Hakkımda
- Melusiné
- Bir 'mayıs sıkıntısı'nda gelir dünyaya, kıyısı yosun tutmuş bir liman şehrinde büyür, siyah yaşar, siyaha kanar, siyaha çalar günleri.. Edebiyat ve okumak en büyük tutkusudur; Kafka, Nietzsche, Küçük İskender, Umay Umay, aynada silüetini gördüğü ex tanrılarıdır, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oruç Aruoba, Oğuz Atay, Bilge Karasu, İlhan Berk, İsmet Özel, Rimbaud, Rilke, Bukowski, Roland Barthes, E.M. Cioran, Murathan Mungan, Yılmaz Odabaşı, Özdemir Asaf, Atilla İlhan, Ahmet Telli, Lale Müldür, İnci Aral, Elif Şafak vs..ise yalancı peygamberleri... Gök'yüzüne kezzap atıldığı için yara izi sayar bulutları, güneşeyse yatsıya kadar yanan mum ışığı muamelesi yapar; ay,yalnızca dünyanın uydu'rmasıdır ona göre.. Vaktini en çok okuyarak, müzik dinleyerek, pencereden dışarı bakarken kendini yakalayarak ve hayattan kaçamayarak geçirir. Sık sık kendinin peşine düşer, kalbinin izine, ama çoğunlukla eylül'ün bıraktığı yerdedir. Şimdilik bir müsveddedir aslını arayan, döner durur içine kanar...
dancemetotheendoflove
lüzumsuzsa söndür
Oruç Aruoba
Kala'Balık..
say^aç
günebakan..

Bu şehir bıçak..tı, kınından çekilirken harfler, sözcüklerin en keskin yerinden vurulduk bir gece.. ö(y)lesine bir geceydi işte, ay, ışığına hükümlü, güneş gündüze, gündüz saatlere, saat zamana, zaman bize, ben kime... hükmünden sual olunmayanı sorgulamak bize düş'tü, yaralarımızda çevirdiğimiz o keskin, o paslı bıçaktı gece işte; ay ışığı peşimizde, yağmur içimizde, karanlık ardımızda, biz nerde...
Kelimelerin kifayete susadığı, sesinin nefesim olduğu yerde; denize döndüm yüzümü, bütün o korkuların, kuşkuların, acaba'ların, niye'lerin, belki'lerin kendini denize bıraktığı yerde... Boşvermek, yok saymak bi ömrün kaçta kaçına denk gelir? seslerini duymadım hiçbirinin, çünkü sesi(n) hepsine bedeldi, önce sesin vardı zaten, yeniden başlamakların, bütün köprüleri yakmaların, ardına bakmadan maviye kanmaların başlangıcında hep senin sesin vardı. yüzünden, ellerinden, gözlerinden çok önce...
notaları kurşunlanmış bir şarkıyken yalnızlık, sesinle hayat verdin şarkıma, -ki inandım "sesini öpsem, şarkın olsam" derken sen, ben tüm sesleri tüm şarkılara bedellemeye hazırdım seninle, içimdeki sol anahtarını sözlerinin girdabına bıraktım, o en dipteki kapının açılması; c'an meselesi...
bunu sen yaptın. çünkü uyandığımda tüm parmaklarım birer piyano tuşuydu ve... tebrikler, bildin tatlım. bunu da sen yaptın. taramalı saat seslerinden bir sonat besteliyorum. eşlik et bana pencere kenarından. başının düştüğü yerlere es koyarım. sen bana bakma, ben bazen çok es koyarım. senin fısıltıya dönen sesinden başka söz istemem. tam şimdi kilometre kilometre atlıyorsun portelerimden.. elimde kalan tüm notalar kısa kesik yol çizgileri. es. es. es. bunlardan beste yapılır mı? ben yaparım. tüm enstrümanlara sustururum o es’leri. en çok da bir viyolonsele sustururum. insan sesine en yakın ses onunsa, insan sessizliğine en yakın "sus" da ona ait olsa gerek. bende şimdi bir gam. adı da la minör. balkona astım nemli gözleri kurusun diye. kurusun, uyusun da büyüsün diye. ninniler bile söyledim. kandıramadım. bende şimdi bir gam. tüm bunları sen yaptın. bir ara...
Senkronize oluşlarımızın mutluluğu saniyeler sürüyor, yüzümüze yansıyor. Kopacak tek alkış dengemizin aleyhine belki de, dokundurmuyoruz artık kimseyi "biz" e.
Ve ben biliyorum ki ne kadar güzel esnersem, öyle değeceğim ayak parmaklarımın uçlarına. Kırılmadan kıvrılmaya çalışıyorum. Aşk, ayak parmaklarımın ucunda çünkü. Ve sana koşuyorum cambazlık ettiğimiz ipin üzerinde...
çalar...şebnem ferah-saatim çalmadan...
O kadar hızlı ki akış, zamanın en küçük birimini an'lar değil de gün'ler olarak algılıyorsun.
Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraya, şarkıya kalbedemiyorsun. Ve sükût medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.
Senin türben kelîmeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. bilmiyorsun ki ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı...
hiçbirşey olmamış gibi yazmak sahtekarlık sanki. daha demin onlarca cümleyi sildin aklında; nedir insanın kendi ifade konusundaki bu ısrarı diye sorarak kendine. çoook uzun süredir yaptığın gibi. şimdi bu soru sorulmamış gibi dümdüz devam edebilmek.. garip?
cevabı var tabii ki, biliyorum tüm cevapları ama doğru bir yere çıkarmayan göstergelerden ibaret bu cevaplar. oysa soru(n) ikna edilmeyi bekler -cevaplanıyorsa.
yaptığı işten hoşnut insanların kendinden emin hâli yok üzerinde. kendinden konuşmak da o denli gereksiz. o sebepten kaynaklı ki; 'm' diyemiyorsun, 'n' diyorsun. iyi de ne gerek var tüm bunlara, oyun işte kendi'n'le oynarken kendi'leri bulaştırdığın.. topla tüm parçaları. küçük bir oda yeter sana. ancak dikkat et, hiçbir parçayı kaybetme. unutma: kayıp bir parçanın oluşturacağı boşluk bütünün tamamını içine çeker. ve bütünden geriye koca bir dünya kalır. kimsesiz.
NEDEN?
Kendimden kaçarken en çok yakalandığım şehirdeyim, Bur(sa)dayım yine... geri dönüşüm... soru işaretlerine, çelişkilere, zamanın sınırlayıcılığına, seçim yapmak zorunluluğuna, anlamaya çalışmalara, anlamaktan vageçmelere, boşvermelere, ama hep kırıkların, kırıntıların üzerine yalınayak yürümelere, "yabana geri geldim"...
"ben nereye gitsem yalnızlığımın başkenti orası" lirizmi yapardım ama hiç havamda değilim. Yüzeyden yaşıyorum bu ara hayatı. -bu arada hayatı yaşamak da ne pis bi kelimeymiş- cup cup cup... böyle sezdirmeden, çaktırmadan sanki, diptekileri fazla deşmeden.. derinlik sarhoşluğundandır belki. mavi-yeşil arasıyım yani, alg kıvamında. uzun metraj rol kesen bi sırıtış yerleşmiş dudağıma, gören de sevgi kelebeği sanıcak. olsun, -mış gibi yapmalara alışkın deli gönül.. ben bu yaz kendimle uzlaşmak mı istiyorum ne..?
Yaz süregitmekte. yaz yaz yaz.. nereye kadar? sonrası ne bunun? hayır isyan tripleri değil, anlamını yitiren onca şeyden sonra anlam aramak da değil niyetim ama yani sorgusuz sualsizim bu ara, ondan belki soru işaretlerine tüneyişim.
kelimatör diye bi oyun var şurda, ona sardırdım fena:
"söyleyin ben deli miyim?" diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. "söylesenize! delirdim mi ben şimdi?" yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık.önüme konan tabaktan sulu ve kıymalı bir şeyler kaşıkladıktan sonra çayımı, kekimi ve tekelden sigaramı alıp odaya kapanışım her zamanki gibi en fazla beş dakika almıştı. üstelik bu süre gün geçtikçe kısalıyordu. evde geçirdiğim saatlerin neredeyse tamamı bu beş metrekarelik odada harcanıyordu. bu kadar süre odada ne yaptığım meçhul kalsın. ama kayda değer bir şeyler olmadığı kesindi. takıntılarım ve rutinlerim hat safhasına ulaşmıştı. saçımı kıvırışım, ayağımla müzik çalmasa bile ritim tutuşum, mouse'a beş saniye aralıklarla anlamsız basışlarım ve ekranında okunacak, izlenecek bir öğe olmayan monitördeki kadrajlara saatlerce bakışım. dahası volta atıyordum. sürekli kapıyı kontrol ediyordum. müzik artık kulak kirim olmuştu, çoğu zaman duymuyordum bile. başım çöplük. iki kelimeyi bir araya getirmeme mani olan dil bozuklukları. anlam ve bağlamı idrak etmede zorlanan konsantrasyonum. bundan bir buçuk sene öncesi. aylarca süren kafkaesk bir süreçti benimkisi. allahım, nasıl bir bela, nasıl bir sürükleniş. resmen deliriyordum! ama deliren bir insan delirdiğini anlar mıydı? delirmenin farkındalığı varsa o delilikten sayılır mıydı? o zaman delirmiyordum, abartmanın lüzumu yoktu. sadece canım sıkkındı işte o günlerde. ama dediğim gibi, garip bir süreçti benimkisi.ne sağa ne de sola kayacak. çizilmiş bir sınırdan burnunu dahi çıkartmayacak bu aklın yörüngesi. bir daha oraya oturtmak çok güç çünkü beynin içindeki dünyayı. kendimden bahsetmiyorum şu anda. hem delirmeyip, hem de sanırım deliriyorum, ah ben çok deliyimdir demenin verdiği haz aşikar, ya da delisin denmesi. vallahi sen delisin! oh biraz daha söyle. çok mutlu oluyorum. hayatın normal kısmında top koştururken anormalden de bal toplamak beni çıldırtası bir zevke boğuyor. ama bu değil ki? benim bahsettiğim pseudo bir delilik değil ki? hani yolda yürürken görmek, göz temasında bulunmak, dokunmak, konuşmak istemeyeceğiniz karanlık tarafın paçoz savunucularından bahsediyorum. gerçek ve saf delilerden. çünkü gerçekten deli onlar. fahişe, sapkın ve katillerle aynı gölgeleri paylaşan diğer taraftalar. nerde ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını hiç bilmediğimiz görünmez insanlar. geçirdiğim o tukaka sürecin şu anda ne kadar farkındaysam deliliklerinin o kadar farkında değil onlar.evimizin aşağısındaki dik yokuşu bir tırmanır bir inerdi mesela yavuz. üstünde somon rengi bir pardesü. elinde kalın ama hafif bir asa vardı. durmadan inerdi, durmadan çıkardı. üsküdar'ın penguen teyzeleri adamdan istifade eder, elindeki pazar poşetlerini yokuş çıkarken ona taşıttırırdı. annesini tanırdık. kadıncağız evladını kollamaktan çökmüş, bitap düşmüştü. ilgilenmiyordu artık. yavuz benim tanıdığım ilk deliydi. çocuk aklımla ipe sapa gelmez konular konuşur, zaten bulanık aklını daha da bulandırırdım adamın. zararsızdı, ki tanıdığım hiç bir deliden hiç bir zarar görmedim henüz. yavuz daha kırk yaşına gelmeden ölünce tüm bülbüldere eşrafı camiye akın etmişti. yavuz'un cenazesi ufak çaplı turgut özal'ın cenazesi gibi olmuştu. ağlayan yoktu elbet, ama üzülen vardı. en çok ta penguen yürüyüşlü teyzelerin canı sıkılmıştı. yokuşun yürüyen merdiveni bozulmuştu çünkü. poşetler öksüz kalmıştı. ama ismail’e değil pazar poşeti, bir mısır koçanı taşıttırmak bile imkansızdır misal. çünkü ismail tanıdığım en karakterli ve en zeki delidir. delilik kariyerine hızla devam eden, üsküdar'ın altını üstüne getiren bu adamın öyküleri saymakla bitmez. kendisini ilk görüşüm geçen senenin sonbaharına rastlar. sekiz kırkbeş dersi için yedi buçukta yarı baygın evden çıkmış kaldırımdan iskeleye doğru akarken buram buram ızgarada istavrit kokusu aldım. sabahın yedi buçuğunda ne istavriti demeye kalmadan köşeyi dönmüştüm ki ismail'le ilk kez karşılaştım. adam kaldırıma bağdaş kurmuş, yağ tenekesinin üstünde istavrit pişirip yiyordu. ama göz hakkının bilincinde, gelen geçene de rızkını ikram ediyordu. neydi bu şimdi? şaka olamayacak kadar gerçek.. işte ismail'i ilk bu şekilde görmüştüm ben. daha sonra belirli aralıklarla rastladım hep. çarşının ortasında beyaz peynir, karpuz, ekmek yerken şarkı söylüyordu bir akşam. ya da boş bir televizyon kolisinin içine girmiş, caddenin ortasında trafik polisliği yapıyordu bir öğle vakti. iki haftadır görmüyorum ama kesin bir yerleri karıştırmakla, bir kalabalığı afallatmakla meşguldür kendisi. ama ismail'in deliliği yavuz gibi naif değildi. adam -bana göre- işin biraz şovundaydı hep. ben deli olsam kesinlikle yavuz gibi olurdum. daha içine kapanık, daha sömürülen, daha hakkı yenilen, daha tinsel bir imaja sahip. oysa ismail extrovert'liğin doruklarındaydı desem yeridir. ama daha eğlenceli olduğu kesin. zaten hem renkli hem de bilge bir deli profili olamaz kanaatimce. mahallenin muhtarları'ndaki toplumsal mesaj verip direksiyon sallayan hasır şapkalı deliyi muaf tutuyorum. gözümde deli ziya'nın o upuzun ve pislik dolu ayak tırnaklarından biri olamaz. ama gerçekten bir deli ya çok boştur, ya da overload olmuştur. o tam takır kuru bakır, boş taraftan gelen fevri hareketler ve fazla yüklemeden kalma dünya bilgisi tek vücutta yekpare olamaz. olmamalı. bu değil ki delilik. ideal deli diye bir kavram yok ki?michel foucault deliliğin tanımını "mistisizmin ve inancın birleşimi" diye açıklar. biraz açarsak: mistik olana ikna olma, gerçek olmayanı gerçek sanma, fantazyaya inanç duyma. işte tam da bu noktada konu mankeni olarak sahneye eminönü belediyesinin kadrolu delisi başkan geliyor. adamın adı yok, kimse bilmiyor. eminönü'nün binlerce esnafına göre onun adı başkan. çünkü başbakan olduğundan çok emin. kendini napolyon sanan deli imajına benzer bir haldedir bu amcabey. haftanın bir kaç günü çiçek pazarı'dan bir başlar dükkan dükkan dolanmaya, mısır çarşısı, tahtakale, sultanhamam, mahmutpaşa, mercan, çemberlitaş, nuruosmaniye, gedikpaşa derken tüm ilçeyi dert dinleyen bir başkan edasıyla dolaşır. tüm ilçe esnafının gizli bir mütabakat imzalamış gibi adamı başbakan'dan farksız bir şekilde pohpohlayıp ağırlaması adamcağızın delilik tüneline sürülen yağ görevi görmüş, başkan ikna olma yolunda hızlandıkça hızlanmıştı. bu saatten sonra sen delisin! diyen biri onun için muhalefet liderinden ötesi değildi. hadi oradan! diyip konuşmalasına devam ediyordu. girdiği her sokakta alkışla karşılanıp tam ortaya bir sandalye koyuluyor; başkan, eline tutuşturulan mikrofon görevi görecek her hangi bir cisimle (marker, tornavida vs.) hop diye konduruluyordu o sandalyeye sonraları. iş iyice çığırından çıkmıştı. başkan arkadan gazı alıp coştukça halk ta tezahüratlarda bulunuyor, başkanı alkışlarla yaşatıyordu. bir sokağa başkan girmişse o sokakta alış veriş yapmak yarım saatliğine imkansızdı. "mistisizmin ve inancın birleşimi" tanımını ilk bu adamda gördüm işte ben. dükkan dükkan dolaşıp seçmenlerinin elini sıkarken göz göze geldiğimizde ben de diğerleri, o aydınlık taraftakiler gibi elini sıktım onun iki üç kez. ve yine onlar gibi pis pis güldüm bunu yaparken. utanıyorum şimdilerde..saçı sakalı birbirine girmiş, pejmürde deli imajı vardır hani. deli deyince akla bu gelir. halbuki benim kenan haricinde böyle bir tanıdığım olmadı hiç. sadece kenan'ı manisa tarzanı'na çevirebilmişti delirme süreci. ama adamın çöküşünü simgelemekte bu avarelik bile eksik kalırdı. tipik bir ortaçağ dramı, ya da antik bir trajedi, ya da ediz hun filmi gibiydi adamcağızın hayatı. epeyce para pulu ve mutlu bir yuvayı ihtirası ve hırsı yüzünden kaybetmiş, toplumun çimenli taraflarından karanlık çamurlarına gidiş bileti kesilivermişti. kenan amca yakışıklıydı, hatta çok yakışıklıydı. parkın önünde tir tir titreyip ısınmak için altına işediği o en mide bulandırıdıcı halinde bile yüzündeki o jönümsü güzellik görülürdü sakalına rağmen. yeşilçam filmlerini hatırlatırdı bana kenan amca. sanki sevdiği kadın gelip onu bu bataktan kurtaracak, üstü açık arabalarına binip kocaman seksenler gözlükleriyle şarkı söyleyip gözden kaybolacaklar gibi. ama öldü. bir kış gecesi parkta soğuktan donarak yakışıklılığına son verdi. onun filmi mutlu sonla bitmedi ne yazık ki. tıpkı yasemin teyze'nin sonu gibi. selamsız'da geçen çocukluğumun önemli bir sahnesidir yasemin teyze'nin inziva sonrası sokağa çıkışı. oğlu, dandik sit-com dizilerinde oyunculuk yapardı bu kadının. ama bir gün meşhur olacağını, onu bu köhne mahalleden kurtaracağını düşünürdü. oğlundan başka kimsesi yoktu ki çünkü zavallının. ama çekimlerin yoğunlu mu diyelim, annesini ve evini kendine yakıştıramaması mı diyelim, bir şekilde koptu gitti evladı kendisinden. yaşadığı eve geçici gözüyle bakan, komşularına ballandıra ballandıra oğlunu anlatan, günün birinde pırt diye sosyal statü atlayacağından emin olan bu kadın da foucault'un tanımına parallelik gösteriyordu. ama gitti dönmedi oğlan. uğramadı bir daha o mahalleye. yasemin teyze de kimselere çaktırmadan gözden kayboldu bir ara. yazın başıydı. çoluk çocuk hep dışarda. sonra bir gün kapısı açıldı kadının. ama gördüğümüz o değil, güpegündüz bir cadıydı. söyleyin ben deli miyim? diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. söylesenize! delirdim mi ben şimdi? yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık. o da başkasının vicdanına pek muhtaç değildi zaten. bir hafta, sokakta dizleri bel vermiş pijaması ve ıslak terlikleriyle onca insanın içinde dolaştıktan sonra evinde ölüverdi. o gitti ya, sokağa sinen sidik kokusu artık dağılıp uçuyordu. sokak yine dut ve incir kokuyordu..şimdi yüzümü aniden kameraya dönüp mesajımı veriyorum müsadenizle. herkes sana deli mi diyor mesela? ya da bazen delirdiğini mi düşünüyorsun?e, yalan!!çünkü sen deliysen, benim tanıdığım delilerin sadece canı sıkkındı bir dönem.

severek aldığın eflatun gömleği giymiş ol. bütün gününü koşturarak geçirmiş ol. sevmediğin bir işte yorul iyice. yapmak istemediğin,içinden gelmeyen zorunluluklara katlanmış ol. duygusuz bir pastayı kesmiş ol insanlar alışverişte görsün diye. çantanı sırtlan, kapıdan çık, dünyanın hırına gürüne kulaklarını tıka, kendine gömül yavaşça yürü. yağmur çiseliyor olsun. kendine gömül tüm yol boyunca. her zaman gittiğin lokantaya gitmiş ol. iskender ısmarla kendine beşkuruşsuzluğuna inat. yemek biter bitmez sigara yak. ciğerinin tüm hücrelerine doldurmak ister gibi çek dumanı. seni izleyen komi çocuğa gülümse. utansın, yüzünü çevirsin. çayını çok sevdiğin kafeye gitmiş ol sonra. garson kız yanına yaklaşıp "kaçak, demli, küçük çay" desin. hayır de ilk kez. şaşırsın. "kaçak, demli, büyük çay" de. sigara bitmeden bitmesin çünkü çay. beş yıl önceden eski sevgilin aramış olsun. evli olsun. çocuğu olsun. "olmasaydı sonumuz böyle" desin. hiçbir şey diyeme. -olmasaydı- onca gün geçsin önünden. onca gülümseme, onca hüzün. sigaranın dumanından gözlerin yaşarsın. çay soğusun. kalk.yağmur yağıyor olsun. aldırma. gömül kendine, yavaşça yürü. insanlar koşturuyor olsun. hallerine hafifçe gülümse. kendine gömül. sevdiğin dizeler geçsin aklından. -bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı-çiçekli entarileriyle kadınlar yol kenarında çiçek satıyor olsun. -ölmedim genç olarak, ölmedim-metroda gencecik bir kızla göz göze gelmiş ol. -ben hep onyedi yaşındayım, her ayak sesinde ürperirim-bir şairi daha tanımış ol. -ben bu özlemekleri anlamıyorum, bu hayatları bu kullanım ücretlerini son sürat-koridorlar boş olsun. bir ayak sesi gelsin ardından. -ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende-gömül kendine. mezar taşını hayal et. mezarının nerede olacağına dair fikirler yürüt. cenazeye kimler gelebilir? gelir mi hiç kimse? marketi geçtiğini farket. dön geri, büyük bir şişe gazoz, vanilyalı bisküvi ve en sevdiğin sigaradan bir paket. belli ki gece uzun olacak. hatta o tatlı şaraptan al, ilk kez içtiğin yanındaymışçasına... düşünme ama onu, yani düşün de, es geç bi anda. es es es... esip geç... rüzgar çarpsın yüzüne,yağmur yağıyor olsun. gömül kendine, yavaşça yürü. iliklerine kadar ıslanmadan eve varmak isteme. bu merdivenler öldürecek seni. yine bir tek kişi ile bile karşılaşma koca apartmanda. bir tek ses bile duyma. yine anahtarınla aç kapıyı. odan karanlık olsun. pencere açık. soğuk. eski fotoğraflara bak. nasıl da gülümsemişsin onun yanındayken. nasıl da mutluymuş yanında olduğu için o yüzü göklerden ırak... nasıl da tahmin edemezmişsin hayatın bu noktaya geleceğini. sigara yak. -nasıl yalnızsın, bunu unutma-

"bence kaldırmalı bu doğum günlerini
insan bir yas gibi doğuyor yeniden."
doğmuşum gözümü açıp kapamışım, 22 yıl geçmiş aradan, 22 bahar, 22 kahır, 22 zehir... sayısız umut geçmiş... çok geçmiş artık yeniden başlamaklara...
kurulmuş bütün saatler, kurumuş tüm yapraklar, sararmış anılar, dökülmüş umutlar... siyahın miladına kaydolmuş bir alınyazısının eklentisi, kenarına iliştirilmiş acılar, muhtelif yerlerine not düşülmüş kayıplar, altı çizilmiş bold ve de italik en gerçek yalanlarla...
Bugün benim doğum günüm...

"acılar yalnızlığımızın ortak aynası olmuş
düşlerde gördüğümüz hep o derin anlam
ben nerdeyim, hangi düşteyim?
sen nerdesin hangi roldesin..?"(h. faktörü?)
Ah hayat, benden kaçırdığın ellerini hangi ceplerinde saklıyorsun..?!!
Ve bir şenlik curcunasının daha sonuna gelmiş bulunuyoruz-curcuna da ne pis bi kelimeymiş-
6 gündür dımtıs dımtıs nedir yani...yok yok öğrenci şenliği falan değil bu, halk panayırı resmen. 14-15 yaş ergen gothic özentilerinden tut da, evden nevalesini hazırlayıp piknik modunda menopoz teyzelere kadar ipini koparanın gelmiş olması, bilumum keko, kıro, dallama ve türevlerinin bastırılmış cinsel açlıklarının psiko-nevrotik dışavurumları yeni yeni anne rahmine dönme sendromları yarattı bünyede en freudçu yaklaşımla... neyse dedik görmezden gelmeye çalıştık "o da istemez öyle olsun"culuk oynadık, boşverdik biz de...
ilk akşam manga-vega konseri fena değildi, vega'nın bi' an önce konseri bitirme çabası, -deniz'in artık kalıplarına sığamaması, bendini çiğneyip aşmasına dur denilmeli artık, çok ayrı bi konu- manga'nın beklediğimden iyi sahne performansı, özellikle du hast'ı söylerken verdiği ara gazıyla coşturması takdire şayandı. bir de "kal yanımda" tabi...
2. akşam hayko'nun kendine aşırı güveni, bir anathemacılık, bi metallicalık tavırlar, kal getirdi falan yani-öeeh- ama kargo ve tabi ki koray candemir iyiydi gerçekten, ilk defa canlı performansını izledim koray'ın, yani performansından çok kendini, öhöm... ama bir de "aşk" ı söyleseydi tam süpper olurdu... neyse varlığı yeter zat-ı muhteremin..
3.akşam şebo'nun gothik özentisi liseli genç ağırlıklı kalabalığına rağmen her zamanki gibi göz ve kulakalıcı sesiyle kendimize geldik, kendimizden gittik, med-cezir olduk, okyanus olduk, o sularda yüzdük sonunda boğulmak olsa da.. yaptık bunu evet..
4.akşam erkan oğur-ismail hakkı demircioğlu'nun muhteşem sesi ve bağlamasıyla ruh tazeledik, silkindik, saygı duyduk, hala dedik, hala güzel şeyler de var, olmalı... "zeynebim" dedi erkan oğur, "içerim yanıyor , dışarım serin" dedi, biz yanıp yanıp sönmelere kandık, ellerimize baktık, küle bastık, bir şey diyemedik... "pencereden kar geliyor" u istediler, söyleyemedi, "onu söylerken benim ağlamam geliyor, affola" dedi, ağlamamız gitmedi hiç... "bir ömürlük misafir" olasın üstad, bir ömür... "zehir olan kadehine doldur beni doldur beni..." dediğinde sen; bilmek ömrümün zindanı...
5.akşam yüksek sadakat-high fidelity-nin mütevazi soft rock ıyla hafifçe sallandık yerimizde, gülümsedik, adam gibi adamlar rock yapsın hep dedik, "mumdan kanatlı bir adamın güneşe ulaşması kadar anlamlıydı bu dünya, bildik..." ha bi de; "show must go on" yaptılar, ne queenler sevdim aslında hiç yoktular..:)
ve son gece kenan doğulu'ya gitmedik tabi, ama kampüs içinde ikamet ediyor olduğumuzdan mütevellit katlanmak zorunda kaldık, shake it up yavrum sen, yakışır...
öyle ya da böyle bir şenlik daha bitti işte, güzellikler de ihtiva eden ama işte yine de buruk bi yanıyla...
neyse bu kadar şenlik izlenimi yeter, gelelim halet-i ruhiyeye...çocukken ağzını musluğa dayadığın balon gibiyim sanki. şişkinliğim tahammül kapasiteme denk.
tahammülsüzlüğümün neye olduğuna dair en ufak bir fikrim yokken hem de; hayata olur olmaz anlamlar yüklerken en narsist yanımla, zamanda seyr-ü sefer ederken hep aynı ziyanla; bilmek ömrümün zindanı...
ağır aksak içini aşağıya boşaltan bir kumsaati ve yukarıda başını kuma gömmüş bir devekuşu tasviri şimdilerde zihnime düşen, öyle bil sen ey sebep! zerre tesir etmeden gelip geçmede güneş, gün başlayıp bitmede, artık kendime bile inandırıcı gelmeyen benliğimle;
hep aynı oyunun
hep aynı tiradla sonlanan boşluğuna alkışlarla yitip gitmede...
insan, zamana karşı durduğunda, isyanları oynadığında ya da sivri ucu kırık bir pergelle 360 derece döndürdüğünde zihnini; fikrini ve zikrini ters düşüren onlarca çembere ait altkümenin etkisiz elemanlarını halı altına süpürmekten geri durmuyor kuşkusuz. olması gereken de bu. çünkü ayağına iliştikçe, gözüne çarptıkça seni rahatsız eden gereksiz şeyleri "yaramazsa at gitsin" dimi. peki.
I wish life had a "delete all spam function" hesaabı.
bir de şu var. ay'ın diğer yüzü. anlıyorsun işte o zaman taşın ne olduğunu, taş taştır. başını yasladığında anlarsın." tamam mı?" diyerek.
ona da peki.
bugünlük bu kadar ders yeter, "çıkışta görüşürüz". yersen.
Butterfly Effect?
Rüzgâr kulağına üfledi ismimizi, tesadüf değildi, basitti. Sen bu yazıyı okurken ya da demin dinlediğin şarkıyla ya da çöp yanındaki kediye selam verirken bile bir seçim yaptın. Kelebek kanatlarını açtı, kapattı. Bir yerlerde bir şeylere sebep oldun. Yalaaan. Değil. Keşke, gerçekten saf emprovize yazılar yazabilsek. di mi, hı?
Mayıs geldi yağmur düştü buhar dündü yook öyle shake it up falan şekerim.
çalar...The Dresden Dolls-Glass Slipper
how many happy endings do you need to change your fucking mind?!...
Benden öncesi ondan sonrası yokmuş çünkü ben değil bahar sarhoş olmuş. Rodos güllerinin yüzünü güneşe dönmesine az kalmış belki de. Uyurken yüzüme esen baharla dönmüş başım, öyle çok gezip; Atlas Okyanusu’nda uçak, Ege’de kayık, Akdeniz’de ada olmayı hayal edecek kadar hem de. Havai fişeklerin arasından paraşütle atlayacak kadar belki de. Uçtum. Finike portakal çiçeği kokarmış bu zamanlarda çünkü bahar sarhoş olmuş, ben değil.
Hiçbirşey umrumda değil benim çünkü öyleymiş gibi yapıyorum çünkü bahar var, mor ve parçalı güneşli her şey. çünkü kuşlar hala var.