra; yine ve hep..




beşinci senfoninin tahtada tırnakla çalınması oluverir hayatın; ıslak ve kaygan zeminlerde, düşeyaza bahar gelir sonra, ar gider; bach kalır, içinin yokuşlarında bir çocuk yuvarlanır bisikletinden, bahar; ilk ve son'un arasında; orta yerde kahır-bahar: enine ve dümdüz, çizgili yeknesaklıklarıyla herkes ve herşey dallanır budaklanır içinde, çiçeklenir daha da kötüsü..




gecenin en kör vakti iç'te bir şey; tut tutabilirsen. eline değen kırmızısında hayat mı var yoksa arafta bir soluklanma tuzağına düşen hiçlik mi? kim bilebilir, kendine ettiğin kötülüğün kaç bucak olduğunu.. neyle bedellenip yüzüne tokat gibi çarptığını.. insan; her kertede, hangi cetvelle ölçerse içinin rakımını, deniz seviyesinden uzaklığı hangi mavinin tual tanımaz bulanıklığına ulanır, bozbulanık olur nihayetinde; tüm bunlara kendini nasıl katar da başka renklere kulaç atar sonra,.?





sonra gecenin içinden bir siren sesi geçer; gecenin içinden bir ambulans çığlığı, ve gecenin kıyısından köşesinden bir can gider; arkan hayata dönüktür ve bir miktar kan akar. ah kan! biz bu filmi daha önce de görmüştük, biz daha önce de aramıştık başkasının mendilinde gözyaşımızı.. ve illa ki paslı bir testerenin iç gıcırtadan sesi geçer gecenin tam ortasından, sancısı düşe kalır..





alkol kokusunun tüm bir çocukluğa bedel boş kadehlerini çiğner gibi ağzında, yanağının içini keser gibi sözler, birileri şarkılar söyler. kıpırdamazsın yerinden, ama göğsünde bir eşkıyanın kör bıçağı bileğinden geçer. dağ başı ıssızlıklarının duman kutbudur bu; iz sürsen kayıp, yol bulsan ziyan olursun.. içindeki şarkıların kemikleri sızlar, içindeki şiirlerin ruhu duymaz..





sonra bir bakarsın; birinin içinde unuttuğu makas deşer durur içinin yerini göğünü, amel-i-yat sonrası eldivenlerini çıkarıp, masaya bırakmıştır çoktan; safra kesende bir yerde kırpıp kırpıp yıldız yaparsın o makasla içinde kalan kalmayan, acıtan sancıtan ne varsa.. dikiş izleri görünmez, narkoz kokusu duyulmaz, yalnızca eliyle sus! diyen bir hemşire fotoğrafı kalır gözlerine; sus ki yerde kalmasın kanın; serde..





pencerelerden silktiğin tüm kelimelerin altında kan vardır elbet; ömrüne bir kafiye ararken sen; bu kaçıncı kaybın kaçıncı kaçışıdır hiç bilemeden, tüm mısralar yaralarının üzerinden geçer ve sen bir devrik şiir olursun sonra, o soğuk "che"lik tadına varmadan henüz, tüm sözcüklerini asarlar ağaç dallarına, tabi ki uçurtmayı vuranlardan, illa ki atları da vuranlardan arak bir keskin nişan yanılsamasıyla..:
"ayağı kırık bir at var kalbimde; kim vuracak..?"






sonra gecenin içinden arabalar geçer, vazgeçtiğin hayatlardan yaptığın arabalar; virajı alırken o'nun sokağından geçen.. umudu bıçakla sıyrılmış yolların kesiştiği huzursuzluk evrelerinde: Tek yakıt: dikiz aynasından görünen bir suret masalı.. o da garez, o da itiraz ve bir hayalin kemik kırıkları: "içimdeki kör adamı kim karşıya geçirecek..?"

sonra sonra sonra..

sonra diye bir şey aslında belki de hiç yoktur. tarih dışıdır sonra...

Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum,
kendime bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.'..


Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir..


Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?

"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.



Nilgün Marmara

Herkes

bilir ki

hiledir

zarlar!..

"Zamanı yaralarla ölçen kadın" ; o benim..

"Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın" da olabilirim ama şimdilik teyakkuz gerektirmeyen bir tarumar tantanası içinde..
dı dı dı dı dıt dıttt dıttt dıııııtt...
Üstümden geçen onca şeyin altında kalamıyor, altımda kalan onca şeyin üstünden geçemiyorsam böyle havada asılı; düşmüyorsa işte hatlar bir türlü; yer çekimi değil, gökitimi bu!..
Hani; bir tartışma veya kavgadan yorulmuş, kulaklarını tıkayıp bağıra bağıra lalalalalala diye şarkı söyleyen kız çocuğu gibiyim ya da, en çok.. Yoruldum.. Herbişeylerden.. Hepsinden.. Tek tek sayamayacaklarımdan.. Bahar gelmiş oysa, "avazın çıktığı kadar bahar" gibi ucuz kelime oyunlarına hala alet ettirecek kadar bizi.. Güneş filan var işte, bulut var, çiçekler var küçük küçük, kuşlar var, bildin mi? Hani salkım-saçak, savruk ve de kavruk ilkyaz öncesi, gugukçuk kuşu var,..? Gideceğim ben ama olsun sen yine de gel; günahlarından kop gel, uykularından kaç gel, umutlarından kap gel vre, ha...?
Nerdeysen ama nerdeysen, her kimleysen, her kimsen..



P/S: Teoman abimizin son albümü dinlenmekte; "uçurtmalar" , "çoban yıldızı" ve "mavi kuş ile küçük kız" dikkat çeken şarkılar, özellikle sözlerini Elif Şafak'ın yazdığı "Uçurtmalar"; güzel, pek güzel..


P/S:2: Hı hı, Teoman dinleyip Elif Şafak okuyan bir genç kızım ben, gizli defterim bile var.


Son P/S: Kulaklarım tıkalı ki, haala...



LaLALaLALALALlLlaALalaLaLlALAlla



"bir gün seni fena ağlatacağım ben .. hem sen o gün o biçimde ağladığında, daha önce hiç öyle ve o nedenle ağlamamış olacak, yine tam şu an olduğun halinle olmak istediğini , bunu enğelleyen öteki isteklerini başarmış olarak olacak ve her bir damlanı daha anlamlı kılamayacaksın, zira anlamladığın değil anlamlanış olmuş olacak.. sen başta kendin olmak üzere herkesi bağışlamaya başlayacaksın sonra..


ve sonra

en kızdıklarının hiç bağışlanamayacağını göreceksin

kızdığı için ve kızdığı ile en sonunda

sen kendini

bağışlamak zorunda kalacaksın.."


...


ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor..

tutkulardan intihar günlerden çarsamba ve ölmekten bir sayfa / sayfa


anahtarı kilide soktu kapıyı açtı ve özlemi bekledi ev boştu /oysa...


çamaşırları topladı özlemi kokladı kokmuyordu kokmuyordu /oysa...


yarınlardan perşembe t u t k u l a r d a n - i n t i h a r ve ölmekten bir gün daha vardı önünde /


vardı . . .


cevabını bildiğin soruyu sormaktan daha aptalcası, yanıtından korktuğun soruyu sormak değilse nedir? nasılsın gibi, herşey yolunda mı gibi, ya herşey yolunda değilse, bunu bilmek çok mu yüceltecek sanki, ya da iyice alçaltacak mı, bir Candan Erçetin şarkısı mıydı bu saçmalığa dem vuran, şarkıyı da şarkıcıyı da yanlış hatırlama ihtimalim herhangi mantıklı bir cümle kurma ihtimalimden kat be kat fazla, "Kendine iyi bak deme denmez saçma kendime bakarım elbet sen hiç korkma " hah böyle bir şey işte, saçma sapan sorular saçma sapan cümleler, bir şarkı sözü daha ekliyim, malum ben sustum gözlerim ve şarkılar konuşsun günleri, "aklımın iplerini saldım", beyin durdu el yordamıyla yaşıyorum, akıl melekem yerinde olmadığı için yırtar mıyım acaba günahlarımdan, yoksa her koyunun kendi bacağından asılması gibi gidişatım belli mi, nevrotik olmaya bir kedi eksiğim kaldı, ayrıca blogumdaki mesaj kaygısı giderek kaygılandırıyor beni, kaygısızca içimi dökesim var sana blog, fısıldasam da bir sen duysan beni..



23 yaşındayım ve her şeyin sonuna gelmiş gibi hissediyorum, öyle..


"..acaba iyi bir şey olacak mı?

hayır, dedim kendime.

iyi şeyler birdenbire olur,

bu kadar bekletmez insanı.."


oğuz atay / korkuyu beklerken


"..düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. hiçbir şey. hiçbir korku. aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından... sakin ol. öylece dur. yaşamdan geç. kentlerden geç. sınırları aş. gülüşlerden geç. anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin. .
tezer özlü

aynaya baktım

seni gördüm dedi/
bildiğini sandığı yüzü değişebilir miydi?
hayatından çıkacaktı/
zaten olmadığı/istemediği yerden/
aslında,tek istediği bir kucaklaşma anında
ellerinin ayırdını ilk fark eden olmamaktı/
algıları ve isteklerinin farklılığı
onun gibi bir 'duvar' karşısında
ki çocuksu aptallığı buna erişmeyi imkansız kıldı/
biliyordu ki,o her çocuksu 'hadi oyun oynar mısın benimle' isteğini/

sırf farklı mahalleden/
farklı giysiler içinde/
farklı 'güzellikte veya farklı güç’te olması hallerini/
aslında ‘güç peşindeliğinden
bi-haber’birini istemediği için
'içine almadı’...


kefenin diğer tarafında
'hayat'ın kendisi
duruyordu...


istanbul'a dair söylenecek onlarca sözcüğe rağmen susuyorum, zira kendisi vakur ve mağrur bir duruşa sahip olmakla birlikte, kendisine dair betimlemelerden pek hazzetmez, zira gerek de yoktur, tabi bu dahil bütün betimlemeler yanlıştır, ehe. çok yordun beni şehir, çok koşturdun ama pek üzmedin ya hu, dönücem ben sana, bilahare..






ilahi ben;

istanbul bırakılıp da gidilir mi hiç..

en azından şimdilik..


Bu gemi nereye nereye gider..


ümidin naylon kanatlarıyla uçarken kaç derece sıcaklığa dayanırız da düşeyazdığımız sözcüklerin sesine yakalanırız, kaç..?!


purplehaze diyorum, sis diyorum, mor diyorum yine, arzular şelale..

Bursa seferindeyim yine, İstanbul'a "hepyek" kırıntıları attım yolda gelirken, izimi kaybetmiyeyim diye, kuşlar yesin diye belki de, geri dönemiyeyim diye?. .

köprülerin güneşleri tam ortadan kestiği, sevinçleri teğet geçtiği o hüzne paralel şehirde, o lacivert ülkede bırakıp günbatımını; yollara savruldum yine.. -bir süre yere paralel gittikten sonra-




bu geri dönülmezlik, bir yere varamamazlık çukurunda, bu yol alamamak - yolda kalmak "bir arpa boyu"nda, bu gitmek - kalmak arafında, bu herşeyinbittiğiyerdebaşlayanşehirde, bu herşeyinbaşladığıyerdeyitennehirde, bu soru işaretleri öbeğinde,, nasıl bulacağım ben neyi aradığımı..?

sahiden gidebilsem keşke, gitmekle yazgılıyım ya hani; arşınlasam sokakları şehirleri ülkeleri denizleri, kimse sormasa nereye gidiyorsun, bir yere mi gidiyorsun sonra! keder olmasa kaça patlar bu döngü, bu yollar boyu yolculuk.. -yol içinde yol olunur bilmez miyim-

söylemeye ne gerek, evimi bıraksan hepsinden önce. evim, ancak ben dönmedikçe benim kalabilse. kapıyı boşluğa açacağım tutsa bir gün. bir apartman, bir evren, bir zaman boşluğuna. ve eli belinde huzursuz bir girdap gibi çıksam evimden edip? şehirle büyüyecek minik bir hortum kadar olsam önce. kaldırımlara serpilmiş çocuk bakışlarından başlasam, gazete parçalarını, bisiklet izlerini alsam içine. adım adım büyüsem, çukurlaşsam, tepeleşsem.. yoruldukça, tir tir sokulsam otel odalarının beyazı eprimiş, sarısı kaşınmış çarşaflarına. uyuyamasam uyunamasam... son uykuyu nerde
çekerim, son bedeli kime öderim, en çok ben bilmesem. .

yüzümde şehrin tırnak izleri, bir sokaktan diğerine aksam. ürpertsem yeryüzünün ipek mavisini.
geçmiş uykulardan kalma bir yorganı havalandırsam..

ezbere bir takırtı tutturup sakin, edepli adımlamak tüm bulvarları. sonra sağaltmak insanlığını, el sıkışmaya yeltenmek ömrünle. barışmadan yaşamayı göze almak..

şu sinemadan başlasam diyelim edip, kaç yıl sonra bulurlar beni aynı afişin önünde? bulurlar mı seni? sen aynı afişi bulur musun bir adımda, edip?...edip?


sonra bir gün işte tamam, desem! niye ki bunca söz? bir ege kasabasına demirlesem kendimi, bir küçücük evim, bir kulaç boyu denizim, iki kol açımı uzaklığım, bir nane kokusu zeytinyağım, bir beyaz dokusu bilge kedim; rakım, kitaplarım ve müziğim olsa, işte tamam desem, niye ki bunca yol? tamam işte sonuna geldin, buldukların aradığının kaçta kaçı? -ne kitapsız ne kedisiz-




ama işte olamıyor "kalbi camdan, kabuğu buzdan, yaraları buzdan" sevgilim.. baş aşağı asılı o umut denen -gözleri yalnızca gece görebilen- yalanın hükmünde, buruşturup attığımız, yok saydığımız lehçelerin o şivesi bozuk sözcüklerine anadili öğretmeye çalışmaktansa, bırak dağınık kalsın siyahlara bezeli yarasa hüznümüz..-ziyan et işleri bakanlığı-


o masal günü gelinceye kadar susuyorum ve inanç denen o delikızıl rengin sularına bırakıyorum kendimi, saçlarıma rüzgar esse senden biliyorum.. - kendini inandıracak bir şey lazım bana- (bira ve kahve..)


sonra işte sadece 15 yaşında bir pamuk helva tadındaki güzellik;

bir "özge" şeker, çıkıyor diyor ki bana;

"-kader denen şey tam da burada başlıyor galiba?"
"-tam da bu çizginin üzerinde işte" diyorum ona, "ötesi berisi yok.."


anlıyor, kendi küçük, yüreği büyük bir kar tanesi çünkü o; eşi benzeri olmayan..



sonra mesela; sonra dünyanın en güzel "öykü"sü katılıyor aramıza, günümüzü gecemizi güzelleştiriyor, tek gerçeğin o olduğuna inandırıyor bizi, saf, masum ve melek sözcüklerinin yetersiz kalacağı bir büyü ve huşu halinde bakakalıyoruz ona, hoşgeldin diyoruz, yine de hoşgeldin.. dünyanın en güzel "öykü"sü çünkü o; su gibi, henüz yazılmamış.. içimizin güler yüzü oluyor birden, o tanrısal kokusu ve burukluğundaki babası için, güzelliği ve su katılmamışlığı için; meleklerin dualarına emanet edip onu, gün'delik deşik hayatlarımıza geri dönüyoruz kilometrelerden kendimize gökkuşağı yapıp.. büyümüştür şimdi; büyümüştür ya, gözleri ne renk oldu acaba?



sonra ben; şarkılar dinliyorum ancak; ancak şarkılarla bulabiliyorum yolumu, sol anahtarının kilidini açmadan, "anahtar deliğine kadar eğildiğimle" kalıyorum ve notaların alelade dizildiği o çizgilere basmadan yürümeye çalışıyorum -tanırsınız benim gibilerini boş sokaklardan-


şarkılara sığınıyorum bu "evsiz kediler sokağı"nda; zarfsız kuşlar gönderiyorum savaşın göbeğindeki o öyküsüzlere, "sevgilime mektup yazdım, postane yerinde yok" diyor şarkının biri.. -hem bak, şarkısı da kalmadı şiirin-

o nerden başlayıp nerde bittiğini hiç
bilemediğimiz gök kuşağını çözüp belimden; kıpkırmızı gidiyorum yeşile kandığım yerlerden..
-ardımda bırakıp, gül çağrısını-

^^bu şarkının neresinde gülmek lazım gelir?..^^


'30 yaşında sarhoşken nehre atlayıp sonra gözden kaybolan, insanı her dinlediğinde bir insan sesiyle neyi ne kadar gerçekleştirebilir gibi bir soru akla getirten, şarkı söylemenin çok ötesinde bir yeteneğe sahip kişi.. (Dido's Lament)


jeff buckley'ın şarkıları doğası gereği şarkı kalıbını aşar; bütünlüklü bir sorguya, iç karartıcı bir hissiyata, adı konulamamış bir huzursuzluğa,bir türlü hatırlanamayan bir kelimeye, kahkahanın en yüksek yerinde nefesinizin kesilmesi paniğine ve bunların hepsinden daha ötesi bir varoluş sorununa dönüşür. (New Years Prayer)

üstelik bunu büyük laflar yapmadan sadece ses çıkararak yapar.bir insan 30 yaşında neden intihar sayılabilecek bir davranışı sergiler ki? (Lost Highway)

dünyanın şifa verici bir yer olmadığı çoğu zaman taşınması gereken bir yük olduğunu keşfettiği için mi? (Dancing in the Moonlight)

yıkıcı bir hakikat olarak hayata katlanamama, onun yerine koyacak bir umut bulamama yüzünden mi? dünyaya gelmenin bir rastlantı yaşamanın bir zorunluluk olduğu amor fati'sinden kurtulma ihtiyacı mı? (Grace)

yoksa ölümün tümüyle olumsuz olmadığını eğer öyle olsaydı ölmenin mümkün olamayacağını kanıtlama ihtiyacı mı? (Lilac Wine)

acılarını birine itiraf etmenin aslında o kişiye acı verdiğini çok erken anlayıverip çektiği acıları dile dökememenin verdiği dilsizliğin bir gönül indirmeye dönüşen hali olarak ölümü seçmek mi? (Lover, You Should've Come Over)

hayatın başladığı an olan doğumun en uzun intiharın başlangıcı demek olduğunu bilip de buna katlanama mı? (Eternal Life)

yoksa doğum öncesi ceninken sahip olunan en ideal benlik olan okyanussal benliğe kavuşma isteği mi? (Dream Brother)

çoktan büyüsünü yitirmiş bir dünyanın bilinmeyen ve bilinmeyecek bir adasına ışıklı bir yolculuk isteği mi?..' (Last Goodbye)


çalar.. hep çalar.. Jeff buckley-Hallelujah

"Kumrular bana bir dal çiçek getirmişler. Yazı uydurması değil, hakikaten bir dal çiçek. Ne kumrular var şu hayatta. Ne efendi kumrular, ne nazik ve kumru gibi düşünceli... Kumrular, bir çift kumru gibi durdular öyle pencerede ben bu yazıyı yazarken. Kafalarını eğip eğip baktılar. “Sizi yazıyorum” diyesim geldi. “Sizi yazıyorum ve sizin gibi kumrular yüzünden hâlâ dünyanın döndüğünü.”Yatma bıçak altına sen de. Git kendine kendin gibi bir kuş bul, taze bir bahar ya da gamlı hazan. Böyle yaşayıp gidiyoruz çünkü. Yılıyoruz ve sonra yeniden ayağa kaldırıyor bizi bize benzeyenler. Sanki yeniden düşmeyecekmişiz gibi değil, öyle bir söz hiç vermeden. Ama hayat küçük bir şey zaten. Sen, ben ve senin gibi kuşlar. O kadar. Gerisi çoğu kez gaflet ve dalalet. Sonra işte kuşlar uçuyor, söz veriyorlar sana, senin gibi olacaklarına..."

"bizim uslanmaz ruhlarımız
hiç kumrulaşabilir mi?
suskuyla yanyana oturan iki kumru…
iki sevgili yanyana oturarak
uzun süre hiç konuşmadan
yani kumrulaşabilinir mi?"

kokusunu çoktan unuttuğun mandalsız bir zaman diliminde, çamaşır ipine asılı güzeldi'li geçmiş
zamanları savuruyorken rüzgara; pamuk ipliğine bağlı gelecek kaygılarının hükmünde, değneğin tam orta yerinde duran "şimdi"yi ıskalıyorsan umarsız; hikaye başlamıştır.

hikaye; annenin mezopotamya'da bir nil nehri'ni sulayıp durmasıdır gözbebeklerinde. babanın, her zaman olduğu gibi kör koridorlarda alkol kokusu, sessiz bir gölge sureti olmasıdır kapı eşiklerinde, dikenli bir kilit sesi. o içeri girdiğinde, sen artık hep dışarıdasın.

hikaye; istenmeyen komşu kadınların bacaklarındaki varislerde, göğsündeki kırmızı kurdelanın parçalanmasındaki anlamsızlıkta büyür.

kaygan bir zeminde tutunacak bir şey bulamıyorken, ve zaten çoktan öğrenmişken yere düştüğünde önce gülüşlerinin kanadığını; yaşam umarsızca bir sallanmadır, kulpsuz.
hayat seni herhangi bir tren istasyonundaki herhangi biri yapmaya çalışıyorken; sen, artık bir peron öpüşmesini uzatıyor olursun; mavi.

hikaye; çekip gidememe ikiyüzlülüğünün yeniden üretimidir, halkanın zincirden kopması, sonra yeniden eklenmesi sahte bir tanrıya duaların..

başka türlüsü, diyememektir, çokça.

göğsündeki izbe meyhanede kaç taşralı memur ölüyorsa her akşam, o kadar hikaye küflenir şarkılarda.., -bir yangının külü de-

bir afrika ezgisinin ateşine çıra olsun diye kanırttığımız yüreğin cılız kemikleridir hikaye; bir parça ekmeğin hatrına güttüğü kandır.

besleme kızın kapıcıyla yapılan düğünündeki fosforlu neşedir hikaye; limonata ve kuru pasta.

hikaye; kanatlarını kıran yazgıya her güz başı martılar uçurmak ve her ikindi patiskadan kanatlar biçmektir kendine..

hikaye budur; sürgün de..

ah, ka(hı)rla karışık günlerden sonra mutluluk gibi birşeyler de oluyor bazen -çok kısa küçücük ara sıra bazı bazı-


çoğu zaman külfet gibi algılanan, ille de yapılagelen okul/şirket yılbaşı çekilişlerinde "kesin bana gereksiz bi'şi" gelir, diye beklerken, bu sene "cemal süreya-sevda sözleri" nin gelmiş olması, üstelik içinde şirkette çalışan ince ruhlu arkadaş tarafından cemal sü'reya'vari bir not düşülmüş olması, olalala! şaka gibi.. hayır kitabı daha önce alamayıp da şimdi hazine bulmuş gibi olmamdan değil sevincim, hayatın böyle sürprizler de yapabiliyor olduğunu -hala- görme sevincisi..olala!

sonra bi'kaç güzel bi'şey daha işte, güzel insanlar, güzel sözler(sevda sözleri?), güzel umutlar, güzel bi'yerler, saçlar, montlar, botlar, karlar kışlar soğuklar -paramparça aşklar ve-köpekler, sigaralar, gülüşler, umutlar, ve de güççük mutteşem bir "ev" prototipi. budur!:

(orman ne güzel, ne güzel melodisi eşliğinde)
kemerburgaz dönüşü onca soğuğa, kara, yorgunluğa ama yine de bir sürü güzelliğe rağmen dönüşte hızımı alamayıp, kendime bir poşet dolusu cips, çikolata, ve de elma şekeri! almam, diğer poşetinse zaten aşırı dozda mut içeriyor olması(bkz: sevda sözleri) itibariyle iki poşet dolusu mutlulukla döndüm eve bu akşam, uzun zamandır yapmıyordum bunu;


onca soğuğa, kara, yorgunluğa rağmen..


*sahi ben en çok nesiyim, kimin..?
*ve istanbul bazıları için hala, ne..?


dokunulunca irkilen,
eşyaların arasına doğru hızla ilerleyen,
kaçışan, saklanacak delik arayan böceklere
benziyor sözcüklerim bu ara; bir şeylere
'dönüşüm'ler
belki bi' gün; kim bilir..

Yorgundum


dağlardan

b eterdim..


"bir gün," demiştin bana, "günbatımını tam kırk dört kez
izledim!" sonra da, "biliyor musun," diye ekledin. "insan
günbatımını çok üzgün olduğunda seviyor." "o sırada çok
üzgün müydün?" diye sorduydum.. "hani şu kırk dört
günbatımı izlediğinde?"
ama küçük prens hiçbir şey
söylemedi bu soruma karşılık..


tamam tamam, geçti bile, tipik ikizler burcu karakteristiği belirtileri, siyahtan beyaza, kırmızıya, mora, maviye kesti yine etraf.. bursa hÂla güzel hem, hadi tokuşturalım kesik bileklerimizi..




cheers!



benim adım ebrulii, biraz gerçek biraz rüya, yalanını sevsinler, yalansız dönmüyor dünya, trilaylaylii..




ağlayamayarak, uyuyamayarak, kusamayarak, dokunamayarak, susarak, kanırtarak, dayanamayarak, anlayamayarak, bilerek bilmeyerek istemeyerek, istemeyerek..


sabaha varamayacağım lanetlikte bir gece daha, olabildiğince zifiri, olabildiğince zift, olabildiğince asfalt yine..

"ah hayat, benden kaçırdığın ellerini hangi ceplerinde saklıyorsun..?"


hani tüm bu herşeyin boktanlığına değil öfkem, bokun da kendine has bi' duruşu vardır ama bu şey.. bu kıvamsızlık, bu renksizlik, bu hissizlik, bu tutarsızlık, bu hiçbirşeysizlik, bu ne yaparsan yap, olmuyor bazenlik bu çılgınlık bu insanlar bu atmosfer bu hava boşluğu bu türbülanslar..


tanrım.. nasıl dayanmalı buna bir duan yok mu..


"midem bulanıyor, galiba dünya tuttu.."

olmaz ki kursağımda kalmasa, hiç olmaz.

Bilenler bilir; "bir çiçek yılı sonra" diye çok eskılardan bir albüm var; "murat özyüksel" diye bir adam var, içinde deli işi şarkılar var, ne yapıp edip, edininiz bir yerlerden, kendinize bir iyilik yapın ve bu şarkılardan yoksun kalmayın; güzel bir pazar sabahında dj iniz.. öehh.


bu sabahki mutumsu şımarıklık dalgalarının sebebi uzun bir aradan sonra tekrar Bursa'da olmamdan, tadı damağımda kalmış öğrencilik hayatının güzelliğini bir kere daha temize çekiyor olmamdan, İstanbul'daki mutsuz suratlardan sonra Görükle'deki cıvıltılı öğrenci populasyonu ve arkadaşlarımla eski günleri yad ediyor olmamdan kaynaklanıyor, evet, heleloy.

yok yok geri dönerim ben bu şehre, "bir çiçek yılı sonra" yı bile bulmaz belki..

demişti biri zamanında; "bir şehri neden sever insan?"..

ama yani dinleyin siz bu albümü muhakkak, her bir şarkı birbirinden büyülü ve orijinal, daha önce neden keşfetmediğime hayıflanıyorum ben de, ama şimdi kendimi Bursa sokaklarına atıciim ve geçicek hepsi. hayıf.


p/s: albümdeki güzel şarkılardan biri de "günaydın sabah" ...

sözlerini de yazayım da tam olsun; ehe:

kiminin adını sildik defterimizden
kimi oyalı yazmalarla dolandı boynumuza
açtık açıktık sarmaya hazırdık ki
iki kucakla
yine de
ya biz geç kaldık
ya biraz erken geldi.
beklediğimiz,
beklediğimiz

günaydın sabah,
adını sildiklerimiz
günaydın sabah,
yanı başımızdaki

sevda, sevda, sevda


...

".. çünkü ben, ayakları hiç bir zaman yere basmadığı halde, ayakkabıları sürekli delinen biriyim.."


o değil de; denge diyorum, önemli bi' şey. renk diyorum, duruş diyorum, tavır diyorum.. ya öyle; ya böyle.. olmalı mı olmamalı mı? hayal burukluğu diyorum..

şirket hayatı, ofis çalışanı, plaza insanı kimliğimden bi süreliğine sıyrılıp gidiyorum diyorum..

sabrımı deneyen sen ey sebep; sana geliyorum diyorum.. derdim çoktur hangisine yanayım diyorum.. istanbul bana neler ettin diyorum.. gurbete kaçazaim kuzum, cam kenarlı otobüslü yollu duraklı bir yazı döşeneceğim sonra, oradan da gideceğim, gittiğim yerlere geri döneceğim.. diyorum. gitmekle yazgılıyım, dönmekle sonra.. bi' gün benim de bi' istanbulum olucak diyorum, ama böyle değil. istanbul bu değil. hani taş toprağı altın istanbul? diyorum..

çok bile diyorum aslında, çok bile dedim, dedim de ne oldu.. diyorum.. uzayıp gidiyorum..


her şey aklıma gelirdi de, istanbul'da iken bursa'yı böylesine özleyeceğim?..


bursa yolları görünüyor yarın.. ne güzel.. ne güzel..
(orman ne güzel, ne güzel melodisi eşliğinde)


niyeyse, eskilerden bi' karalama, rasgeldi, paylaşılageldi. ezginin günlüğü-dut ağacı eşliğinde okunursa, ne güzel olur?


mayıs sıkıntılarının, kasaba meyhanesi gibi mutsuzlukların takvimlerden kendine yeni yeni yapraklar kopardığı yıllardı, güneş bile henüz alışkın değildi çocuk gölgeme hüzün vurmaya, ben; arka bahçe sürgünüydüm o zamanlar, sadece orada yer bulabiliyordum maydanoz kokusuna, sadece orayı mesken biliyordum ilkyaz akşamüstlerine, "akşamebesikilit" koşuşturmalarına sadece orada geçit veriyordu "dışarısı". sokak, kirliydi çünkü, sokakta insanın başına her türlü kötülük gelebilirdi, sokak, "çingeneler zamanı"ydı mesela, başıboş köpekler mekânıydı, en iyisi biz arka bahçede kalalımdı...



"arka bahçe" üç tarafı betonlarla çevrili tüm iç acıların toplamıydı o zamanlar ve biz, komşu çocuklarıyla orada kendimize yeni oyunlar icat ederken, belki yalnızca bir işe yarayabilmeyi, köşedeki dut ağacının tepesinde kendimizi bir şey sanmayı-in oradan, -düşeceksin!- ağacın cetvel tanımaz dallarına tutunarak öğreniyorduk. sonraları keşfedecektik bunun takdire şÂyan bir yanı olmadığını, ama olsundu, neticede dikenli tellerine ben'cilik oyunlarını kanattığımız küçük bir sınır ihlâliydi orası. dut topluyorduk ağaçtan, en yükseğe tırmanan sallıyordu dalları, yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesiliyordu ve yerlere düşenleri toplamak hep, rüzgara düşüyordu, bir de kedilerin bile yüz vermediği kapıcının yaşından çok daha küçük gösteren oğluna... en çok onun renksiz,(sarı?) yüzündeki o ağlak ifadeye üzüldüğümü hatırlıyorum o zamanlar, yediği dayakların içime attığı kesikleri biraz olsun hafifletsin diye ona yardım etmeye çalıştığımı, annemin ezan sesine karışan eve çağrılarını, annemin dut sevmediğini ve annemin acaba benden başka bir şeyi sevmediğini mi düşündüğümü... ateşlenirdim çokça, yaz süregitmekteyken ve ben hastalandım diye cezalandırılırken, arka bahçeye bile çıkamazken, mutfakta oturup dut ağacının yapraklarına kim bilir neleri asarken, pencereden görünen avuç içi kadar denizi "mavi"ye denk tutmaya çalışırken, içimde hep o sürgünün körebe yalnızlığına çareler arıyordu çocuk gözlerim. dut ağacının damağımda bıraktığı o kekremsi, o zemheri tat bundandır belki. hep bir mukayese çabası işte, bir tarafta yitenlerin muhayyel dökümü, diğer tarafta geçmişin, siyah beyaz zamanların gerçekçi fiil çekimleri...


bu bir özgürlüktü aslında belki, değil mi ki kimselere söyleyemediğim altı çizili satırları arka bahçelere hapsederken, orada sadece kendi hacmimden ibaretken, benim olan, aidiyet duygusuna hâsıl olan bir şey vardı işte. bütün cümlelere yetecek kadar nokta, bütün virgülleri tamamlayacak kadar sözcük, bütün özneleri boyayacak kadar "dut" vardı orada. ve yeteri kadar karalama. onun için, çocukluğumun, üzerinden çok okuma geçmiş nüsha temizlerine değil, arka bahçelerden, sürgünlerden, yasaklardan, uzaklardan ibaret müsveddelerine talip oldum hep. dut ağacı o müsveddelerden biriydi işte, pamukhelvası akşamüstlerinin yakasına iliştirilmiş bir n'azar boncuğu zihnimde...




sonra o dut ağacını kestiler. yaşlıydı, kurtlanmaya başlamıştı, dahası dut falan da vermiyordu artık, kurumuştu işte. annem, umursamadı, içimde ne denli bir boşluk yarattığını hiç bilmedi o dut ağacının, zaten dedim ya, sevmiyordu onu... ivmesi giderek artan düşlerin karanlığında, çocukluğumdan düşen yapraklar bir bir sararırken, ki ben de artık büyümenin o mevsim değişikliği kökenli kırıklığından, kabuk bıraktıran tehlike anı korkularından geçiyorken anlıyordum yavaş yavaş;


"meğer ateşli bir hastalıkmış hayat... "

yaralı bir arıkuşu. ve güneşli havalarda da uçmak zorunda kalan yağmurkuşu ölçeğinde...


bir yerden bir yere, bir vakitten diğerine, bir ovadan bir dağa tepetaklak, sırtüstü, sereserpe düşüşen zaman kırpıntıları.. hani; gazete sayfalarından çeşitli fontlarda, stillerde, renklerde ve ebatlarda kestiğin harfleri bir kağıda yapıştırıp, anlamlı cümleler oluşturmaya çalıştığın bir mektup kağıdı gibi istanbul.. tüm bu karmaşa, tüm bu kalabalık, tüm bu yağmurlar bu otobüsler bu duraklar bu martılar bu sabahlar bu akşamlar tüm bu yüzler bir zarfa pullanır mı, hangi şişeye sığdırır da göğünü bu şehir; hangi ^ıssız ada'm^ ın hangi kıyısına vurur kendini; kimin gücü yeter açıp okumaya, kimin lugâti; anlamaya..?



-mektupları şişedeyken, bir de bakmış deniz yokmuş?-

hissedebilmek için öncelikle sığılacak/sığınacak bir yerin olması gerekiyor. kendini bir yere oturtmamışken-yersizken-her yerde olabileceğini sanıyorken hiçbiryerdesin. hiçbiryerde olmanın hiçkimliğe-h/içliliğe çaldığı bir tepe.. hiçbiryer/deliğin sonuna yaklaştın. bir yer seçip sığınacak ve ayak bastığın müddetçe senin olacak o yerden çıkacaksın yola. senin olan sen olduğun o yerden baktığında eseduran rüzgarlara, hissedebileceksin her notasını zamanın. sonra o tepeden yuvarlanıp aşağılara karışacaksın zamana. döneceksin sulara..


sonra sonra sonra.. sonra diye bir şey aslında belki de hiç yoktur. tarih dışıdır sonra..

yoook yok men heçem, men yalanam..


hani taşıyamayacak gibi olunca, hani “altta kalanın canı çıksın” oynarken eklem yeri gibi sakat bi' yere ağırlık biner de üsttekiler tepinirken ne ses çıkarabilirsin, ne dur diyebilirsin, ne kurtulabilirsin, öylece geçsin diye beklersin, hah, işte ben çoğu zaman beklediğimi hissediyorum.


belki de o kadar acımadı da sırf poz olsun diye? pekâlâ mümkün.

* * *

koşuyorum büssürü, sürekli, mütemadiyen; dur diyene kadar.. biri.

yalan; sıcak yarada kezzap, beyin zarında sülük, ayna aksinde tokat..



en yağmur yerinden ıslatmak gözdiplerini, en güneş yerinden açtırmak gözkuşağını; çoğu zaman iklimdışı ikilemlere yol olmak, seçim yapmak, a ile b arasında, alfabenin otuzuncu harfini bulamamak, harfsiz kalmak sonra, hecesiz, tümcesiz, kaskatı kesilmek..niye söylenir yalan, nerelerinden kesilir bir damar; kan geçiti olmaya ramak, tünel olmaya ırmak kaldığı yerde, kara görünmüşken üstelik, etraf karaya kesmişken, hangi kalemin sivri s'uçlu mürekkebi; bunca harfsizlikte hangi harfleri bir araya getirir de kırmızıya keser ortalık, kanardamar olur;





öyledir ki ve gerçektir, herkesin geçerli bir nedeni vardır, ya da bir nedeni yoktur yalnızca öpmüştür, ya da iki yol vardır, hangisini seçsindir, ya da işte düştür; düsturundan sual olunmaz, görünmez hokkayla yazılan yazılar vardır bir de, alından, morundan, güzünden baharından ömür biçilen, işte o defterin silgi tanımaz karasından bilinir yalanın rengi; "mecburen"dir, "mecburiyetten"dir, öyle olmak zorundadır ya da öyledir ve gerçektir işte; en yalan yerinden gerçektir bu zorundalık, gerçeğin güzkarasıdır nihayetinde..




yağmurlar yağıyordur sonra hâla, mazgallara çocuk ayakları sıkışıyordur, köpekler hâla havlıyordur, yalanı, yarını olmayan bir dilde kediler ve kitaplar konuşuyordur aslında, ama yalanın hükümranlığı gerçeğin azınlığına dokunup durdukça, tebeşirle çizilmiş bir seksek oyunu kadar uçucu o "sınır" bölgesine ayak basıp durdukça, "yandın!" diye atılıyorsundur oyunun dışına, -farkında olmak sızın-.. ^




yalan; sınır çizgisinde mayın, fareli köyde kaval, af dağında masal; kurtuluşun eskizi, kara kalemi renksizliğin..



{-dün gece bileklerim kesikti sevgilim, ç'alışamadım..}