eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"


"arz-ı hal etmeye cÂna seni tenha bulamam,

seni tenha bulacak kendimi

asla bulamam..."


(selikÎ(16.yy))



zaten bu şehir öyle bi' yanık ki her yer sen tütüyor.. süveydam, göç masalım sesine tutuşturduğun harfi büyütme orda daha fazla, yanmaktan müebbeden men..

sahi, kimsin sen?

sükut-u hayal?

peki.

geceyi piç etti yine bak şarkılar, senin sesinden olanlarıysa hiç saymıyorum bile.. senin yüzünden bakanları görmüyorum. bizim masalımızın başı sağ olsa, musallat'aşı zerre kıpırdamazdı yerinden biliyorum. bir helal'e bakar şimdi yazgımız, nasıl bildiysek öyle...

orda öyle kımıltısız, uykususuz, odsuz yanarken sen, yüzüne vuran ışıktan bile haberdar değilim sanıyorsun biliyorum, oysa yollar kendinden sorumludur hangi virajı dönse, hangi sapağı geçse kendine döner yollar.. sana en çok anlatamadığım buydu; gelmek gitmenin öncesiyse eğer, dönmek hangi yangının sonrası..? sen anlamış gibi yaptın, sonrasızlığa öncelik tanıyan bir seyrüseferin o kırmızı ışık telaşında bir sigara yakımı sarıldın sesime, iki kol açımı uzaklıktan...

yazmaya koyulduğumda sözcükler o yoldan geçiyor illa, sır vermedim illa...



...bir lanetli bu şehir bu insanlar hiçbir şey bilmiyor tanrım bu işin sonu nereye varacak her taraf her şey bütün binalar ve gözler çürüyor bulutların birikişi gibi gözle görülür bir şekilde cerahat fışkırıyor her yandan sarı çiğ bir sesle yağmur halinde yağıyor kimse saçakların altına saklanmaya bile yeltenmiyor...


Peki hadi diyelim, ağladım ben yok yere.. ben yoktum ki zaten, hiç bir zaman.. İki nokta kabul görmez diye değil mi hep bu yaptıklarınız ey imla yüksek kurulu. Hüzün hakkımı kullanıyorum, izlenme hakkımla beraber, seyirme hakkımla beraber. Mâlum -u îlam benim yaptığım, sende bunu bile bile seyrediyorsun ya şeker portakalım, Bırak Allah aşkına..


geldim.


bir süredir yazmak konusunda fütursuzdum.(sırf bu kelimeyi kullanmak için belki, evet) bi'şey işte. hani olur ya, anladın sen. (gülme stepan) mekan değiştirmek o kadar da kötü birşey değilmiş, ve hatta adına ferahlık bile denebilecek bir "huşu" halinde tezahür eden bir rahatlama hali söz konusu bünyede. ("güzel oldu bişeyler sana benzedi" demişti biri zamanında, öyle işte) güzel evet. böyle iyi. bir miktar umut enjekte ettim sigarayla ciğerlerime, fazla geldi, hazımsızlık yaptı, parmağımı istanbul boğazı'na sokmak suretiyle çıkardım, rahatladım. geçti.


"bu karanlık böyle iyi, afferin tanrı'ya" anathemalı harfler kazıdım duvarlara, "lost control" şeklinde okundu, iyi de oldu. (yes, i'm falling... how much longer till i hit the ground?)

fotoğrafları söküp tekrar yapıştırdım duvarlara, duvarda kalan bant izlerini halının altına süpürdüm, masamın altında kalan kimbilirhangiacıdankalmışsigaraizmariti'ni tavan arasına süpürdüm, çocukluğumun yanına.


mut oldum bi'zaman. -mış gibi ama. yani sahiden bir "mut" nesnesi belirdi ufukta, dolaylı yoldan tümledim ama kitaplarımı raflara dizerken dik dik baktı yine k.iskender "çok ayıp bir şey" dedi. "mutluluk" dedi. pıstım. önüme döndüm. bi'daha olmasın dedi. ölürken özür dileme borcunu bıraktım perilere...


sonra bitmeyen, bir türlü bitemeyen, nükseden, kronik stabilize gölgeler geldi geçmişten, hÂla, dediler, "ah omzumda bir kesik el ki/hala, hala durmadan kanar" onları hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oyalı çok olmuştu ama, "orda kaldı yanağımın bir yarısı, kendini boşlukla tamamlar." bir yangının külünü yeniden yakmak, iki cılız dal parçasını bir birbirine sürtmekle ne kadar mümkünse işte o kadar, "bütün mümkünlerin kıyısı"ndan geçtim, geçti, gitti.


masumi'yetimin ceremesi yok.. efil efil geçti içimden harfler.. "eğ başını usul usul yürü" dediler bir de, "hep denedin. hep yenildin. olsun. yine dene. yine yenil. daha iyi yenil."

var ya..

hayat, kendi kendine oynayan bir pandomim mi? diye sormuştun ya sen,(arkadaki!) ben yine soru işaretinin çengeline asıldımdı ya, "asıl iş bir sonuca varmakta, " dedim. işte ben o günden beri ordayım, son-ucu, kıyısı, çıkışı, yolu yok bu karmaşanın. "varabilir misin" lusin, dedin ya..

sesini iliştirdim sesime.


ey lül!, sen hiç yokmuşsun gibi yapıyorum farkındaysan, çünkü bu kez gerçekten "fazla" oldun, lütfen tekrar dene, kapıyı vurmadan da girme içeri..


mevsimler, kara tahtanın önünde, ayakta...


o değil de...


"bıçaksırtı" sözcüğünü bulanın da alnından öpmek istiyorum, çok ayrı bir konu.. balık sırtının da kendine has bir keskinliği olsaydı keşk'e, rengÂhenk bölünseydik böyle. vatan b'ölünmez bir bütünmüş, ABDullah gül'ün dikenini seven anayasasına katlanır, o da bambaşka bi' Recep'tiona artık...


("bir konyak daha içer misin" stepan?)


"ardımda bırakıp gül çağrısını..."


in sandım, ben bu şehri kış uydusuna yatılan, uydu^rma göçlere kanatlanılan bir in sandım. sen say ki ben hiç uyanmadım, hiç yakmadım ateş böceklerini yaz'dan kalma güneşlerde, sen öyle san...

"Ayrılalım Stepan, belki biz anlaşıyoruz ama

İlkemiz ayrı yaşamak

Ve ne varsa işte bu ayrılıkta."


çok uzakta öyle bir yer var, biliyorsun, belki...


"Adım Stepan, Lusin.

Yani ben

Bir satranç oyuncusu olamam."


bilmeceydik, orda öylece dururken sen, boynunda bir parça kan korkuyla yüzüne bakardım ay ışığında kan rengi kuşkulara batardı kalbim kim olduğunu düşünürdüm bilmeceydin on sekiz çarpı on sekiz kocaman zor bir bilmece


ak kareler bendim karalar sen biz ikimiz kolay çözülmez bir bilmeceydik


"Elini ver Stepan, ne de olsa bir anlaşmadır bu

Belki de bir anlaşmadır."


nokta.



"şarkılar bir çığlığa sığınmaksa şimdi..."


(sen sus ey lül!)


biter her şey.. bitermiş bi' gün..


ben bugün 4 yılımı toplamışım yalnızlığımla yas^ak ilişki yaşadığım odamdan, ben bugün düşlerimi bulaştırdığım çarşaflara sözyaşlarımı gömmüşüm, bugün ben ç'ölmüşüm, ıpıslakken, ıpıssızken böyle...


"ağla biraz ağla, umudun cilalanır.." demiş sonra birileri, duvarlardan fotoğrafları, anıları bir bir sökmüşüm, canım yanmış, zaten benim canım hiç düz olmamış ki, eğreti duruşlara yazılmışım..


sonra..


sonra biri gelmiş geçmişten, suyun öte yanından, ateşe verilen bi evin küllerini getirmiş yanında, yeniden yakıp geçmiş öykümüzü, hala, demiş hala se.. aslında.. belki bir gün...


son kez omzundaki eğime dayanıp kokusunu içime çekmişim. gülüşünü gözlerime.. ben zaten hep sineye çekmişim, baştan söylemişler bana, hayata bir sıfır başlamış çocuklar nisyan ile maluldur..

odamla, artık bana ait olmayan pencerelerle, duvarlarla yüzleşiyorum son kez, yalaaann diyolar bana, bu cennetler bu cehennemler bu med-cezirler, bu gökkuşakları, bu uçurum kenarları, bu uzaklar bu yakınlar bu çığlıklar bu yankılar yalaaann!..

eyvallah diyorum, inanmadım ki zaten hiç, acımadı ki.. yaşarım biter, unuturum gider, yakarım uçar gider..


en sonunda eylül ile kendimizi yalnızlık diye bir hissiyata vakfediyoruz ama bir ovanın illaki düz oluşunu anca anlıyoruz. boynumu kıdemli bir atkıyla saklama zamanı da yaklaştıkça gitmek bana hiç şiirlerdeki gitmek gibi gelmiyor..


artık hiç birşeye şaşırmamayı öğrendim, soruları yalnızca kendime çengellemeyi, sadece kendi boynuma virgüllemeyi acının notalarını..


bildim. ben sandım ki hep böyle gider. filmlerdeki gibi "masayı donat" derim, donatırlar. öyle sipariş olmaz güzelim. böyle yalnız kalınmaz. bir öperim aklın kalır. Yeterlilik sınavı olsa doğduktan sonra. Yetmez o da yetmez. Doğulmasın en iyisi. Doğulamasın arkadaş!Geldim. Tutuşmuş odalardan, adalardan modalardan geçtim. Duyduğun kısmı ne ki duyurmadan öldüm öldüm dirildim öldü möldüm dirildim. Dirildim dediğime de bakma. Ularım ben böyle arada. Sen bana bakma.Bak ma. Yaralar bizim içindir. O gördüğün yara değil kabuğudur abartma. Yara içeridedir göremezsin boşuna bakma. Üstüm başım toz içinde. Kir değil bak toz bunlar. Toza buladım kendimi anne. Aklımı sana buladım. Ağlamadım. Say ki terliğim kayboldu. Tut ki terliğim kayboldu. Anlamadım.An la. Bir kadın bundan çok önce: "beni bir kuzgun büyüttü anne, sen adına hayat dedin" demişti. Yaz, oku, anla. Okumayı çok isteyip okuyamadığın o hayalindeki büyük şehir lisesine seni almazlar bu saatten sonra ama girebilirsin kapısından üniformasız, çantasız. Önünde puştlarla kuşatılmış bir hayat. Elinde simidin, çantan. Öyle cesursun ki. Okul o okul değil. Şehir bir hayli küçük. Simit bayat da olsa. Ol sa.Olsa olsa bir sakallı, bir merhum alır kalemi eline: "Elim açık, dilim kapalı, gözlerim kan çanağı anlamında..." yazar önündeki kağıda. Bazı cümlelerin sonu yoktur. Olsa olsa üç nokta... Hatta bazen iki..Susma.


böyle -miş'li, -di'li gelmiş geçmiş bütün zamanları birbirine ulayarak gidiyorum eylül, kokun hala üzerimde.. bana korkular bıraksana hadi, bir de yeni başlangıçlar..


bir kendim..


bir ben..



ileriye mi, geriye mi, nereye olduğunu hiç bilmeden, kapkara bir çığ^lığı sırtlayarak g^itmek...


sonra altında kalmak o çığlığın, sessizliğin yankısında boğulmak, ıssızlıklarını değiş tokuş etmek saniyelerin, dakikaları birbirine düş^man edip, uykulara d'üşüşmek sonra saatlerce, ellerini tanıyamamak zamanın..


-mak ekinin en mastar olduğu yerden kelimelerce dilimlenmek, yalnızlığını emanet ettiğin, kendinden çok güvendiğin sözcüklere en gizli öznelerini evlatlık vermek sonra, üvey cümlelere cami önüne bırakılmış yük^lemleri giydirmek, artık bu yükü taşıyamamak..


sonra sonra sonra...


sonra diye bir şey belki de hiç yoktur..


sevap ve günah kayıtlarından sıkılan bir melektir artık yazı...



"Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu... hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı... İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, ve biraz omuz kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! ... Gecenin bu yarısında... Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı... Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız...ediyorsam...eğer... Sen... Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !"
küçük iskender


..."Her ipi denedim infazıma...!"


Düşlerine yağmur vurdukça kanayan yitik bir evreni,tekil çokluğuyla donduran bir çığ-lıktım sadece.Yaşasaydım ka'bir yaşında olacaktım.Dumanı tüttükçe sönen mühürlü ateşlerin közünü kuru'tan bir is-yandım...
Yer-yüzüne basan zamanın ayağındaki mayasıl bulaşmış olmalı tenime,çürüyorum!Bu naylon bakışlı şehrin (s)ur diplerinde kalbime yayılıyor zehir,felçli bir yetinme güdüsüyle ötenaziye konuşlanıyor tüm adreslerim.Yüreğim ancak ölü bir beden sıcaklığında,kalbim -kendine bir yalan-atıyor...Azrail'i bile inandırdım yaşadığıma,sualsiz bir duanın yalnızlığa mahkum mahşer-i kebir taşında. Kanayan her hücresine damıtılmış çığlığımı avutuyorum sessizliğimle.Kül rengi ayazlarda Tanrı eli değmemiş günahlara dayanıyorum kendi gölgesine pusan evliya sabrı gibi.Korkunun cesaretlendirdiği iki damla gök-yaşı ve sonsuzlukla ölçüşen virgüller koydum suskun kelimelerin kifaye düetlerine... Bu, sus payı na-sır paydası! Değişmeyecek artık bu sonsuz sürgünlüğümün eski yasası.Nefessiz soluklarda yitirdiğim bir Olympos gecesinin suretini arıyorum...Her çöl kendine de sürgündür ya bir de.Alacak'aranlık (d)eğince güne,yoldan çıkmış bir meleğin şehir çöplüğünde bulduğu tükenmiş kalemin zaman kavramını altüst eden mürekkebinde (g)izli herşey.
Her kaçış kendine mülteci...!
Bıçaksız devinimlere militan zamanlar... Genleriyle sevişen ve gitgide çürüyen bir mikro(p) evren! Acil kalp nakline ihtiyacım var!Aklın tütsülemediği,günahın gölgelemediği,şüpheyle bıçaklanmayan,öfkeyle kurşunlanmayan...Issız ve dipsiz bir gölün siluetinde boğdum çünkü yansımı.Kiş'ilik kanseriyim.Ser'e serpile kendi kanımın-ya da herhangi bir anımın-pıhtısında dondum! Sır(f) bu yüzden işte,kirli çıkın bir iç yaranın sızlarından bile alacaklıyım.
Bir seraba düş'tük biz,bir düşe gerçekliktik.Oysa mürekkepsiz bir kaçışın tortusunda kan tutmuyordu harfler,alfab'etik sırayla kurşuna dizdiler bizi,satır satır...Hiç hececilerdendik ve yalnızca dizgisini azat,yazgısını berbat etmiş bir nota koyduk bu boşluğun perdelenmiş kuytusuna.Portrelere asıp gözlerimi-zi...
Sonraları keşfettim çaprazlamayla karakterleri sonsuzluğa betonlamayı.Sonrasızlığa öncelik tanıyan kördüğümlerdi derin sığ'ınaklarım,hafızasını kaybetmiş bir yaranın kimliğinde,kendi kabuğundan alel'ecele soyulmuş.... Yaşasaydım ecel yaşında olacaktım.Karanlığından ritimsiz geçtiğim bir kalbin kaza süsü verilmiş intiharıyım bu yüzden en az,güneşi ödünÇalınmış bir gecenin kuytusundaki çocuğun kırılması muhtemel düşüyüm en fazla...
Ki; Oda sıcaklığında muhafaza edilecek kayıplarım kalmadı,intihar etiketli aldanışlarım da,tedbiri aşktan alınmış ve çölde yalnızlığı,dahası acıyı üzerime kuma getirecek bir bekleyişim de...!Sözcüklerimin arası uçurum, ağ tutmuş harfler birbirine ölümcül,ve her ağıt kendine zehir,yaşanmamış bir ömrün nefesinden müebbeden men...!
(eskilerden, yerleske.net zamanlarından bi' karayazın...karayaz...karaya...kara..kapkarayım yine...)


kayıp zaman, yitik gölge, esir kent, kurak ayna, uzak dünya...


Sesinden kalanları gözlerime yağmur saydım, içime yağanları şarkılara böldüm, şimdi hepsinden birkaç sone, adını ıslatıyor içimde... kupkurakken böyle, ıpıssızken ben, bir tek adın su veriyor gölgeme, o yüzden güneşin içinden geçiyorum çokça, adına bulanayım diye, daha da...


Gün^eşim saydım diye seni, güne bakan yarasalar gibi asılı kaldım içimde yeşerttiğin ağaçta, gövdemde adın yazılıyken hem de; bırak baş aşağı kalsın siyahlara bezeli yarasa hüznüm..


Öylesine yazık bir kayıp duygusu kaplamış ki içimi, ben sokup atılamadıkça derinlerimden, susturulamamış kaygılara göz yumdukça, yalnızlığıma yaklaştıkça, gazetelerden harfler kırparak yaşıyorum sanki günlerimi. El yazım kendimden yorgun, kendime yabancı...


Çok kere içtim ben bu sudan, hiçbiri senin kadar duru değildi. Yansıyanıma gülümseyişimden korkup da boz bulanık cümleler kurmasam belki bamb^aşk^aydık... Kim bilebilir ki?


Dizlerimde tükenmez izleri, adını taşıyorum...portakal çiçeği siniyor diye içime, içinden turuncu harflerle geçiyorum, ellerimde yanık kokusuyla akarsuya yazgılı gözlerini bekliyorum...

İnanması zor biliyorum ama yine de saçlarıma rüzgar esse senden biliyorum...


neresinden bakarsan bak, sihirli aynalar gibi dünyanın çivisini söktüren, olduğundan farklı görünen milyonlarca "şey" e (ardında adsız kaldım) bedel grimsi bir renk hep payıma düşen... yan(ıl)mışım, renklere kanmışım, bu yüzden en çok gökkuşağından alacaklıymışım... içime ses olan onlarca suret, onlarca yalan, onlarca sahte "şey" içimde paslı bir bıçağı defalarca kere döndürürken, sonunda yine kendime kalmışım, nereye gittiği, ne zaman varacağı belli olmayan bir tren camındaki ağlak çocuk yüzü olmuş ruhum... kalbimse her defasında kendini vuran, her oyunda yeni'k bir zafere konuşlanan bir rulet çarkı...


öl ellerim,

öl kalbim,

öl gözlerim...


"sen, katil olamayacak kadar cesedimsin benim..."


Tükürmez insan kendi yüzüne, masumluğunu çizer gökyüzüne hep kendinde büyür kendinde yok olur çevredekilerden ziyade. Yinede biri sebeptir yaşananlara, onu yaşlı kılanlara aldatmanın içli hazin öyküsü vardır her bir uzvunda en çok yara alan yer simalarıdır kendi göremedikleri, bir de vicdan sorgulamadıkları. Kör talihin talihsiz oyunlarıdır bunlar, sorgular yine içe dönük. Yaşanır yaşam, olaylardan kıl payı sıyrılmış garipliklere sığınırken benliği benimserler. Basite indirirler yaşanmışlıkları, en çok da kendilerini. Bunca yaşananın yanında güzellik belleğe çizilmiş siyah beyaz resimdir, sırası, yeri geldikçe anımsanan. Sonra renkli yaşamlardır yaşanacak ve yıllar sonra siyah beyaz bellekte yerini alacak. Herkesin bir hikayesi var, herkesin bir yürek burkan acısı... Ve herkes kendini unutup herkesle meşguldür, yoğunluğun aynasında kendisidir odak nokta, kırılsa parçalanacak çevre, zedelense zelzele misali, yetmeyecek enkazları kendine,toparlanamayacak. Yaşam denizlerin maviliğinin gökyüzüne benzerliği gibi görünsede, can alır, an gelir can yaşatır..Bilinmez hikayelerin bilinmez kahramanını aramadım ben, felsefenin denizlerinde yüzmedim,yıkanmadım fuzuli biçimde , yankılarım olmadı kendimden yana, yakarmaktan başka. Baş kaldırmak kendime sadece kendime, yüreğimi doyuran sana sığınmak yeri geldiğinde... işte... Onca kendini çoğaltanın arasında, onca içli hazan öykülerin arasında. Bir huzurdur maviden yeşilden yana. Gece serpilir, gündüz doğar, gün yüzüne vurur zelzelelerde enkazların kalır, yine de demek yaşama dair yüzüne tükürmeye cesaretsizliğin gibi olmasın...


"sorarlarsa, ''ne iş yaptın bu dünyada?'' diye, rahatça verebilirim yanıtımı:''yalnız kalabildim! altı milyarın arasında doğdum. ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından...


'' ne ölüm ne de hayat! hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. hiçbirinin eli bana değmiyor. çünkü ellerim ceplerimde hiç olmadıkları kadar. varlığıma nedensizlikten delirdim ben. hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. hepsini giydim. hiçbiri olmadı. hepsi dar geldi. inansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. okyanuslar kırmızı olurdu. pıhtılaşmış knalardan siyah kanlar yükselirdi. ama inanamadım. bir türlü inanamadım... bütün hayat bir ilizyon. benim gibi kayra gibi... "



"Great EscaPe. Great Return!"Ağlamak için gidiyordum. Etimin parçalanışını görmek için gidiyordum. Ruhsal hayatımla alay etmek için, bildiğim herşeyle mücadele etmek için dönüyordum. Ne kadar dayanabileceğimi, ne kadar duyarsız olduğumu anlamak için gidiyordum, sokaklarında tesadüfen babamı görebileceğim ülkeye...


O kadar istedim ki gerçek bir duyguyu içimde hissetmeyi! Eğer pişmanlık hissedersem devamı da gelir, diyordum kendime. Sevmeyi bile öğrenebilirim yeniden, diyordum. Yeniden bir insan olabilirdim. Ama şimdi anlıyorum ki benim için artık çok geç. Ne bir pişmanlık duyuyorum, ne de gözpınarlarım ıslanıyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. Hiçbir şey...


Belki de en büyük şiddet buydu: "durmak". insan kaçarken başkasının, dururken kendi kanında boğulur. insanın kendine biçtiği cezadan daha acı dolu olanı yoktur. insanın kendine verdiği cezaların ilki, işlediği suçtur...


"Ve artık insanlar bir karar vermeli. Ya cenazelerde ağlamayacak ölülerine , ya da üzerine basmayacak, sevdiklerinin cesetlerinin beslediği toprağın!"


...


"insanlar..."dedim fısıldayarak."taşırlar insanları. kundaktayken, tabuttayken. hep taşıyacak birileri olur. bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan, bazıları da içinde bulundukları sistem bir gün onlara da taşınma sırasının geleceğini söylediği için, taşırlar insanı...


sanrı seçkileri-kinyas ve kayra-hakan günday


Bu şehir bıçak..tı, kınından çekilirken harfler, sözcüklerin en keskin yerinden vurulduk bir gece.. ö(y)lesine bir geceydi işte, ay, ışığına hükümlü, güneş gündüze, gündüz saatlere, saat zamana, zaman bize, ben kime... hükmünden sual olunmayanı sorgulamak bize düş'tü, yaralarımızda çevirdiğimiz o keskin, o paslı bıçaktı gece işte; ay ışığı peşimizde, yağmur içimizde, karanlık ardımızda, biz nerde...

Kelimelerin kifayete susadığı, sesinin nefesim olduğu yerde; denize döndüm yüzümü, bütün o korkuların, kuşkuların, acaba'ların, niye'lerin, belki'lerin kendini denize bıraktığı yerde... Boşvermek, yok saymak bi ömrün kaçta kaçına denk gelir? seslerini duymadım hiçbirinin, çünkü sesi(n) hepsine bedeldi, önce sesin vardı zaten, yeniden başlamakların, bütün köprüleri yakmaların, ardına bakmadan maviye kanmaların başlangıcında hep senin sesin vardı. yüzünden, ellerinden, gözlerinden çok önce...
notaları kurşunlanmış bir şarkıyken yalnızlık, sesinle hayat verdin şarkıma, -ki inandım "sesini öpsem, şarkın olsam" derken sen, ben tüm sesleri tüm şarkılara bedellemeye hazırdım seninle, içimdeki sol anahtarını sözlerinin girdabına bıraktım, o en dipteki kapının açılması; c'an meselesi...

bunu sen yaptın. çünkü uyandığımda tüm parmaklarım birer piyano tuşuydu ve... tebrikler, bildin tatlım. bunu da sen yaptın. taramalı saat seslerinden bir sonat besteliyorum. eşlik et bana pencere kenarından. başının düştüğü yerlere es koyarım. sen bana bakma, ben bazen çok es koyarım. senin fısıltıya dönen sesinden başka söz istemem. tam şimdi kilometre kilometre atlıyorsun portelerimden.. elimde kalan tüm notalar kısa kesik yol çizgileri. es. es. es. bunlardan beste yapılır mı? ben yaparım. tüm enstrümanlara sustururum o es’leri. en çok da bir viyolonsele sustururum. insan sesine en yakın ses onunsa, insan sessizliğine en yakın "sus" da ona ait olsa gerek. bende şimdi bir gam. adı da la minör. balkona astım nemli gözleri kurusun diye. kurusun, uyusun da büyüsün diye. ninniler bile söyledim. kandıramadım. bende şimdi bir gam. tüm bunları sen yaptın. bir ara...




Senkronize oluşlarımızın mutluluğu saniyeler sürüyor, yüzümüze yansıyor. Kopacak tek alkış dengemizin aleyhine belki de, dokundurmuyoruz artık kimseyi "biz" e.

Ve ben biliyorum ki ne kadar güzel esnersem, öyle değeceğim ayak parmaklarımın uçlarına. Kırılmadan kıvrılmaya çalışıyorum. Aşk, ayak parmaklarımın ucunda çünkü. Ve sana koşuyorum cambazlık ettiğimiz ipin üzerinde...



çalar...şebnem ferah-saatim çalmadan...






O kadar hızlı ki akış, zamanın en küçük birimini an'lar değil de gün'ler olarak algılıyorsun.

Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraya, şarkıya kalbedemiyorsun. Ve sükût medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.
Senin türben kelîmeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. bilmiyorsun ki ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı...

hiçbirşey olmamış gibi yazmak sahtekarlık sanki. daha demin onlarca cümleyi sildin aklında; nedir insanın kendi ifade konusundaki bu ısrarı diye sorarak kendine. çoook uzun süredir yaptığın gibi. şimdi bu soru sorulmamış gibi dümdüz devam edebilmek.. garip?

cevabı var tabii ki, biliyorum tüm cevapları ama doğru bir yere çıkarmayan göstergelerden ibaret bu cevaplar. oysa soru(n) ikna edilmeyi bekler -cevaplanıyorsa.

yaptığı işten hoşnut insanların kendinden emin hâli yok üzerinde. kendinden konuşmak da o denli gereksiz. o sebepten kaynaklı ki; 'm' diyemiyorsun, 'n' diyorsun. iyi de ne gerek var tüm bunlara, oyun işte kendi'n'le oynarken kendi'leri bulaştırdığın.. topla tüm parçaları. küçük bir oda yeter sana. ancak dikkat et, hiçbir parçayı kaybetme. unutma: kayıp bir parçanın oluşturacağı boşluk bütünün tamamını içine çeker. ve bütünden geriye koca bir dünya kalır. kimsesiz.

NEDEN?

Kendimden kaçarken en çok yakalandığım şehirdeyim, Bur(sa)dayım yine... geri dönüşüm... soru işaretlerine, çelişkilere, zamanın sınırlayıcılığına, seçim yapmak zorunluluğuna, anlamaya çalışmalara, anlamaktan vageçmelere, boşvermelere, ama hep kırıkların, kırıntıların üzerine yalınayak yürümelere, "yabana geri geldim"...




Mavi şehir'deyim hâlâ. Ama "yine yol göründü gurbete". Şimdi
"ben nereye gitsem yalnızlığımın başkenti orası" lirizmi yapardım ama hiç havamda değilim. Yüzeyden yaşıyorum bu ara hayatı. -bu arada hayatı yaşamak da ne pis bi kelimeymiş- cup cup cup... böyle sezdirmeden, çaktırmadan sanki, diptekileri fazla deşmeden.. derinlik sarhoşluğundandır belki. mavi-yeşil arasıyım yani, alg kıvamında. uzun metraj rol kesen bi sırıtış yerleşmiş dudağıma, gören de sevgi kelebeği sanıcak. olsun, -mış gibi yapmalara alışkın deli gönül.. ben bu yaz kendimle uzlaşmak mı istiyorum ne..?



Yaz süregitmekte. yaz yaz yaz.. nereye kadar? sonrası ne bunun? hayır isyan tripleri değil, anlamını yitiren onca şeyden sonra anlam aramak da değil niyetim ama yani sorgusuz sualsizim bu ara, ondan belki soru işaretlerine tüneyişim.

kelimatör diye bi oyun var şurda, ona sardırdım fena:




Annemin sardunyaları, evin önüne yeni yapılan çocuk parkı, odamın camından görünen yol hikayeleri, ışık oyunları, vs beni evcilleştirdi iyice.

Bi' de çapraşık bi sürü şey işte, birbirine dolanan, içiçe geçen bi sürü halka. üstelik büyüyüp küçülüyorlar, birbirlerinin içinden geçerken kayboluyolar falan beynimde. araftayım yine. kaoslar, ikilemler nolucakhalim'ler, bu yol nereye gider'ler, yol biyere gitmez'ler, vs...


insomnia ile uğraşmaktayım bi kaç gecedir. no sleep no cry! zerre uyku yok. sessizliğin sesini dinlemekle meşgulüm geceleri. gerçi çok da sessiz değiller ya neyse.(bilinçakışı volume8.)

Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bi' kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. o kelebeğin kanatlarındaki benekler kadar kırmızıyım en az, bu şehrin gözbebekleri kadar mavi.. böylesine renksizken hem de. kızıl döngü işte. ve ben, bu yangın yerinde çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bi' kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını bekliyorum.


Böyle böyle şeyler işte...


Olsun, kurt'arıcım bana uçan balon aldı dün akşam, pamuk şeker bile aldı, ama uçan balonu elimden kaçırdım ben:( olsun dedik, sonsuzluğa gider belki, bunun da bi anlamı olmalı. sonra o hemen fiziksel açıklamasını yaptı: şimdi o belli bi yere kadar uçacak, içindeki x gazı atmosfere karışıcak, belli bi yerden sonra basınca dayanamiycak ve boomm! rengahenkti bi de, oysa ben onu odamın başköşesinde ağırlayacaktım, bühü.



denizle k'ankardeş olduk bugünlerde, gayet uslu, durgun ve sıcak kendileri. bi'de yosunlar ve denizanaları yüzünden gül-diken kombinasyonları yaptırmasa bana, tam süper olucaktı.. olsun, güz'el yine de..


ama bi süre görüşemiycez maviyle, çünkü yine Bursa yolları göründü bana, yazokulu zımbırtısı işte. yazokulu bahane, firar şahane..

bugün biri bana dedi ki; "şarkıların saçları yok, okşayamazsın.."


ben de en kırmızı şarkının orta yerinde parmaklarımla t'aradım rengimi, ebruli oldu her yer; biraz gerçek, biraz rüya...


"Ben başaramıyorum kırmızı. Hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım. Bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim.Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım..."(Umay Umay)


boğuk ve zehirlerarası otobüslerde vazgeçtim ayık olmaktan. sarhoşum. ruh sarhoşluğu. zihin, beden b'öylesine ayıkken hem de. yok yok bit^kisel hayat bu. yerden bitme böyle, zencefil kıvamında. bir yerden bir yere gitmek, iki nokta arasındaki uzaklığın bi kol açımı "olmuyor, ne yapsan olmuyor" a denk düştüğü tasavvur edilmez bi göçebe sanrısı şimdilerde. istanbul'dan da uzak hem.
çocukluğun düş bahçesi işte. hay'ellerime küçük gelen
ceviz ağacının gölgesi. kasaba kokusu. haziran'da ölmek

zor arka fonlu. üstelik bostan zamanı şimdi buralarda.

kiraz zamanı.



dünya dillerindeki bütün kelimeleri bilen bir güneş tanıyorum. konuşmuyor. konuşmadığı için de değil, ayrı bir fiil olduğu için kullanmıyor söylemek'i. kadınların gidişini, erkeklerin ellerindeki kazma, küreklerle geride kalışını izliyor hayatın aralığından. bense ilkyaz'a tutkunum yaprak dökümünün alaşağı olduğu bu yerde..oysa ellerim...bi tek onlar aşina güz yanığına..




ama işte bir de hep, yine küçük iskender ki:


"1. Denizimin içinde ince ürkek bir elmas üzerinde sopaya serilmiş bir nota şans eseri dali'nin unuttuğu. ve kan lambanın sesi biraz cam eh işte yaşadığım bu sadece ama


-inanın-


düşlerim daha mavi, daha parlak üzerinde düşünmek yoruyor şimdi, şimdi düşlerim susuyor.

Lavanta kokulu okuduğun bu prolog, eskimiş bu korku gibi yitik bir leke rahat ettirmez suskun bir ruhu, utanır idamı unutulmuş bir

mahkum gibi ölüme aç nasılsa tanrılar tanır ve izinsiz bir öpüş gibi unutmak nasılsa ölüm yanılır.

-bil ki koro-

oyunun üvey çocuğudur, şimdi çözül lalelerin dökülsün, kaybolsun rol, sussun tirad, dursun oyun, sen soyun. soyun ki bu ucuz bedenine ölüm olsun suskunluk gülüşün, yanık lastik kokusu. hadi sökül unutma. ilizyonu kır. sanma. umma nasıl olsa ayna seni anlatır.

Uyu peki artık uyu. susmak akıtmaz kanını.

Silah geçmez düşlerinden

Ölmek acıtmaz canını"


...

Hayallere ipotek koyan şehir değil,

bize İstanbul yakışır...


dıp dıp dıp...


damla damla böyle...


yerin en dibinden, böyle 77 kat falan..


"burası boy" dedim, onu bile duyuramadım. hayır beklenen bi şi idi de, yüzeye çıkmiym diye başıma basılması zor oldu biraz...


arada bi ölmedim derim işte. bi haftalık tıp.

iş resmen kendimi ispat inadına dayandı. kendimi kendime ispat. sancılı olsun, bizim olsun. son dakikacılık bu. yıkıp yeniden inşa. dank ediş. dannnnnkkk.


idrak.


gitti hep zaya...


____v^V'v^vvVv^v'VvV^v____Vv'Vvv^VvV'v^Vvv________________





gawain nickli blogger'dan alıntıdır.


çıldırmışsınız siz


"söyleyin ben deli miyim?" diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. "söylesenize! delirdim mi ben şimdi?" yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık.önüme konan tabaktan sulu ve kıymalı bir şeyler kaşıkladıktan sonra çayımı, kekimi ve tekelden sigaramı alıp odaya kapanışım her zamanki gibi en fazla beş dakika almıştı. üstelik bu süre gün geçtikçe kısalıyordu. evde geçirdiğim saatlerin neredeyse tamamı bu beş metrekarelik odada harcanıyordu. bu kadar süre odada ne yaptığım meçhul kalsın. ama kayda değer bir şeyler olmadığı kesindi. takıntılarım ve rutinlerim hat safhasına ulaşmıştı. saçımı kıvırışım, ayağımla müzik çalmasa bile ritim tutuşum, mouse'a beş saniye aralıklarla anlamsız basışlarım ve ekranında okunacak, izlenecek bir öğe olmayan monitördeki kadrajlara saatlerce bakışım. dahası volta atıyordum. sürekli kapıyı kontrol ediyordum. müzik artık kulak kirim olmuştu, çoğu zaman duymuyordum bile. başım çöplük. iki kelimeyi bir araya getirmeme mani olan dil bozuklukları. anlam ve bağlamı idrak etmede zorlanan konsantrasyonum. bundan bir buçuk sene öncesi. aylarca süren kafkaesk bir süreçti benimkisi. allahım, nasıl bir bela, nasıl bir sürükleniş. resmen deliriyordum! ama deliren bir insan delirdiğini anlar mıydı? delirmenin farkındalığı varsa o delilikten sayılır mıydı? o zaman delirmiyordum, abartmanın lüzumu yoktu. sadece canım sıkkındı işte o günlerde. ama dediğim gibi, garip bir süreçti benimkisi.ne sağa ne de sola kayacak. çizilmiş bir sınırdan burnunu dahi çıkartmayacak bu aklın yörüngesi. bir daha oraya oturtmak çok güç çünkü beynin içindeki dünyayı. kendimden bahsetmiyorum şu anda. hem delirmeyip, hem de sanırım deliriyorum, ah ben çok deliyimdir demenin verdiği haz aşikar, ya da delisin denmesi. vallahi sen delisin! oh biraz daha söyle. çok mutlu oluyorum. hayatın normal kısmında top koştururken anormalden de bal toplamak beni çıldırtası bir zevke boğuyor. ama bu değil ki? benim bahsettiğim pseudo bir delilik değil ki? hani yolda yürürken görmek, göz temasında bulunmak, dokunmak, konuşmak istemeyeceğiniz karanlık tarafın paçoz savunucularından bahsediyorum. gerçek ve saf delilerden. çünkü gerçekten deli onlar. fahişe, sapkın ve katillerle aynı gölgeleri paylaşan diğer taraftalar. nerde ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını hiç bilmediğimiz görünmez insanlar. geçirdiğim o tukaka sürecin şu anda ne kadar farkındaysam deliliklerinin o kadar farkında değil onlar.evimizin aşağısındaki dik yokuşu bir tırmanır bir inerdi mesela yavuz. üstünde somon rengi bir pardesü. elinde kalın ama hafif bir asa vardı. durmadan inerdi, durmadan çıkardı. üsküdar'ın penguen teyzeleri adamdan istifade eder, elindeki pazar poşetlerini yokuş çıkarken ona taşıttırırdı. annesini tanırdık. kadıncağız evladını kollamaktan çökmüş, bitap düşmüştü. ilgilenmiyordu artık. yavuz benim tanıdığım ilk deliydi. çocuk aklımla ipe sapa gelmez konular konuşur, zaten bulanık aklını daha da bulandırırdım adamın. zararsızdı, ki tanıdığım hiç bir deliden hiç bir zarar görmedim henüz. yavuz daha kırk yaşına gelmeden ölünce tüm bülbüldere eşrafı camiye akın etmişti. yavuz'un cenazesi ufak çaplı turgut özal'ın cenazesi gibi olmuştu. ağlayan yoktu elbet, ama üzülen vardı. en çok ta penguen yürüyüşlü teyzelerin canı sıkılmıştı. yokuşun yürüyen merdiveni bozulmuştu çünkü. poşetler öksüz kalmıştı. ama ismail’e değil pazar poşeti, bir mısır koçanı taşıttırmak bile imkansızdır misal. çünkü ismail tanıdığım en karakterli ve en zeki delidir. delilik kariyerine hızla devam eden, üsküdar'ın altını üstüne getiren bu adamın öyküleri saymakla bitmez. kendisini ilk görüşüm geçen senenin sonbaharına rastlar. sekiz kırkbeş dersi için yedi buçukta yarı baygın evden çıkmış kaldırımdan iskeleye doğru akarken buram buram ızgarada istavrit kokusu aldım. sabahın yedi buçuğunda ne istavriti demeye kalmadan köşeyi dönmüştüm ki ismail'le ilk kez karşılaştım. adam kaldırıma bağdaş kurmuş, yağ tenekesinin üstünde istavrit pişirip yiyordu. ama göz hakkının bilincinde, gelen geçene de rızkını ikram ediyordu. neydi bu şimdi? şaka olamayacak kadar gerçek.. işte ismail'i ilk bu şekilde görmüştüm ben. daha sonra belirli aralıklarla rastladım hep. çarşının ortasında beyaz peynir, karpuz, ekmek yerken şarkı söylüyordu bir akşam. ya da boş bir televizyon kolisinin içine girmiş, caddenin ortasında trafik polisliği yapıyordu bir öğle vakti. iki haftadır görmüyorum ama kesin bir yerleri karıştırmakla, bir kalabalığı afallatmakla meşguldür kendisi. ama ismail'in deliliği yavuz gibi naif değildi. adam -bana göre- işin biraz şovundaydı hep. ben deli olsam kesinlikle yavuz gibi olurdum. daha içine kapanık, daha sömürülen, daha hakkı yenilen, daha tinsel bir imaja sahip. oysa ismail extrovert'liğin doruklarındaydı desem yeridir. ama daha eğlenceli olduğu kesin. zaten hem renkli hem de bilge bir deli profili olamaz kanaatimce. mahallenin muhtarları'ndaki toplumsal mesaj verip direksiyon sallayan hasır şapkalı deliyi muaf tutuyorum. gözümde deli ziya'nın o upuzun ve pislik dolu ayak tırnaklarından biri olamaz. ama gerçekten bir deli ya çok boştur, ya da overload olmuştur. o tam takır kuru bakır, boş taraftan gelen fevri hareketler ve fazla yüklemeden kalma dünya bilgisi tek vücutta yekpare olamaz. olmamalı. bu değil ki delilik. ideal deli diye bir kavram yok ki?michel foucault deliliğin tanımını "mistisizmin ve inancın birleşimi" diye açıklar. biraz açarsak: mistik olana ikna olma, gerçek olmayanı gerçek sanma, fantazyaya inanç duyma. işte tam da bu noktada konu mankeni olarak sahneye eminönü belediyesinin kadrolu delisi başkan geliyor. adamın adı yok, kimse bilmiyor. eminönü'nün binlerce esnafına göre onun adı başkan. çünkü başbakan olduğundan çok emin. kendini napolyon sanan deli imajına benzer bir haldedir bu amcabey. haftanın bir kaç günü çiçek pazarı'dan bir başlar dükkan dükkan dolanmaya, mısır çarşısı, tahtakale, sultanhamam, mahmutpaşa, mercan, çemberlitaş, nuruosmaniye, gedikpaşa derken tüm ilçeyi dert dinleyen bir başkan edasıyla dolaşır. tüm ilçe esnafının gizli bir mütabakat imzalamış gibi adamı başbakan'dan farksız bir şekilde pohpohlayıp ağırlaması adamcağızın delilik tüneline sürülen yağ görevi görmüş, başkan ikna olma yolunda hızlandıkça hızlanmıştı. bu saatten sonra sen delisin! diyen biri onun için muhalefet liderinden ötesi değildi. hadi oradan! diyip konuşmalasına devam ediyordu. girdiği her sokakta alkışla karşılanıp tam ortaya bir sandalye koyuluyor; başkan, eline tutuşturulan mikrofon görevi görecek her hangi bir cisimle (marker, tornavida vs.) hop diye konduruluyordu o sandalyeye sonraları. iş iyice çığırından çıkmıştı. başkan arkadan gazı alıp coştukça halk ta tezahüratlarda bulunuyor, başkanı alkışlarla yaşatıyordu. bir sokağa başkan girmişse o sokakta alış veriş yapmak yarım saatliğine imkansızdı. "mistisizmin ve inancın birleşimi" tanımını ilk bu adamda gördüm işte ben. dükkan dükkan dolaşıp seçmenlerinin elini sıkarken göz göze geldiğimizde ben de diğerleri, o aydınlık taraftakiler gibi elini sıktım onun iki üç kez. ve yine onlar gibi pis pis güldüm bunu yaparken. utanıyorum şimdilerde..saçı sakalı birbirine girmiş, pejmürde deli imajı vardır hani. deli deyince akla bu gelir. halbuki benim kenan haricinde böyle bir tanıdığım olmadı hiç. sadece kenan'ı manisa tarzanı'na çevirebilmişti delirme süreci. ama adamın çöküşünü simgelemekte bu avarelik bile eksik kalırdı. tipik bir ortaçağ dramı, ya da antik bir trajedi, ya da ediz hun filmi gibiydi adamcağızın hayatı. epeyce para pulu ve mutlu bir yuvayı ihtirası ve hırsı yüzünden kaybetmiş, toplumun çimenli taraflarından karanlık çamurlarına gidiş bileti kesilivermişti. kenan amca yakışıklıydı, hatta çok yakışıklıydı. parkın önünde tir tir titreyip ısınmak için altına işediği o en mide bulandırıdıcı halinde bile yüzündeki o jönümsü güzellik görülürdü sakalına rağmen. yeşilçam filmlerini hatırlatırdı bana kenan amca. sanki sevdiği kadın gelip onu bu bataktan kurtaracak, üstü açık arabalarına binip kocaman seksenler gözlükleriyle şarkı söyleyip gözden kaybolacaklar gibi. ama öldü. bir kış gecesi parkta soğuktan donarak yakışıklılığına son verdi. onun filmi mutlu sonla bitmedi ne yazık ki. tıpkı yasemin teyze'nin sonu gibi. selamsız'da geçen çocukluğumun önemli bir sahnesidir yasemin teyze'nin inziva sonrası sokağa çıkışı. oğlu, dandik sit-com dizilerinde oyunculuk yapardı bu kadının. ama bir gün meşhur olacağını, onu bu köhne mahalleden kurtaracağını düşünürdü. oğlundan başka kimsesi yoktu ki çünkü zavallının. ama çekimlerin yoğunlu mu diyelim, annesini ve evini kendine yakıştıramaması mı diyelim, bir şekilde koptu gitti evladı kendisinden. yaşadığı eve geçici gözüyle bakan, komşularına ballandıra ballandıra oğlunu anlatan, günün birinde pırt diye sosyal statü atlayacağından emin olan bu kadın da foucault'un tanımına parallelik gösteriyordu. ama gitti dönmedi oğlan. uğramadı bir daha o mahalleye. yasemin teyze de kimselere çaktırmadan gözden kayboldu bir ara. yazın başıydı. çoluk çocuk hep dışarda. sonra bir gün kapısı açıldı kadının. ama gördüğümüz o değil, güpegündüz bir cadıydı. söyleyin ben deli miyim? diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. söylesenize! delirdim mi ben şimdi? yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık. o da başkasının vicdanına pek muhtaç değildi zaten. bir hafta, sokakta dizleri bel vermiş pijaması ve ıslak terlikleriyle onca insanın içinde dolaştıktan sonra evinde ölüverdi. o gitti ya, sokağa sinen sidik kokusu artık dağılıp uçuyordu. sokak yine dut ve incir kokuyordu..şimdi yüzümü aniden kameraya dönüp mesajımı veriyorum müsadenizle. herkes sana deli mi diyor mesela? ya da bazen delirdiğini mi düşünüyorsun?e, yalan!!çünkü sen deliysen, benim tanıdığım delilerin sadece canı sıkkındı bir dönem.


çok acıdı.


ben bi gün çok ölmüştüm.


bi gün ben...


bi gün...


senin olacağını biliyordum, gün, eskizlerine geldiğinde zamanın, çok ama çok bi geçtiğinde herşeyin herşeyinden, dokunuşlarının ölümlere gebe olduğunu biliyorken, dokunamazken, bakarken ama kaçırırken gözlerini, hissederken ama dillendiremezken, sarsılırken her nefes benzeşinde, gitmesini istemediğinde hep ama gidiverdiğinde,gitmesini istemediğimde hep ama gidiverdiğinde salınırken rüzgarın arkası berisinde boşca, ... bu acı hiç bitmez, kelimesizliğin ardına kapılıp kısırlaşmış dururken kapının ardında, hiç bir şeyin ama hiç bir şeyin - bak yine aynısı bu, daha önce de olmuş idi hatırla kendini hatırla hatırla hatırla - sonlanamayacağını... sonlanmak neydi? bitmesi evet bu kısıklığın bitmesi, diğerinin başlayabilmesi, ama başlayamayacak olması, ama hiç bir şeyin hiç bir şeyin gelmemesi...

gibiydi bi gün...

sonra ben bi dize okudum.

abartılacak bir şey yokken hem de

diken diken oldu ruhum.


"ellerim, babamın ellerine benzemeye başladı"


hani bazen;


candostunla çekildiğin eski bi lise fotoğrafına bakarken, fotoğrafı kimin çektiğini düşünmek ve anımsayamamak koyar ya en çok; kızgınlığın sırf bunaymış gibi sanki...


sınavlar, 5 saatlik zaman dilimi içersinde toplasan 1 saat etmeyen çalışma potansiyeli ve bilumum abukluklarla zaman katliamları, stres topu kıvamındaki beynine söz geçiremediğin, üstelik her kıvrımına ayrı laf anlatmak zorunda kaldığın, hiçbir lobuna söz geçiremediğin, tam ortasındaki umarsızlık merkezinin 45 angström uzaklığındaki "gelecek kaygısı, vicdan azabı" mekanizmasının çarklarına çomak sokmalar, "battı balık yan gider" adlı sevimli özdeyişimizin denizine düşüp, boşvermişlik yılanına sarılmalar, pişmanlıklar, acabalar, sarı laleler, bla bla bla...


ama en çok sorular sorular sorular...


ben nası büyük adam olucam'dan ziyade ben nası kendime kanıcam..? ya da odlarım yanarken nasıl ateşe kalıcam?


çalar...demir demirkan-cevapsız






mesela bugün doğum günün olsun...

severek aldığın eflatun gömleği giymiş ol. bütün gününü koşturarak geçirmiş ol. sevmediğin bir işte yorul iyice. yapmak istemediğin,içinden gelmeyen zorunluluklara katlanmış ol. duygusuz bir pastayı kesmiş ol insanlar alışverişte görsün diye. çantanı sırtlan, kapıdan çık, dünyanın hırına gürüne kulaklarını tıka, kendine gömül yavaşça yürü. yağmur çiseliyor olsun. kendine gömül tüm yol boyunca. her zaman gittiğin lokantaya gitmiş ol. iskender ısmarla kendine beşkuruşsuzluğuna inat. yemek biter bitmez sigara yak. ciğerinin tüm hücrelerine doldurmak ister gibi çek dumanı. seni izleyen komi çocuğa gülümse. utansın, yüzünü çevirsin. çayını çok sevdiğin kafeye gitmiş ol sonra. garson kız yanına yaklaşıp "kaçak, demli, küçük çay" desin. hayır de ilk kez. şaşırsın. "kaçak, demli, büyük çay" de. sigara bitmeden bitmesin çünkü çay. beş yıl önceden eski sevgilin aramış olsun. evli olsun. çocuğu olsun. "olmasaydı sonumuz böyle" desin. hiçbir şey diyeme. -olmasaydı- onca gün geçsin önünden. onca gülümseme, onca hüzün. sigaranın dumanından gözlerin yaşarsın. çay soğusun. kalk.yağmur yağıyor olsun. aldırma. gömül kendine, yavaşça yürü. insanlar koşturuyor olsun. hallerine hafifçe gülümse. kendine gömül. sevdiğin dizeler geçsin aklından. -bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı-çiçekli entarileriyle kadınlar yol kenarında çiçek satıyor olsun. -ölmedim genç olarak, ölmedim-metroda gencecik bir kızla göz göze gelmiş ol. -ben hep onyedi yaşındayım, her ayak sesinde ürperirim-bir şairi daha tanımış ol. -ben bu özlemekleri anlamıyorum, bu hayatları bu kullanım ücretlerini son sürat-koridorlar boş olsun. bir ayak sesi gelsin ardından. -ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende-gömül kendine. mezar taşını hayal et. mezarının nerede olacağına dair fikirler yürüt. cenazeye kimler gelebilir? gelir mi hiç kimse? marketi geçtiğini farket. dön geri, büyük bir şişe gazoz, vanilyalı bisküvi ve en sevdiğin sigaradan bir paket. belli ki gece uzun olacak. hatta o tatlı şaraptan al, ilk kez içtiğin yanındaymışçasına... düşünme ama onu, yani düşün de, es geç bi anda. es es es... esip geç... rüzgar çarpsın yüzüne,yağmur yağıyor olsun. gömül kendine, yavaşça yürü. iliklerine kadar ıslanmadan eve varmak isteme. bu merdivenler öldürecek seni. yine bir tek kişi ile bile karşılaşma koca apartmanda. bir tek ses bile duyma. yine anahtarınla aç kapıyı. odan karanlık olsun. pencere açık. soğuk. eski fotoğraflara bak. nasıl da gülümsemişsin onun yanındayken. nasıl da mutluymuş yanında olduğu için o yüzü göklerden ırak... nasıl da tahmin edemezmişsin hayatın bu noktaya geleceğini. sigara yak. -nasıl yalnızsın, bunu unutma-


dudaklar çatlak, ses ihlez, can kaçak, perperişan hatta... yarayi tekrar su basar. bir de hic bitmezmiş gibi gelenmiş ömür. dinlenmeye fırsat vermeden biten olan hep. elinin ve ayağının parmakları yetmedi mi yaşını göstermek için, -yaşlanmakla ıslanmak aynı şey- kabul etmek zorunda kalır insan.




"bence kaldırmalı bu doğum günlerini
insan bir yas gibi doğuyor yeniden."


doğmuşum gözümü açıp kapamışım, 22 yıl geçmiş aradan, 22 bahar, 22 kahır, 22 zehir... sayısız umut geçmiş... çok geçmiş artık yeniden başlamaklara...

kurulmuş bütün saatler, kurumuş tüm yapraklar, sararmış anılar, dökülmüş umutlar... siyahın miladına kaydolmuş bir alınyazısının eklentisi, kenarına iliştirilmiş acılar, muhtelif yerlerine not düşülmüş kayıplar, altı çizilmiş bold ve de italik en gerçek yalanlarla...

Bugün benim doğum günüm...

"acılar yalnızlığımızın ortak aynası olmuş
düşlerde gördüğümüz hep o derin anlam
ben nerdeyim, hangi düşteyim?
sen nerdesin hangi roldesin..?"(h. faktörü?)

Ah hayat, benden kaçırdığın ellerini hangi ceplerinde saklıyorsun..?!!


Hayat bazen;


hayat bazen ile başlayan cümleler kurarken, aslında herşeyin kendi kimliğinin kemikleşmesiyle eşdeğer, "bazen"in tüm zamanların tanrısı olduğuna kanaat getirmek gibi, öyle müstesna...


ellerine bakıp zamanın yaşını anlamaya çalışmak gibi, denize bakıp mavinin, yeşile bakıp ağacın rengini sorgulamak gibi, ya da siyaha batıp beyaza öykünmek gibi, öyle ukala...


kendi gölgeni dikizleyerek yaşamın tutkal tanımaz yapışkanlığına b'ulanmak gibi, "içinde kaç var?" sorusunu yineleyen aynalarda kaç'ak, güneşin sanrısı yağmurlara tutsak veya alabahar turkuazlara yasak, öyle eşkiya...


defalarca dinlediğin eski bir şarkının o tek bir cümlesi gibi hani, o en vuran, en kanatan güfteyi en tiz perdeden mırıldanarak içindeki hafi kapıların sol anahtarına kilitlemek gibi, öyle ücra...



kendini kendinden sıyırıp, bambaşka suretlerde kendine yeni renkler ararken istanbul'un gökkuşağına bulutlarını asmak gibi, kurumasını beklerken ıslandıkça çeken, küçülen kümülüslere küs, öyle ayyuka...



masal şehirden zindan şehre dönerken otobüste yanına oturan gölgesi kendinden, gözlerinden kara çingene kızına yaşını sormak gibi, yedi yaşına dünyayı sığdırmış, kıvırcık saçlarına hayatı takmış soru işaretleriyle eğrilmek gibi; "sen evde mi yaşıyorsun, çadırda mı?" sorusuyla mesela; onun gözünde "ev"in dünyaya bedel birşey olduğunu ayrımsamak gibi, çaputlardan çıfıt çarşısına bedelken oysa "ev" sandığı, öyle abluka...



hayat bazen;


"şiirler, şarkılar, masallar

ama insanlar duymaz bazen..."


der gibi, mfö gibi, dar gibi, gibisi fazla gibi...


"Aslında
Ben seni
Su Perisi
Sanmıştım
İstAnBuL..."

Ve bir şenlik curcunasının daha sonuna gelmiş bulunuyoruz-curcuna da ne pis bi kelimeymiş-
6 gündür dımtıs dımtıs nedir yani...yok yok öğrenci şenliği falan değil bu, halk panayırı resmen. 14-15 yaş ergen gothic özentilerinden tut da, evden nevalesini hazırlayıp piknik modunda menopoz teyzelere kadar ipini koparanın gelmiş olması, bilumum keko, kıro, dallama ve türevlerinin bastırılmış cinsel açlıklarının psiko-nevrotik dışavurumları yeni yeni anne rahmine dönme sendromları yarattı bünyede en freudçu yaklaşımla... neyse dedik görmezden gelmeye çalıştık "o da istemez öyle olsun"culuk oynadık, boşverdik biz de...


ilk akşam manga-vega konseri fena değildi, vega'nın bi' an önce konseri bitirme çabası, -deniz'in artık kalıplarına sığamaması, bendini çiğneyip aşmasına dur denilmeli artık, çok ayrı bi konu- manga'nın beklediğimden iyi sahne performansı, özellikle du hast'ı söylerken verdiği ara gazıyla coşturması takdire şayandı. bir de "kal yanımda" tabi...

2. akşam hayko'nun kendine aşırı güveni, bir anathemacılık, bi metallicalık tavırlar, kal getirdi falan yani-öeeh- ama kargo ve tabi ki koray candemir iyiydi gerçekten, ilk defa canlı performansını izledim koray'ın, yani performansından çok kendini, öhöm... ama bir de "aşk" ı söyleseydi tam süpper olurdu... neyse varlığı yeter zat-ı muhteremin..

3.akşam şebo'nun gothik özentisi liseli genç ağırlıklı kalabalığına rağmen her zamanki gibi göz ve kulakalıcı sesiyle kendimize geldik, kendimizden gittik, med-cezir olduk, okyanus olduk, o sularda yüzdük sonunda boğulmak olsa da.. yaptık bunu evet..

4.akşam erkan oğur-ismail hakkı demircioğlu'nun muhteşem sesi ve bağlamasıyla ruh tazeledik, silkindik, saygı duyduk, hala dedik, hala güzel şeyler de var, olmalı... "zeynebim" dedi erkan oğur, "içerim yanıyor , dışarım serin" dedi, biz yanıp yanıp sönmelere kandık, ellerimize baktık, küle bastık, bir şey diyemedik... "pencereden kar geliyor" u istediler, söyleyemedi, "onu söylerken benim ağlamam geliyor, affola" dedi, ağlamamız gitmedi hiç... "bir ömürlük misafir" olasın üstad, bir ömür... "zehir olan kadehine doldur beni doldur beni..." dediğinde sen; bilmek ömrümün zindanı...

5.akşam yüksek sadakat-high fidelity-nin mütevazi soft rock ıyla hafifçe sallandık yerimizde, gülümsedik, adam gibi adamlar rock yapsın hep dedik, "mumdan kanatlı bir adamın güneşe ulaşması kadar anlamlıydı bu dünya, bildik..." ha bi de; "show must go on" yaptılar, ne queenler sevdim aslında hiç yoktular..:)

ve son gece kenan doğulu'ya gitmedik tabi, ama kampüs içinde ikamet ediyor olduğumuzdan mütevellit katlanmak zorunda kaldık, shake it up yavrum sen, yakışır...

öyle ya da böyle bir şenlik daha bitti işte, güzellikler de ihtiva eden ama işte yine de buruk bi yanıyla...
neyse bu kadar şenlik izlenimi yeter, gelelim halet-i ruhiyeye...




çocukken ağzını musluğa dayadığın balon gibiyim sanki. şişkinliğim tahammül kapasiteme denk.

tahammülsüzlüğümün neye olduğuna dair en ufak bir fikrim yokken hem de; hayata olur olmaz anlamlar yüklerken en narsist yanımla, zamanda seyr-ü sefer ederken hep aynı ziyanla; bilmek ömrümün zindanı...

ağır aksak içini aşağıya boşaltan bir kumsaati ve yukarıda başını kuma gömmüş bir devekuşu tasviri şimdilerde zihnime düşen, öyle bil sen ey sebep! zerre tesir etmeden gelip geçmede güneş, gün başlayıp bitmede, artık kendime bile inandırıcı gelmeyen benliğimle;


hep aynı oyunun

hep aynı tiradla sonlanan boşluğuna alkışlarla yitip gitmede...


"Bir varmış, bir yokmuş. Kul, darıdan çokmuş… Çok demesi günahmış..."


Biz, homo sapiensler, kuşlar gibi olmak isteriz muntazaman... Onların çoktan seçmeli mideleri var sonuçta. Onlara özenir, akabinde bezeniriz. Hem uçuyor da çoğu ne güzel, oha yahu, deriz."Tek yönlü emniyet subaplarımız var, hem sıcakkanlıyız" diye geçiniriz, öylesine büyük ki sevgimiz. Yavrularımıza ilgi gösteririz, hatta abartıp cami avlusuna bırakırız onları lalettayin. Böyleyiz biz, işinize gelirse.Baş ucu hikayemiz "Aşk ve Ayak Parmakları"dır bazen. Martı Jonathan Livingston'u da tanırız; ama onun gibi olmayı pek istemeyiz. Vapurların tepesinde dolaşır ve rastgele birisinin jöleli başına s.çıp kaçıveririz. Biz buna sevgi adını koyarız, hatta b.kunu çıkarıp aşk dediğimiz bile olur. Ömrümüz böyle geçer, hiçbir şey anlamayız. Tam bir bölü iki kuş beyinliyiz. Beynimizin geri kalan bir bölü ikisiyle pazara gideriz, bir tavuk alırız.Sevgiyi bulunca, gagasından veya tüyünden tutmak yerine gül incinmesin diye bülbül olup şakırız. Halbuki biz sizin bildiğiniz romantiklerden değiliz. Biz papatya aşığıyız. Gözlerimiz beynimizden büyüktür. O yüzden başımızı kumun altına sokarız. Biz buna eflatunilik deriz. Bazen de zümrüdüanka olup küllerimizden doğmayı bekleriz. Olmadı yine bekleriz. Bazen de hayat, ağzımızın orta yerine eder -burayı bipleriz- ve bizi bir avcının(maşuğun) ellerine bırakıverir. O zaman serçe oluruz, yüreğimiz dakikada 460 kez çarpar. Minik olan türlerine Sezen Aksu denir. Romanda ise bizim gibilere Çalıkuşu... Helecanımız yağmurun derinlerden çıkardığı toprak kokusuna karışır. Ah, ne de güzeldir! Adımız Nil Karaibrahimgil olmasa da biz ona resmen ***edit'ion:

modern zamanlarda aşk

dibdidududu mudur?

bu mudur?

nefesler tutulmuş mudur?

atmosferde aşk yok mudur?


(by indis-luinwe)

insan, zamana karşı durduğunda, isyanları oynadığında ya da sivri ucu kırık bir pergelle 360 derece döndürdüğünde zihnini; fikrini ve zikrini ters düşüren onlarca çembere ait altkümenin etkisiz elemanlarını halı altına süpürmekten geri durmuyor kuşkusuz. olması gereken de bu. çünkü ayağına iliştikçe, gözüne çarptıkça seni rahatsız eden gereksiz şeyleri "yaramazsa at gitsin" dimi. peki.

I wish life had a "delete all spam function" hesaabı.

bir de şu var. ay'ın diğer yüzü. anlıyorsun işte o zaman taşın ne olduğunu, taş taştır. başını yasladığında anlarsın." tamam mı?" diyerek.

ona da peki.

bugünlük bu kadar ders yeter, "çıkışta görüşürüz". yersen.

Butterfly Effect?

Rüzgâr kulağına üfledi ismimizi, tesadüf değildi, basitti. Sen bu yazıyı okurken ya da demin dinlediğin şarkıyla ya da çöp yanındaki kediye selam verirken bile bir seçim yaptın. Kelebek kanatlarını açtı, kapattı. Bir yerlerde bir şeylere sebep oldun. Yalaaan. Değil. Keşke, gerçekten saf emprovize yazılar yazabilsek. di mi, hı?

Mayıs geldi yağmur düştü buhar dündü yook öyle shake it up falan şekerim.

çalar...The Dresden Dolls-Glass Slipper







how many happy endings do you need to change your fucking mind?!...

Benden öncesi ondan sonrası yokmuş çünkü ben değil bahar sarhoş olmuş. Rodos güllerinin yüzünü güneşe dönmesine az kalmış belki de. Uyurken yüzüme esen baharla dönmüş başım, öyle çok gezip; Atlas Okyanusu’nda uçak, Ege’de kayık, Akdeniz’de ada olmayı hayal edecek kadar hem de. Havai fişeklerin arasından paraşütle atlayacak kadar belki de. Uçtum. Finike portakal çiçeği kokarmış bu zamanlarda çünkü bahar sarhoş olmuş, ben değil.

Katranka çiçeğinin kokusunu bildiğimizin öncesi ve sonrası olarak belki de. ..

Bahar sarhoş olmuş çünkü mavi yeşil ne fark edermiş; her şeyi iki tane görür olmuş bahar, çünkü arafın kıyılarında kendinde renk arar dururmuş, ama yine de gökkuşağını beline sararken zaman durmuş; öncesiz ve sonrasızmış çünkü artık yağmur güneşüstü renklere koşarmış. olsunmuş, hiçbirşeyin bed'eli yüzü görünmezmiş artık çünkü bahar sarhoş olmuş.





Hiçbirşey umrumda değil benim çünkü öyleymiş gibi yapıyorum çünkü bahar var, mor ve parçalı güneşli her şey. çünkü kuşlar hala var.




Bana yabancıların, ışık sandıklarımın, sahteliklerin bıçakaltı sürgünlüğünden sıyrılıp, baharı görebildiğimdendir belki en çok; ben artık kendimle uzlaşmak, bronzlaşmak biraz da yozlaşmak bile isteyebilecek kadar u'yanığım artık ve gün dönümleri, ilkyaz esintileri, kuşluk vakitleri ya da sabah ezanları, tüm zamanlar, tüm sesler çiçek açmış baksana! diyen bir şeyler var içimde bi yerlerde çünkü bahar sarhoş olmuş körkütük...

Ve her şey ama her şey küçücük bir çocuk eline kalmış; dünya onun için dönsün artık o kirlenmesin n'olur elleri hep böyle kalsın elleri k'ana bulanmasın kimseye "adam"lığını ispat etmek için kalkmasın o eller, kimseye yalan d'okunmasın, kendi olsun bi' tek, başkalarına benzemesin hep böyle kalsın o elleri küçükcük minnacık gözleri yıldız kalsın böyle hep, böyle saf, böyle duru, böyle dünyadan bihaber olsun n'olur; Ayberk bize benzemesin...



Adı gibi aydınlık olsun ömrü; elleri ceplerinde bi türkü tuttursun, saçları güzelim saçları dalgalansın rüzgarda, kırmızı en çok ona yakışsın, ağlamasın hiç hayatla cebelleşmesin, ona hiç siyah bulaşmasın beyaz kalsın n'olur o elindeki yanık izine ömrüm gitsin de o acıyı tatmasın onun elleri sadece bi kuşa, civcive, çiçeğe, böceğe uzansın, kendi gölgesine bassın sadece...

Dişleri dizleri dipleri düşleri dünleri dünya'ya sığmasın rüyam olsun o benim yanağımdan öptüğünde, hecelediği sözcükleri adımı telaffuz ettiğinde büyümesini istemediğim kadar kirlenmesin kirlenme kirlen me siiiiinnn!!!



Baharmış nisanmış başı dönmüş toprağın dile gelmiş evren sözcük yerine çiçeklerden cümleler yapmış ama işte yine de ben böyle yarım yamalak yalınayak yalpalayarak yalın ayaz...


Bir ayağımı diğerinin önüne atacak mecalim yokmuş sanki boşlukta sürüklenen ters dönmüş paraşütler gibi acırken, arkama bakmadan gidersem eğer, geri döndüğümde orada bıraktıklarımı tekrar bulamama ihtimalinin bilincindeyim. Bir kez tanışırsın, bir kez bulursun. Duyup dinlersin, sonra değersin, dokunursun sonra teninde istersin sonra özlersin sonra doyamazsın sonra bir şeyler söylersin ve o dediklerin sadece biran kalır havada. Yok olur giderler anında. Ve ya da ama; çevirip çevirip dinlediğin eski aşk şarkılarından daha az yalandırlar. Çekip gidersin.


Ya da kırılmış güneş rolü kesersin yine omuzlarını düşürüp korkuluk taklitleri yaparak. . .