Sonn kii üç dört..
Hakkımda
- Melusiné
- Bir 'mayıs sıkıntısı'nda gelir dünyaya, kıyısı yosun tutmuş bir liman şehrinde büyür, siyah yaşar, siyaha kanar, siyaha çalar günleri.. Edebiyat ve okumak en büyük tutkusudur; Kafka, Nietzsche, Küçük İskender, Umay Umay, aynada silüetini gördüğü ex tanrılarıdır, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oruç Aruoba, Oğuz Atay, Bilge Karasu, İlhan Berk, İsmet Özel, Rimbaud, Rilke, Bukowski, Roland Barthes, E.M. Cioran, Murathan Mungan, Yılmaz Odabaşı, Özdemir Asaf, Atilla İlhan, Ahmet Telli, Lale Müldür, İnci Aral, Elif Şafak vs..ise yalancı peygamberleri... Gök'yüzüne kezzap atıldığı için yara izi sayar bulutları, güneşeyse yatsıya kadar yanan mum ışığı muamelesi yapar; ay,yalnızca dünyanın uydu'rmasıdır ona göre.. Vaktini en çok okuyarak, müzik dinleyerek, pencereden dışarı bakarken kendini yakalayarak ve hayattan kaçamayarak geçirir. Sık sık kendinin peşine düşer, kalbinin izine, ama çoğunlukla eylül'ün bıraktığı yerdedir. Şimdilik bir müsveddedir aslını arayan, döner durur içine kanar...
dancemetotheendoflove
lüzumsuzsa söndür
Oruç Aruoba
Kala'Balık..
say^aç
günebakan..

ne kadar ile başlayan tüm soruların bitişiğinde, yakana teyelli kum saatlerini çevirir dururken zaman, sen orda" zerdalisiz bir dal gibi"..
işte orada, iki kol açımı uzaklıkta, ellerini açıp arkada birleştiren çocuksundur da, her sözcüğün sınır ihlalidir bile, her kızılca kinayen orda öylece durma ihtilaline, orda öylece vurulma ihtimaline uçurtmadır hani.. bulut, yağmur, pas, çivi.. ordan öylece geçmek..
karpuz kabuğundan değil, koltuk değneğinden hiç değil, iyisi mi harita metod defteri sayfasından uçak yapsana sen bana, kollarımı arkada birleştirip anlatayım..
bu kadaarr diye gözlerimi yumup hem, bu kadar 'sarı'yken, böylesine 'zamansız'ken bütün rakamlar, senken tom'balad'an çıkan..
"ah camları kırık kalbim, benim en eski pencerem..."
öğretmenim, önce yazıp sonra üstlerini mi örteceğiz yoksa en başından beri temkinli bir şekilde örterek mi yazacağız. kural bir: mütevazılık mı yoksa kendini çok görmek mi olduğunu çaktırmamamız gereken sebeplerden ötürü “biz” diye konuşacağız. “biz”in içinde saklanmamız daha kolay. “kimsin” diye sorulduğunda içimizden birini rastgele -sırtından ittirerek- bir adım öne çıkartıp, feda edeceğiz, bunların hepsi bizim kafalarımız, ölüyorlar diye üzülmemize gerek yok, rejenere olacağız. olur da bir gün sorarsan -öhhm..- hani oldu diyelim -öhhö..- ya kahve falına baktı ya biri -öhhööğm..- iki dilek tutmuşsun ama ikisi de birbiriyle bağlantılı, geç de olsa olacak dedi ya ama -öhhööhhööüğ!..- güzellikler ikiye ayrılırlar, güzelliklerinin farkında olan güzellikler ve güzelliklerinin farkında olmayan güzellikler, görünmeyen bir üçüncü grupsa güzelliklerinin farkında olup farkında değilmiş gibi yapan güzelliklerdir, bu üçüncü grubun hiçbir zaman farkına varamıyoruz çünkü esas olan güzelliklerin iç niyetini kavramaya çalışmak değil, olabildiğince çok bakıp sevap hanemizdeki sayısal değeri yükseltmektir. dördüncü grup: güzel olduğu için ne tepki verse falso olacağından bu güzellik mevzuunun tartışılmasından sıkılmıştır, orada değilmiş gibi yapar. ben bir keresinde sırf senin elin, kolun, bacağın var diye, ete kemiğe büründüğün için şükrederek, kahrolarak, utanmak diye bir şeyin varlığı, ayıplar neden bu kadar ayıp, ben bir keresinde sırf üstü kapalılığı becerememeyi bahane ederek kendimi açık saçıklarken, ben bir keresinde sırf kahve falımda dilek kipi (-sa) çıktığı için, -yanımda kimsenin olmadığı zamanlarda- ben bir keresinde sırf seni rüyamda görmelerimden çok yorulduğumuz için -bu istemsizlik problemini çözünüz-, aynı o test sonu özlü sözleri gibi; en kötü karar kararsızlıktan bin kat daha iyi geldiği için, ve aslında biz çok keresinde en kısa görülen yoldan asla gitmemem gerektiğini hiç öğrenemeyeceğim için: böyle kısa devre yapıyoruz.
* * *
utanmak, üzülmek ve umutlanmak bir kılıçlarını, bir kadehlerini tokuşturuyorlar kafamın içinde...
iş bu yazının konsepti; dağ'dır, hem de hiç öyle d'ağlar falan gibi kelime oyunlarına gereksinim duymadan, dokunsan ağlamaklıdır hem, öyle küs, öyle çıkmazlı, ayyuka..
[iki dağın arasında kalmışam...]nemruttur, hoyrattır, namludur, kara trendir, uludur dağların çevrelediği şehirler, ben bilmezdim; ben düzlük yerlerden geldim bu hüzne en^gebe yerlere.. ben önceleri, içimi çepeçevre saran sızıyı penceremin camından görünen, bulut eskisi güneşe, her daim paslı puslu gökgrisine bedellerdim, renkler yaşamımın yüksek ökçeleriydi önceleri, daha sonra kokular, sesler, ve arayüzlerin üzerine basıp, kıracağı.. çam ağaçları, fakülte, bulut, güneş ve de çepeçevre dağdan mürekkepti pencere kenarı ıssızlığımın fon müziği, 4 yıl boyunca.. ishak kuşu öterdi geceleri...
[yorgundum dağlardan beterdim...]
"..bit pazarında yolumu kaybettim, hayır sarhoş falan değildim..",
hâlâ ne kötü kelimedir bazen, bir tehdit, hâlâ, şu an geçerli. ama yarın geçerli olmayabilir. üstelik bunun hayrete şâyan bir yanı da yok gibidir. değil mi ki hâlâ, neticede sevimli bir sınır ihlâlidir. yükseltisi fazla olmayan yerlerde güneş hüküm sürmekteyken hâlâ, dağları denize dik, kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak iklimlere güz, erken gelir. yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesilir. pusuların sessizliği. dağbaşı ıssızlıklarının takvim tutmaz çentiği, patikalarca yelkovan, sa(hi)niye'lerce akrep.. oysa bak bahar.. oysa güneş.. hâl..â.. gel bak bi' elimde gökyüzü var..?
[ben, nasıl yanmayım dağlar..]
sonra dağlardan, sonra tepelerden ellerinde küçük kartopu yangınlarıyla gelip geçenler, göklerden yıldız kanamasıyla dilek deşik içime oturanlar, sokaklardan kuşları toplayıp göçürenler, [nice kuşlar uçurdum, dönmediler geriye..] keşke yalnız bunun için'ler, yalnızlığın bir ovanın düz oluşu gibi değil de, bir dağın dimdik yükselişi gibi, bir damlanın böyle göztaşı oluşu gibi, bir türkünün böyle veysel oluşu gibi, ne bileyim gibi..olduğunu öğrendim, nicelerinden.. (nietzschelerinden değil, hayır) birileri bu şiirlere ısrarla giriyordu, birileri şarkıların öznesi, pencere kenarlarının italik silüeti, sigara dumanı, birileri rüya oluyordu ısrarla. sonra kentlere vurdum yükümü, mecbur yüzüm dağ, yüzüm elveda.. odalardan çıkıyordum, uykulardan, şubatlardan, kara kavak ağaçlarından, kitaplardan, anılardan, kahırlardan, baharlardan tüketiyordum ama, yalnızlığımı emanet ettiklerim, kendi yalnızlıklarına göçebe bir ağaç kuytusu, mutlaka buluyorlardı ve yalnızlığım bile yetim kalıyordu hep.. uygun adım yürüyordum en kül'üstü romanlara, koşmama gerek yoktu, sonra hazırolda beklettiğim tavşan, küskünlüğünden bihaber dağlarda bıraktığı kaplumbağayı geçemiyordu işte, ben 62'den sonrasını saymayı bilmiyordum. .
[dağlar mı yollar mı denizler mi engel..]
sonra.. ansızın sesimi koyacak yer bulamadım. her şarkının ağrı'sı kalabalık, her öykünün kaçkar'ı uzak, her şiirin erciyes'i, kafiyesi, gesi bağları ipotekliydi. dolanıyordum, sürüldüğüm yerde kalan neydi, bir varmış bir yokmuş gibi yaşamaklardan, hep üşümeyle dönülen yolculuklardan, her şeyin miadı dolarken benim günde yalnızca 2 kez doğruyu gösteren saatim neye kuruluydu, sahi niye durmuştu o tavşan, niye ki bunca söz..?
[oysa iki tufandık seninle
lavlarından ayrı düşmüş iki kanardağ..]
sabahlarıma açılan güneş yanığı bir uykunun değerinden eksiğine bozdurulmuş düşlerine küslüğüm, yolları hep aynı çıkmaza açılan bir sınır ülkenin dikenli tellerine takılıyordu hep.
vazgeçmek oluyordu bu kez 'mendilimde kan sesleri'nin oyası, [başkasının mendilinde gözyaşını arama..] 'sil baştan' oluyordu gırtlağımda büyüyen harfin el yazısı, vazgeçmekten gidilen bir yol oluyordum ve ben bu dağı nerde görsem tanıyordum, gerisingeri yüründüğünde sırtüstü düşülen ve bir duvara çarpılan...
hikayemi anlatıp çekilecektim oysa, 'birikiüçtıp' diyecektim. aynanın kenarından yokolacaktım. ne kalırdı geriye? sesim mi? dedim ya, yokolacaktım bıraksalardı. bıraksaydın... sonsuzluğa mahkum ettin beni. hepliğe ve tensizliğe... anahtarlar ters döndüğünde, gök oyunları yeryüzüyle körebe telaşındayken beni paslı bir şimşeğin sırrına sakladın. Çok eskiden yazılmıştı bu; sen yazmıştın. Sözlerime gerdiğin bir çarmıhla yazmıştın yokluk... var olmanın İncil'ine üstelik... düşlerin yolunu yitirmişim, düşmenin haritasında ölçekliymiş çıkışlar... bir kibrit yakımı zamanın alazında dumanla mühürlü bir yazgıymış mürekkebin payına düşen... yok karşılığı acının hiçbir dilde...yürünmez ya öyle hep, bazen susulur..
sözsüzce başımı koyuyorum dağın yamacına (dağ ki dağdır, belki'lerin umuduyla bunca yükseltmiştir kendini; ki hiçbir belki ona elini uzatmamışken yenikliğinden...)
Sen yine de,
"başına bir hâl gelirse canım,
dağlara gel, dağlara.."
Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?
Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
Nereye?
Bilmem!
Bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
İyi. Biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
Diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar
Çıkrık
Bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı
Duyulur bu ara
Duyulmaz ama duyulur
Başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
Başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni, ölümü taşımaya
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
Aşağıda
İskemle gıcırtısı, ayak
Tütün kokusu, koku
Yaz kelebeği tadında bir soluma
Yer değiştirme, kımıltı
Tekrar soluma
Kadın
Sessizlik
II.
Gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
Sarı bir kertenkele… onunla her şey bir iki sıçrar, durur
Başkaldırır, düşer
Bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. Sonra?
Bir su arayışı, bir bozgun… Biz buna her şey diyoruz, her şey
Her şey her şey
Çünkü o, kadın
Uzanır, sağar bir yokluğun içinden
Gene bir yokluğu sağar, üşenmez
Bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
Çıkar boş kuyulardan katılaşmış akşamüstleri
Böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
Ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
Yani olanlar olmuştur bir kere
Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. Bir U sesi duyulur
Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal. O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha
Unutmak, unutmak, unutmak
Tanrım!
Taş kesilmemek için taş
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz
Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
Solumak birdenbire
Gene olmaz
Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
Bir kaya daha çatlar
Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
Eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
Çıkar o yunus balığı, o heykel
Yaz kelebeği, kapı
Sonra?
III.
Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa
Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk bir umut gibi değil
Bir aralık gibi durur dünyada
İşte bir soru!
Okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
“ Önce hep gece vardı” diyen bir kitapla
Biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
Diyoruz; çünkü o, kadın
Ne yapsa, neye uygulansa
Bir aralıktır şimdi dünyada
Bir aralık, bir aralık!
Yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
Bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
Ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
Bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
Tanrım ona bir salıncak!
Bir gidip bir geliversin diye boşlukta
Umutla, erinçle, tutkuyla
Kendine kendine kendine katlanarak
Hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
Tanrım
Tam burada
Gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
Sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
Sorar o çiçekleri – bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
Nereye kadar bilinmez
Hani bir sormasa… korkunç!
Hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
Sonra?
Sonra ne? İşte bir çamur gibi sıvanmış odaya
Karanlık bir kilisenin
İhtiyar zangoçunun ağzıyla
Günaydın!
İyi bir gün başlar ne de olsa
IV.
İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor
Pek açık değil. Değil de… Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
Yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler
Yaşıyor o kadar
İşte
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada
Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
Var ya
Orada
Tek imge kayalardır, işte orada
Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
Her şey hep kayalardır; otlar da, böcekler de, sular da
Günler de, zamanlarda
- Görünen bir zamandır çünkü orada-
Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
Değilse bir hareket bu, yalnız orada
Orada
Bir ayak boyu yerde, bir kadın
Bırakılmış gibi yıllarca
Tanrım ona bir salıncak!
Taş kesilmesin diye taş
Donakalmasın diye boşlukta.
Hani o balıkçılla yarışan çaylağa
Kırpışan gözleriyle bakan gemici
Gibi
Baksın o da görmeden
Ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.
Tanrım size bir salıncak!
Bırak gözlerimden görmeyi kendini, soğuk bir uçurum içimde, başında titreyen benim!
Zamanı yoktu ayrılığın, sulu sepkendi… bir zamansa sulusepken -biliyorum değil.
Ben kirli evlerde ağlatan uykularda sayıklıyorken, sen uykunun huzuruna var yenilenmişlikte. Hangi gece birbirimize yakınlaştıracak artık bizi? Şehirlerin şahitliği kabul edilmiyor ayrılıklardan sonra… Dualarımın kalesi düştü, olmak anlamında. Süngümü yedi kat göğe çeviriyorum şimdi ve ben yedi denizin lanetli gemisinde aşkın sadakatiyle çözülecek, yani ki hiç geçmeyecek bir lanetteyim. Kırıp geç bütün testileri, su yoluyduk nasılsa… nasılsa kırılacaktı… haktan olmayan yola elbet haktı bu kırgınlıklar. Bu vurgun yemiş bağlılığımı kıskanmayacak değildi ya yüce? Hangi aşka sahip çıktı, hangi şeytana karşı savundu ki inancımızın yolunu? Alınma! İnancımız dediğime, sen dâhil değilsin…
Korku değil, çekinmek hiç değil yanına yaklaşmayışımın sebebi. Öyle ya, bir cümleyle intihara sürüklenen âşıklar kadar aptalım, aptalım yaşım kadar. Bilmediklerinden korkmayan bir çocuk gibi aptalım ama görmüş geçirmiş bir ihtiyarın gençliğine özendiği kadar da aptal. Sözün gözlerime mil çeker ateş gibi, dilime kilit olur, ayaklarıma pranga. Tutar da çekersin, bukağı çözülmez, sürükler de götürürsün… Aptalım, aptalım yaşım kadar.
Parmak izlerimizin bile seviştiğimi zamanlar geçmiş. Gelecek bugünümüzde teğet geçmemeye özen gösteren iki doğru, oysa bir çember küçük şehir, küçük yakın çevreler… Dahası bir noktayız şimdi, sonsuz sayıda doğru uzanıyor dışarıda, noktadansa bir tek doğru bile geçmiyor
Kalkıp ayağa sarılmak istiyorum sana, herkesin önünde ve sana rağmen -kesinlikle, yaşımdan fazla aptalım ya da ancak yaşım kadar aptalım, gençliğime veriyorum. Yapmıyor, susuyor, gözlerimi kapatıyorum. İçimde düşler kendi halinde salınıyor, bir trenin gittiği, her şeyi beraberinde götürdüğü ayrılıklarda olduğu gibi! Gözlerine bile bakmazken içimde fırtına, içimde ne önemi var!.. Yaratan bais, diriltme beni… ne olur yeniden yaşatma. Yarı açık gözlerimde hayal meyal etrafım, içimde gerçekler patlamak üzere. Saniyeler geçmek bilmiyor… Nefes alıp veriyorum, her zamankinden farkı yok… hiçbir farkı yok, herhangi bir zaman, herhangi birileri… sakin olmalı… telkin halinden sayıklama haline, oradan da hipnoz haline… sessizlik!
Ayın külleri dökülüyor saçlarından, bir yangını ancak başka bir yangının külü söndürebilir, biliyorum. Ateşin suyu söndürdüğünü ne zaman gördün? Dünya üzerine yağan onca yağmur, dindirmedi ateş içindeki hiçbir ruhun acısını. Şimdi ayın küllerini döküyorsun saçlarından üzerime… Rüzgâr yok, sönmeye meylim.
Pastel rengi tırnakların gözlerime değiyor, retinayı paramparça eden ve ışığa duyarlık bırakmayan, renk seçmeme izin vermeyen bir temas bu. Açmayacaktım gözlerimi, başımı çevirmeyecektim senden yana. Sönmeye meyletmiştim, farkında değildi kimse ve şimdi alevlenişime tanık olmayacakken kimse, kendime yanarım ancak! Yine de çevirmeyecektim başımı senden yana. Gözlerim zindanlarda karanlığa alışmıştı, gözlerim esirliğim olmuştu nasılsa. Görmüyorum…
Bu bilinmeyen zamanda gerçekleşen sessiz görüntüsüzlükte neler yaşandığını hatırlamakta güçlük çekiyorum. Sokağın tertemiz havasını içime çekiyordum kendime geldiğimde, parkın hemen yanındaki kaldırımdan yola devam ediyorum.
Sürrealizmin bulaştığı tenimden çekip atıyorum tüm sahtelikleri. Ayaklarım yere basıyor, adım atıyorum, görüyorum ve,
“Geçti… sakinim.” konuşabiliyorum. Ayyaşın biri geçiyor yanımdan, sana bile benzemiyor inan. Öyle bir yokluktayım ki artık, kinimi bile özlüyorum!
Geçip gidiyor zaman, yol devam ediyor… tekrarlar ve ritüeller.
Uğultu.. Zaman kayması.. Bir ne yapsan olmuyor'luk, bir adamsendecilik, bir vurdumduymazlık, bir saza niye gelmedin'lik, bir sarı sıcak'lık, bir bab-ı esrar'lık..
insanlar çok boktan, -ben de dahil-
"her yanım tuz, deliyim"..
ihtimalimsin bilmem ki..
"sulara attın şimdi kendini, delisin.."
hayat bazen; uzaktan bakıldığında olağanüstü görünen bir tablodaki ağaç topluluğunun, yakınlaştıkça, tek tek bakıldığında biçimsizleşmesi gibi..
insanın evi gibisi yok mudur bilmiyorum ama, insanın evinin önü gibisi yokmuş, onu anladım; boyalı direk gibisi bir de.. Klasik Merve pozlarından bir tanesi daha --evet adım Merve benim, 85 doğumlu her 3 kızdan 5 inde olduğu gibi-- Sol resimde görmüş olduğunuz yokuş üzerine ne yeni dökülmüş çimento üzerine isim yazma donukluklarından geçtim ben bilmez kimse.. Yaz gelsin isterim ben, bu şehre ancak yazın katlanılır diye de haksızlık etmek istemem, ama yine de yaz gelsin. Bu şehir limandır, bu şehir küçüktür, bu şehir kuytudur, ama candır, özdür, kürkçü dükkanıdır, "-bir insan memleketini niye sever? -başka çaresi yoktur da ondan"dır, "şarabi"dir bu şehir; poğaça kokusudur, kiraz çiçeğidir eğri dallardan, bu şehir ilkyazdır en çok; çoktur bu şehir, çok olur.. Mavi kenttir, eğri kenttir, alaz kenttir, ziyan kenttir bile bazen ama yokuş aşağı sevmelerim, bayır yukarı susmalarım burda doğup büyümüştür, papatyadan taç olmuşluğu da vardır başıma, dutağacından düşürüp mora kesmişliği de..[dut ağacı boyunca, dut yemedim doyunca..] Hem ne kadarına geri döner ki insan bir şehrin, ne kadarından kaçar, her geri dönüşte ne kadarını getirir kendinin, bir başınalıklardan kopup ne kadar çoğaltır öyküsünü geri dönüp dönüp, ne kader..? Önceleri ve sonraları vardır işte bakakalınan; medleri ve cezirlerinden bile daha çok sarsan, ah'tır şehir en çok; ahh..
Odamın penceresinden görünendir işte hepitopu; elde kalan..
ÖNCE SONRA
.jpg)
Pencereden bir daha bakmam, ne çıkar..
Ezgisi gibi bakmam daha, hiç...
ateş gittikçe yaklaşıyor. korku içindeyim. "her çalgının başında ayrı bir hayaletin, yakıcı habbeler gibi kucağında uyuyan çocuğu korkulu düşlere yolcu etmesi" diyorum ben buna. tam teşekküllü orospu çocuğu rimbaud dan öğrendim böyle balgam gibi konuşmayı, içimde siğiller, çıbanlar yetiştirmeyi. tortop olmuş bir tespih böceğine çatalını durmadan saplayan bir adamdan bir de.. yüzünü eteğiyle örtüp koridorda ağlayarak koşan bir kadından söz ediyorum ona. dinliyor; sessiz yüzü zayıf bedeninde bir yatağın ucunda otururmuş gibi korkak ve kuyruklu yıldız gibi tozlu bir izle bulandırarak havayı. yanan benzini duyuyorum caddede. her boydan tekerleğin dönüşünü. başkaları yolculuk diyor bu olup bitene. enjektörlerin püskürttüğü mazot buharına; hareket.. çiçeklerini döküp güzelim yollarınızı yapış yapış yapan, boyalı küçük dudaklarıyla altından kızlar geçen bir ağaç diye bilin ama siz beni..
Asla ağlamamalısın der bir şarkı..
tüymem lazım derelerden
günlerden tepelerden aşağı
aşk hiç biter mi..
normal şartlar altında tüm bu sırtımdan kalkan yüklerin verdiği rahatlıkla benim hoptirinaynom modunda rayımdan çıkmam, ipimi koparmam, bulut olup yağmurlarla toprağa inmem, sularla birlikte toprağa yürümem, toprakta bir çiçek olmam lazım, sonra çiçeğin özüne bir arı konması lazım ve belki o arı olmam lazım..--başını alıp, öyle kaçak, öyle eşkiya nerelere gittin..--
ve fakat iyi değilim yine de, benim nÂçiz vücudum elbet hala toprak olmadı ama içimin dağları denize hep dik, --boynum dik sevgilim-- içimdeki ölçeksiz haritada koyu renkle gösterilen yerlerin yükseltisi daha fazla, içimdeki akarsular denizlere küs, içimdeki deltaların rengi küf(ran?), içimin coğrafyası sergüzeşt anlayacağın, içimden şehirler geçmiyor hayır, içim geçiyor zehirlerarası yolculuklardan, ben içime aktığımla kalıyorum.. yanisi o ki; hiçbir denkliğe kendini tartamamış; hep bir fazla bir eksiklere kendini kanalize etmiş ruhum, artık bırak yönünü sapağını şaşırmayı, bırak araflarda gezinmeyi, kendini atacak köprülerden bile medet ummuyor artık, mıknatıssız bir pusula olarak..

Kar. Işık. Tez. Tüz. Finaller. Parmağımın ucundaki ne ara oluştuğunu hiç bilmediğim yanık. Sızı. Sokak. Güneş.Yöneylem. Ot. Bok. Küvetteki saç teli küvettekisaçteliküvettekisaçteliii.. Hani diğer hepsine katlanabilirdim belki ama sonunucusu. Cıx. Bi' çözüm getirmek lazım.. Nokta.
Ha bi' de "bana yalan söylediler" Semiramis Pekkan'dan gelsin. Bildin tatlım, çok eskılardan..
" zeytin ağacının karanlığıdır
elindeki elma ile başlayan..
bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
zeytin ağacının karanlığıdır.."
"kelimelerin kuytusunda pusu kurdumsa kendimi gizleyeyim diye'dir kelimelerin kuytusunda sus'u buldumsa dilim sessizce kavrulsun diye'dir kelimelerin kuytusunda us'u oydumsa elimden bir şey gelmiyor diye'dir.." demesi lazımdı birinin, en azından telefonun sesine ve telefondakinin söylediğine yana yakıla bağırmak için, ama hiç kimse hiç bir şey söylemesindi zaten artık, günlerden cumaydı, güzlerdenecel..
bu kadar mı acır bu kadar mı kanar nasıl usul usul uzun uzun ulur köpekler nasıl olur da "bir acıya kiracı" olur göz seğirmesi, düşte mi haber eder kendini düşte mi görünür düşte mi düş..
yok.. yok.. yok.. sabah birkaç saat uyuyup, lanet olası telefonla böyle uyandırıl.. surat..bembeyaz.. yok olmayacak artık. iyi bir şey olmayacak. lanet.. gebermem lazım müsait bi'yerde.. yokum bir süre..
ne dersin ol? ric’a edeceğim bir şeyler söyle. “ya no quiero estar solo” yeter yeter, öleceksek ölelim. çıplak heykeller yapmalıydık biz.. söz’lerin en acınası hallerinin mümessili söz’cük’lerden. dilin uzanamadığı, el ve kalem birlikteliğiyle ihraç edilen sözcükler. kolları olmamalıydı, kollamak, gözetmek diye bir şey hiç olmadığı gibi hani; o heykeldeki gibi, balmumundan sözcüklerimiz olmalıydı bizim ve bulmacalardaki suratlarına bıyık-sakal çiziktirilmiş şarkıcıların reenkarnasyonlarına bakıp kendini birşeysanan çocuklar olmalıydık yine; ve he..?
tamamen gayriihtiyari esaslara riayetin, ne derece hakîki bir vazife-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münâsip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: les affinités électives sandukadaki inci - neden burnun uzamadı inci? ay karanlık. yeşile yeşile çalar gözlerim. sandukaya kapatılmış bir inci gördüm. birinci gelmişti. cigara üstüne cigara yakar. üstüne biçimsiz/şekilsiz inci (yani barok denilen) örtülmüş, ışıldamakta güçlük çeken ve sönmeye meyilli, gölge’nin ilelebet esiri. çini gibi de incikli boncuklu. çocukkenki tüm oyuncakları ellerine batmış kanar, incelikler yüzünden –ah kimsenin vakti yok’ken durup ince şeyleri anlamaya- incildeki bir tanrıça olmaya özenmiş. boğazda düğümlenen hıçkırık. öyle bir narsistlik için, çok şey bilen ve bunu tevazuya uydurabilen bir ince terbiyeden yoksun, tevazüne desen hiç yanaşmaz. incelik için kendisi çok geç. incizapa müsebbip. ve anlaşılamayacak kertede müstebit. kinci bir cin, ukalâ bir kukla terennümü. belli ki incinmiş, ki bu yüzden mi bilinmez incitmeye varışlı. incesazdan bir saz eseri. çelimsiz bir boncuk. incir ağacından düşen deli. sandukadaki inci. cinaslı uyaklar bütünü. halbuki hiçbir şey, en azından deniz ve mehtap bile kafiye olsun diye değil’dir. - niye uçmuyor inci? - uçar birgün.
şehir içi güzergâhlarda arabeskin misafirperverliğinden bir an olsun kalkamayan iklim tanımaz güneş gözlüklü genç dolmuş şoförünün, üniversite kampüsüne yaptığı seferlerde yabancı pop müzik çalmasındaki sahicilik, benimki..
Yazmam lazım. Yazmam için gitmem lazım. Gidemiyorum. Gidilmiyor. Bi' alamete binip kıyamete gitmem lazım. Ama yazmam lazım. Gırtlağımda bir harf büyüyor, tüküremiyorum, yutamıyorum, yutkunamıyorum, orda duruyor. Yazamıyorum. Yazılmıyor. Özlüyorum. Yetmiyor. Okuyorum. Kesmiyor. Yazmak lazım. Gitmek lazım. Gidilebilemiyor. Kelime oyunlarından, şekilciliğimden, şairanelik tutkumdan, ağdalı dolambaçlı sözcüklerden kopmam lazım. Eski olan ama yeniden konuşulan, muhabbetlere düşülen dostlarımı görüp onları dinlemem, iki çift lafın belini kırmam, belki de iki tek atmam lazım. Yeni kelimeler, yeni insanlar duymam lazım. Yazmam lazım. Büyüyen harfleri dökmem lazım. Otel bozmalarında, arkadaş evlerinde, kümeslerde, ahırlarda, çaylarda derelerde, çimlerde yatmam lazım, bu tekdüzeliğe alışmamam lazım. Gitmem lazım. Haritalara bakmam lazım. Şarkılar söylemem lazım. Unutmam lazım bildiğim ne varsa. Kaybettiklerimi hatırlamam lazım. Yazmam lazım. Bir kelimeden bir dünyaya meydan okumam lazım. Muhabbet etmem lazım. İnsanları gözlemem lazım. Kafelerde tek başıma oturmam lazım. Bilmediğim şehirlerin aile çay bahçelerinde çay içmem, kafa sikmem lazım. Kuşlara ve gökyüzüne bakmam lazım. Sıkıntıları def etmem ve kendime yeni sıkıntılar bulmam lazım. İyi beslenmem lazım. Harfler büyük mü küçük mü bakmadan yazmam lazım. Noktalamaya koymam lazım. Bilgisayarımdan uzaklaşıp kaleme sarılmam lazım. Gidilmiyor. O insanları, o köyleri, o fabrikaları, o çileleri, o futbol sahalarını, o denizleri, o oltaları, o rayları görmem lazım. Raylarda yürüyüp bozuk paralar bırakıp tren geçtikten sonra elime alıp bakmam lazım, o sıcaklığı koluma sürmem lazım. Öpmem lazım. Taşa toprağa kul olmam lazım. Belimi bükmem lazım. Dinlemem lazım. O insanları dinlemem, kör bir çay bardağına vurulmam lazım. Yazmam lazım. Gitmem lazım. Gidemiyorum. Kımıldayamıyorum. Delik deşik olmam lazım. Fırlatabildiğim kadar uzaklara fırlatmam lazım kelime denen illeti, sonra bana geri dönmesi lazım yanında yenileriyle. Telefonları mail kutularını kırmam lazım. Defterlerimi dürmem lazım. Defterlere boşalmam lazım. Gitmem lazım. Yazmam lazım. Yağmuru hissetmem lazım, zırıl zıklam olmam lazım. Gitmeye alışmıştım, gitmeyi yazgı bellemiştim, ama yok ki artık. İstanbul, Ankara, İzmir, Muğla, Isparta, Kastamonu, Urfa, Mardin, Trabzon, bilmem. Gitmem lazım. Ayaklarıma vurmam lazım. Topuklarıma sıkmam lazım. Asmam ve kesmem lazım. Kellemi uçurmam lazım. Yazmam lazım. Okumam lazım. Zaman lazım. Lazım kelimesinden kelimeler türetmek yerine bana bir dünya daha yaratmam ve dünyalarımı savaştırmam lazım. Barışa karışmam lazım. İnsanlar arasına girmem lazım. Görmem lazım. Duymam lazım. Kös kös ölmemem lazım. Ama’sı olmaması lazım hiçbir şeyin ama her şeyin ama’sı var. Amana koyayım, diyebilmem lazım. Güldürmem lazım. Gülmem lazım. İçimden gülüp kendime aptal demem lazım. Gülünce gözlerinin için gülmesi lazım. Şarkı lazım. Çalıp söylemek lazım. Kollarımı bacaklarımı hareket ettirmem lazım. Şehirleri dolaştırmam lazım. Miskin olmamak lazım. Gitmek lazım. Uyuşmamam lazım. Yeniden yeniden keşfetmem, yeni yüzler görmem, yeni sesler duymam, yeni renkler seçmem, eskicileri ziyaret etmem lazım. Gidebilmem lazım. Uçmam lazım. Uçuyor gibi kollarımı iki yana açıp “anne, bak, uçabiliyorum” demem lazım. Bisikletimin gidonlarını tutmayı bırakıp “baba, bak ellerimi kullanmadan sürüyorum” diye bağırmam lazım dünyanın en sevinçli haliyle ve fakat babamın fotoğraflardan ibaret bir sus! işareti olması ve bunun bende travma yaratması ve şimdi benim bunları hatırlamam lazım. Kendimi anlatmaktan vazgeçmem lazım. Kimsenin ölmemesi lazım. Gitmem lazım. Ben hangi bekleyişin nedeniyim, demesi lazım şarkının. Neden olduğum şeyleri bulmam lazım. Yolculuğa çıkmam lazım her yöne. Herhangi bir şeyin herhangi bir biçimde üzerimde herhangi bir baskı oluşturmaması lazım. Kaçmak zorunda kalmayıp, gidebilmem lazım. Kaçmak onursuzca, gitmek onurluca. Şirince'yi görmem, bol bol öpmem koklamam, gözlerine dokunmam lazım. Çocuklarla muhabbet etmem lazım. Dünyanın bütün çocukları sanki benim çocuklarım, gibi hissetmem lazım. Yazarken hep yaptığım gibi kendimden geçmem ve ben neredeydim ne yaptım ne ara yazdım, diye sormam lazım. Ama önce gitmek lazım. Yazmam lazım. Gidilmiyor dostlar. Oysa tüm hayatım gitmek üzerine kurulmuştu. Tutuldum. Tutuklu kaldım. Rahatlık tuzağına düşmemem lazım. O değil de bunları böyle olması gerektiği için değil, doğal olanın böyle olması için daha doğrusu hiçbirşey için değil de rastgele ve içimdenliği için yapmam lazım. Mesela lazım kelimesini söküp, bıçağı midesine sokup, bütün intikamlarımı ve hâlâ kanayan yaralarımı almam lazım. Öldürmem lazım. Buldukça bunmamam lazım. Yıktım perdeyi, eyledim viran, demem lazım. Yakmam yıkmam kırıp dökmem lazım. Ve bütün bunları sadece kendime yapmam ve sonra hiçbir şey yapmamışım gibi sigaramı yakmam lazım. Gitmem lazım. Yazmam lazım. Ve ama olmuyor. .
Olamıyor kalbi camdan sevgilim.. "Bana sen lazım" diye de bitermiş bak yazı..