eflatun sufleler...

"bunları yazmakla, çıldırmaktan kurtulunur mu..?"

Sonn kii üç dört..



Deşarj mode on



Eyes
Wide Shut!








OGÜN bugündür..
















Diller GünahkÂr.. :)


















Purple haze all in my eyes, uhh
Don't know if it's day or night

You got me blowin', blowin' my mind
Is it tomorrow, or just the end of time?





Ters Yüz olurum sonra,
kimselere sormam yol yordam..
...And
Life

Goes
On..

ne kadar ile başlayan tüm soruların bitişiğinde, yakana teyelli kum saatlerini çevirir dururken zaman, sen orda" zerdalisiz bir dal gibi"..

işte orada, iki kol açımı uzaklıkta, ellerini açıp arkada birleştiren çocuksundur da, her sözcüğün sınır ihlalidir bile, her kızılca kinayen orda öylece durma ihtilaline, orda öylece vurulma ihtimaline uçurtmadır hani.. bulut, yağmur, pas, çivi.. ordan öylece geçmek..
karpuz kabuğundan değil, koltuk değneğinden hiç değil, iyisi mi harita metod defteri sayfasından uçak yapsana sen bana, kollarımı arkada birleştirip anlatayım..


bu kadaarr diye gözlerimi yumup hem, bu kadar 'sarı'yken, böylesine 'zamansız'ken bütün rakamlar, senken tom'balad'an çıkan..

"ah camları kırık kalbim, benim en eski pencerem..."




Çoook uzaklara gitmenin yolunu buldum sanırım.. az kaldı. loading..


"Yağmurlar içindeydi Prag

Bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı

Kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyordu

Camdan kuşlar arasında..."


Nazım Hikmet

öğretmenim, önce yazıp sonra üstlerini mi örteceğiz yoksa en başından beri temkinli bir şekilde örterek mi yazacağız. kural bir: mütevazılık mı yoksa kendini çok görmek mi olduğunu çaktırmamamız gereken sebeplerden ötürü “biz” diye konuşacağız. “biz”in içinde saklanmamız daha kolay. “kimsin” diye sorulduğunda içimizden birini rastgele -sırtından ittirerek- bir adım öne çıkartıp, feda edeceğiz, bunların hepsi bizim kafalarımız, ölüyorlar diye üzülmemize gerek yok, rejenere olacağız. olur da bir gün sorarsan -öhhm..- hani oldu diyelim -öhhö..- ya kahve falına baktı ya biri -öhhööğm..- iki dilek tutmuşsun ama ikisi de birbiriyle bağlantılı, geç de olsa olacak dedi ya ama -öhhööhhööüğ!..- güzellikler ikiye ayrılırlar, güzelliklerinin farkında olan güzellikler ve güzelliklerinin farkında olmayan güzellikler, görünmeyen bir üçüncü grupsa güzelliklerinin farkında olup farkında değilmiş gibi yapan güzelliklerdir, bu üçüncü grubun hiçbir zaman farkına varamıyoruz çünkü esas olan güzelliklerin iç niyetini kavramaya çalışmak değil, olabildiğince çok bakıp sevap hanemizdeki sayısal değeri yükseltmektir. dördüncü grup: güzel olduğu için ne tepki verse falso olacağından bu güzellik mevzuunun tartışılmasından sıkılmıştır, orada değilmiş gibi yapar. ben bir keresinde sırf senin elin, kolun, bacağın var diye, ete kemiğe büründüğün için şükrederek, kahrolarak, utanmak diye bir şeyin varlığı, ayıplar neden bu kadar ayıp, ben bir keresinde sırf üstü kapalılığı becerememeyi bahane ederek kendimi açık saçıklarken, ben bir keresinde sırf kahve falımda dilek kipi (-sa) çıktığı için, -yanımda kimsenin olmadığı zamanlarda- ben bir keresinde sırf seni rüyamda görmelerimden çok yorulduğumuz için -bu istemsizlik problemini çözünüz-, aynı o test sonu özlü sözleri gibi; en kötü karar kararsızlıktan bin kat daha iyi geldiği için, ve aslında biz çok keresinde en kısa görülen yoldan asla gitmemem gerektiğini hiç öğrenemeyeceğim için: böyle kısa devre yapıyoruz.

* * *

utanmak, üzülmek ve umutlanmak bir kılıçlarını, bir kadehlerini tokuşturuyorlar kafamın içinde...

iş bu yazının konsepti; dağ'dır, hem de hiç öyle d'ağlar falan gibi kelime oyunlarına gereksinim duymadan, dokunsan ağlamaklıdır hem, öyle küs, öyle çıkmazlı, ayyuka..



[iki dağın arasında kalmışam...]

nemruttur, hoyrattır, namludur, kara trendir, uludur dağların çevrelediği şehirler, ben bilmezdim; ben düzlük yerlerden geldim bu hüzne en^gebe yerlere.. ben önceleri, içimi çepeçevre saran sızıyı penceremin camından görünen, bulut eskisi güneşe, her daim paslı puslu gökgrisine bedellerdim, renkler yaşamımın yüksek ökçeleriydi önceleri, daha sonra kokular, sesler, ve arayüzlerin üzerine basıp, kıracağı.. çam ağaçları, fakülte, bulut, güneş ve de çepeçevre dağdan mürekkepti pencere kenarı ıssızlığımın fon müziği, 4 yıl boyunca.. ishak kuşu öterdi geceleri...




[yorgundum dağlardan beterdim...]

"..bit pazarında yolumu kaybettim, hayır sarhoş falan değildim..",

hâlâ ne kötü kelimedir bazen, bir tehdit, hâlâ, şu an geçerli. ama yarın geçerli olmayabilir. üstelik bunun hayrete şâyan bir yanı da yok gibidir. değil mi ki hâlâ, neticede sevimli bir sınır ihlâlidir. yükseltisi fazla olmayan yerlerde güneş hüküm sürmekteyken hâlâ, dağları denize dik, kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak iklimlere güz, erken gelir. yaz, bir bıçak gibi orta yerinden kesilir. pusuların sessizliği. dağbaşı ıssızlıklarının takvim tutmaz çentiği, patikalarca yelkovan, sa(hi)niye'lerce akrep.. oysa bak bahar.. oysa güneş.. hâl..â.. gel bak bi' elimde gökyüzü var..?


[ben, nasıl yanmayım dağlar..]

sonra dağlardan, sonra tepelerden ellerinde küçük kartopu yangınlarıyla gelip geçenler, göklerden yıldız kanamasıyla dilek deşik içime oturanlar, sokaklardan kuşları toplayıp göçürenler, [nice kuşlar uçurdum, dönmediler geriye..] keşke yalnız bunun için'ler, yalnızlığın bir ovanın düz oluşu gibi değil de, bir dağın dimdik yükselişi gibi, bir damlanın böyle göztaşı oluşu gibi, bir türkünün böyle veysel oluşu gibi, ne bileyim gibi..olduğunu öğrendim, nicelerinden.. (nietzschelerinden değil, hayır) birileri bu şiirlere ısrarla giriyordu, birileri şarkıların öznesi, pencere kenarlarının italik silüeti, sigara dumanı, birileri rüya oluyordu ısrarla. sonra kentlere vurdum yükümü, mecbur yüzüm dağ, yüzüm elveda.. odalardan çıkıyordum, uykulardan, şubatlardan, kara kavak ağaçlarından, kitaplardan, anılardan, kahırlardan, baharlardan tüketiyordum ama, yalnızlığımı emanet ettiklerim, kendi yalnızlıklarına göçebe bir ağaç kuytusu, mutlaka buluyorlardı ve yalnızlığım bile yetim kalıyordu hep.. uygun adım yürüyordum en kül'üstü romanlara, koşmama gerek yoktu, sonra hazırolda beklettiğim tavşan, küskünlüğünden bihaber dağlarda bıraktığı kaplumbağayı geçemiyordu işte, ben 62'den sonrasını saymayı bilmiyordum. .


[dağlar mı yollar mı denizler mi engel..]


sonra.. ansızın sesimi koyacak yer bulamadım. her şarkının ağrı'sı kalabalık, her öykünün kaçkar'ı uzak, her şiirin erciyes'i, kafiyesi, gesi bağları ipotekliydi. dolanıyordum, sürüldüğüm yerde kalan neydi, bir varmış bir yokmuş gibi yaşamaklardan, hep üşümeyle dönülen yolculuklardan, her şeyin miadı dolarken benim günde yalnızca 2 kez doğruyu gösteren saatim neye kuruluydu, sahi niye durmuştu o tavşan, niye ki bunca söz..?


[oysa iki tufandık seninle
lavlarından ayrı düşmüş iki kanardağ..]


sabahlarıma açılan güneş yanığı bir uykunun değerinden eksiğine bozdurulmuş düşlerine küslüğüm, yolları hep aynı çıkmaza açılan bir sınır ülkenin dikenli tellerine takılıyordu hep.
vazgeçmek oluyordu bu kez 'mendilimde kan sesleri'nin oyası, [başkasının mendilinde gözyaşını arama..] 'sil baştan' oluyordu gırtlağımda büyüyen harfin el yazısı, vazgeçmekten gidilen bir yol oluyordum ve ben bu dağı nerde görsem tanıyordum, gerisingeri yüründüğünde sırtüstü düşülen ve bir duvara çarpılan...



hikayemi anlatıp çekilecektim oysa, 'birikiüçtıp' diyecektim. aynanın kenarından yokolacaktım. ne kalırdı geriye? sesim mi? dedim ya, yokolacaktım bıraksalardı. bıraksaydın... sonsuzluğa mahkum ettin beni. hepliğe ve tensizliğe... anahtarlar ters döndüğünde, gök oyunları yeryüzüyle körebe telaşındayken beni paslı bir şimşeğin sırrına sakladın. Çok eskiden yazılmıştı bu; sen yazmıştın. Sözlerime gerdiğin bir çarmıhla yazmıştın yokluk... var olmanın İncil'ine üstelik... düşlerin yolunu yitirmişim, düşmenin haritasında ölçekliymiş çıkışlar... bir kibrit yakımı zamanın alazında dumanla mühürlü bir yazgıymış mürekkebin payına düşen... yok karşılığı acının hiçbir dilde...



yürünmez ya öyle hep, bazen susulur..


sözsüzce başımı koyuyorum dağın yamacına (dağ ki dağdır, belki'lerin umuduyla bunca yükseltmiştir kendini; ki hiçbir belki ona elini uzatmamışken yenikliğinden...)


Sen yine de,

"başına bir hâl gelirse canım,
dağlara gel, dağlara.."



I

Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?
Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
Nereye?
Bilmem!
Bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
İyi. Biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
Diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar
Çıkrık
Bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı
Duyulur bu ara
Duyulmaz ama duyulur
Başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
Başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni, ölümü taşımaya
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
Aşağıda
İskemle gıcırtısı, ayak
Tütün kokusu, koku
Yaz kelebeği tadında bir soluma
Yer değiştirme, kımıltı
Tekrar soluma
Kadın
Sessizlik

II.

Gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
Sarı bir kertenkele… onunla her şey bir iki sıçrar, durur
Başkaldırır, düşer
Bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. Sonra?
Bir su arayışı, bir bozgun… Biz buna her şey diyoruz, her şey
Her şey her şey
Çünkü o, kadın
Uzanır, sağar bir yokluğun içinden
Gene bir yokluğu sağar, üşenmez
Bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
Çıkar boş kuyulardan katılaşmış akşamüstleri
Böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
Ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
Yani olanlar olmuştur bir kere
Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. Bir U sesi duyulur
Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal.
O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha
Unutmak, unutmak, unutmak
Tanrım!
Taş kesilmemek için taş
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz
Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
Solumak birdenbire
Gene olmaz
Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
Bir kaya daha çatlar
Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
Eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
Çıkar o yunus balığı, o heykel
Yaz kelebeği, kapı
Sonra?

III.


Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa
Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk bir umut gibi değil
Bir aralık gibi durur dünyada
İşte bir soru!
Okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
“ Önce hep gece vardı” diyen bir kitapla
Biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
Diyoruz; çünkü o, kadın
Ne yapsa, neye uygulansa
Bir aralıktır şimdi dünyada
Bir aralık, bir aralık!
Yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
Bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
Ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
Bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
Tanrım ona bir salıncak!
Bir gidip bir geliversin diye boşlukta
Umutla, erinçle, tutkuyla
Kendine kendine kendine katlanarak
Hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
Tanrım
Tam burada
Gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
Sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
Sorar o çiçekleri – bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
Nereye kadar bilinmez
Hani bir sormasa… korkunç!
Hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
Sonra?
Sonra ne? İşte bir çamur gibi sıvanmış odaya
Karanlık bir kilisenin
İhtiyar zangoçunun ağzıyla
Günaydın!
İyi bir gün başlar ne de olsa


IV.

İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor
Pek açık değil. Değil de… Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
Yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler
Yaşıyor o kadar


İşte
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada
Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
Var ya
Orada
Tek imge kayalardır, işte orada
Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
Her şey hep kayalardır; otlar da, böcekler de, sular da
Günler de, zamanlarda
- Görünen bir zamandır çünkü orada-
Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
Değilse bir hareket bu, yalnız orada
Orada
Bir ayak boyu yerde, bir kadın
Bırakılmış gibi yıllarca
Tanrım ona bir salıncak!
Taş kesilmesin diye taş
Donakalmasın diye boşlukta.
Hani o balıkçılla yarışan çaylağa
Kırpışan gözleriyle bakan gemici
Gibi
Baksın o da görmeden
Ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.

Tanrım size bir salıncak
!
Edip Cansever


"Türbülansı olmayan bir odada sigaramın külünün savruluşundan sana ne?..


Hangi aşk kalıntısı akciğerimize yara olmuş ki birbirimize dudak tiryakisi olduğumuz zamanlarda, şimdi bir derin nefes sigaranın çekilişi can yakıyor?
Bırak gözlerimden görmeyi kendini, soğuk bir uçurum içimde, başında titreyen benim!
Zamanı yoktu ayrılığın, sulu sepkendi… bir zamansa sulusepken -biliyorum değil.
Ben kirli evlerde ağlatan uykularda sayıklıyorken, sen uykunun huzuruna var yenilenmişlikte. Hangi gece birbirimize yakınlaştıracak artık bizi? Şehirlerin şahitliği kabul edilmiyor ayrılıklardan sonra… Dualarımın kalesi düştü, olmak anlamında. Süngümü yedi kat göğe çeviriyorum şimdi ve ben yedi denizin lanetli gemisinde aşkın sadakatiyle çözülecek, yani ki hiç geçmeyecek bir lanetteyim. Kırıp geç bütün testileri, su yoluyduk nasılsa… nasılsa kırılacaktı… haktan olmayan yola elbet haktı bu kırgınlıklar. Bu vurgun yemiş bağlılığımı kıskanmayacak değildi ya yüce? Hangi aşka sahip çıktı, hangi şeytana karşı savundu ki inancımızın yolunu? Alınma! İnancımız dediğime, sen dâhil değilsin…

Korku değil, çekinmek hiç değil yanına yaklaşmayışımın sebebi. Öyle ya, bir cümleyle intihara sürüklenen âşıklar kadar aptalım, aptalım yaşım kadar. Bilmediklerinden korkmayan bir çocuk gibi aptalım ama görmüş geçirmiş bir ihtiyarın gençliğine özendiği kadar da aptal. Sözün gözlerime mil çeker ateş gibi, dilime kilit olur, ayaklarıma pranga. Tutar da çekersin, bukağı çözülmez, sürükler de götürürsün… Aptalım, aptalım yaşım kadar.

Parmak izlerimizin bile seviştiğimi zamanlar geçmiş. Gelecek bugünümüzde teğet geçmemeye özen gösteren iki doğru, oysa bir çember küçük şehir, küçük yakın çevreler… Dahası bir noktayız şimdi, sonsuz sayıda doğru uzanıyor dışarıda, noktadansa bir tek doğru bile geçmiyor
Kalkıp ayağa sarılmak istiyorum sana, herkesin önünde ve sana rağmen -kesinlikle, yaşımdan fazla aptalım ya da ancak yaşım kadar aptalım, gençliğime veriyorum. Yapmıyor, susuyor, gözlerimi kapatıyorum. İçimde düşler kendi halinde salınıyor, bir trenin gittiği, her şeyi beraberinde götürdüğü ayrılıklarda olduğu gibi! Gözlerine bile bakmazken içimde fırtına, içimde ne önemi var!.. Yaratan bais, diriltme beni… ne olur yeniden yaşatma. Yarı açık gözlerimde hayal meyal etrafım, içimde gerçekler patlamak üzere. Saniyeler geçmek bilmiyor… Nefes alıp veriyorum, her zamankinden farkı yok… hiçbir farkı yok, herhangi bir zaman, herhangi birileri… sakin olmalı… telkin halinden sayıklama haline, oradan da hipnoz haline… sessizlik!
Ayın külleri dökülüyor saçlarından, bir yangını ancak başka bir yangının külü söndürebilir, biliyorum. Ateşin suyu söndürdüğünü ne zaman gördün? Dünya üzerine yağan onca yağmur, dindirmedi ateş içindeki hiçbir ruhun acısını. Şimdi ayın küllerini döküyorsun saçlarından üzerime… Rüzgâr yok, sönmeye meylim.
Pastel rengi tırnakların gözlerime değiyor, retinayı paramparça eden ve ışığa duyarlık bırakmayan, renk seçmeme izin vermeyen bir temas bu. Açmayacaktım gözlerimi, başımı çevirmeyecektim senden yana. Sönmeye meyletmiştim, farkında değildi kimse ve şimdi alevlenişime tanık olmayacakken kimse, kendime yanarım ancak! Yine de çevirmeyecektim başımı senden yana. Gözlerim zindanlarda karanlığa alışmıştı, gözlerim esirliğim olmuştu nasılsa. Görmüyorum…
Bu bilinmeyen zamanda gerçekleşen sessiz görüntüsüzlükte neler yaşandığını hatırlamakta güçlük çekiyorum. Sokağın tertemiz havasını içime çekiyordum kendime geldiğimde, parkın hemen yanındaki kaldırımdan yola devam ediyorum.
Sürrealizmin bulaştığı tenimden çekip atıyorum tüm sahtelikleri. Ayaklarım yere basıyor, adım atıyorum, görüyorum ve,
“Geçti… sakinim.” konuşabiliyorum. Ayyaşın biri geçiyor yanımdan, sana bile benzemiyor inan. Öyle bir yokluktayım ki artık, kinimi bile özlüyorum!

Geçip gidiyor zaman, yol devam ediyor… tekrarlar ve ritüeller.

Onu diyorum… türbülansı olmayan bir odada sigaramın külünün savruluşundan sana ne?.."

Uğultu.. Zaman kayması.. Bir ne yapsan olmuyor'luk, bir adamsendecilik, bir vurdumduymazlık, bir saza niye gelmedin'lik, bir sarı sıcak'lık, bir bab-ı esrar'lık..


iyiniyet suistimali.. iyiniyet suistimali.. iyi de niye..

baştan kaybedenlerin öyküsünde hep bu vardır değil mi.. kimse seni anlamıyordur, oysa sen çok iyisindir, bütün dünyayı kucaklamak istemişsindir, kolların yetmemiştir; bir dünya istemişsindir kardeşçe, olamamıştır.. tüm bu olamamışlıklarının acısını başkalarından ve hayattan çıkarmaya çalışanların -ben de dahil- kırpıp kırpıp biçtikleri o haksızlığa uğramışlık duygusunu, işte en yakınındakinden, en sevdiğinden, en kendinden bildiğinden bilmeleri, her ofsayta düştüğünde şüphe oklarını en "o"na fırlatmaları, kendiyle ilgili halledememişliklerini, o özgüvenle yamalanmış boşluklarının söküklerini diğerinin ipliğiyle dikmeye çalışmaları..


suçlamak; karşısındakini suçlamak kendini bir tür koruma altında tuttuğundan, bir şekilde üstünlük sağladığından, ellerini göğsünde kavuşturup çapraz sorguya oturttukları "suçlu"yu o tek bir sandalyenin olduğu loş ışık altında, güçlerini katmerlendiren bir sargısız infaz yetkisine hasıl olmaları..


işte tam da o gücün verdiği yetkiye dayanarak, su üstünde seken peygamberböcekleri misali, "iyiniyet suistimali", "haksızlık ihlali" , "bana yalan söylediler".. yazılı nilüferlerin üstünden hoplaya zıplaya, koca bir gölü hiç ıslanmadan geçiveriyorlar-uz..


hayat çok boktan..


tek adil şey ölüm; bu yüzden masum, bu yüzden kabullenilir, bu yüzden ellerini iki yana açıp, başını hafifçe sağa eğmeye muktedir.. ölümden en çok canı yanmışlar, ölümden yana saf tutup, terazisinin dirim kefesi hep aşağıya kaymışlar, ölümü o en inançlı görünenlerden daha dinç bir metanetle diri tutup, "mutlak son" a saatini kurmuşlar, ölümden geleni yapanlar bilir; zaten başka türlüsü olamayacaktır, hepi topu yazıldığı kadardır işte.. ne demişti bir yaşlı adam; intihara kalkışan başroldekine; "kesin olanın değil, ihtimalin peşine düş; ölüm kesin, yaşam ihtimal.." (dondurmam gaymak filminde miydi?-di..)


insanlar çok boktan, -ben de dahil-

"her yanım tuz, deliyim"..

ihtimalimsin bilmem ki..

"sulara attın şimdi kendini, delisin.."



...IN

MY,

SELF

RIGHTEOUS

SUICIDE...

I..

CRY..

WHEN

ANGELS

DESERVE

TO

DIE...

hayat bazen; uzaktan bakıldığında olağanüstü görünen bir tablodaki ağaç topluluğunun, yakınlaştıkça, tek tek bakıldığında biçimsizleşmesi gibi..


hamile kadınlar gibi ya da sıkışık trafikte dura kalka ilerleyen dolmuşlar gibi yerli yersiz göz yaşı..

en çok da ayakkabılarımın üzerinde duran, benimle birlikte yürüyen cümleleri okuduğumda..

"vurulursun" demedi ki kimse bana,

"sokaklarda mızıka çalma çocuk"...

insanın evi gibisi yok mudur bilmiyorum ama, insanın evinin önü gibisi yokmuş, onu anladım; boyalı direk gibisi bir de.. Klasik Merve pozlarından bir tanesi daha --evet adım Merve benim, 85 doğumlu her 3 kızdan 5 inde olduğu gibi-- Sol resimde görmüş olduğunuz yokuş üzerine ne yeni dökülmüş çimento üzerine isim yazma donukluklarından geçtim ben bilmez kimse.. Yaz gelsin isterim ben, bu şehre ancak yazın katlanılır diye de haksızlık etmek istemem, ama yine de yaz gelsin. Bu şehir limandır, bu şehir küçüktür, bu şehir kuytudur, ama candır, özdür, kürkçü dükkanıdır, "-bir insan memleketini niye sever? -başka çaresi yoktur da ondan"dır, "şarabi"dir bu şehir; poğaça kokusudur, kiraz çiçeğidir eğri dallardan, bu şehir ilkyazdır en çok; çoktur bu şehir, çok olur.. Mavi kenttir, eğri kenttir, alaz kenttir, ziyan kenttir bile bazen ama yokuş aşağı sevmelerim, bayır yukarı susmalarım burda doğup büyümüştür, papatyadan taç olmuşluğu da vardır başıma, dutağacından düşürüp mora kesmişliği de..[dut ağacı boyunca, dut yemedim doyunca..] Hem ne kadarına geri döner ki insan bir şehrin, ne kadarından kaçar, her geri dönüşte ne kadarını getirir kendinin, bir başınalıklardan kopup ne kadar çoğaltır öyküsünü geri dönüp dönüp, ne kader..? Önceleri ve sonraları vardır işte bakakalınan; medleri ve cezirlerinden bile daha çok sarsan, ah'tır şehir en çok; ahh..

Odamın penceresinden görünendir işte hepitopu; elde kalan..


ÖNCE


SONRA
















Pencereden bir daha bakmam, ne çıkar..

Ezgisi gibi bakmam daha, hiç...

ateş gittikçe yaklaşıyor. korku içindeyim. "her çalgının başında ayrı bir hayaletin, yakıcı habbeler gibi kucağında uyuyan çocuğu korkulu düşlere yolcu etmesi" diyorum ben buna. tam teşekküllü orospu çocuğu rimbaud dan öğrendim böyle balgam gibi konuşmayı, içimde siğiller, çıbanlar yetiştirmeyi. tortop olmuş bir tespih böceğine çatalını durmadan saplayan bir adamdan bir de.. yüzünü eteğiyle örtüp koridorda ağlayarak koşan bir kadından söz ediyorum ona. dinliyor; sessiz yüzü zayıf bedeninde bir yatağın ucunda otururmuş gibi korkak ve kuyruklu yıldız gibi tozlu bir izle bulandırarak havayı. yanan benzini duyuyorum caddede. her boydan tekerleğin dönüşünü. başkaları yolculuk diyor bu olup bitene. enjektörlerin püskürttüğü mazot buharına; hareket.. çiçeklerini döküp güzelim yollarınızı yapış yapış yapan, boyalı küçük dudaklarıyla altından kızlar geçen bir ağaç diye bilin ama siz beni..

... feel in the blanks...

gidiş yolu dorğu da

Asla ağlamamalısın der bir şarkı..


["ölümüm olsa zanzalak ağacından iyisi mi olurdu..
..gücüyle yapayalnız korktu yıkıldı öldü acımam sevdiğime acımam yıkılan bir o değil ne çıkar yanıp tatlanacak bağrını güneşe açıp kanamalı sevda denen inanamam güç inanmak bu korkak tatsızlığına sevda soğuk kar gibi sevda denen.."]


Onun dışında bir şey diyen kimse yok..

finaller bitti tez bitti


tüy hafifliğindeyim
aşk bitti dilimde tüy bitti

tüymem lazım derelerden

günlerden tepelerden aşağı

aşk hiç biter mi..


normal şartlar altında tüm bu sırtımdan kalkan yüklerin verdiği rahatlıkla benim hoptirinaynom modunda rayımdan çıkmam, ipimi koparmam, bulut olup yağmurlarla toprağa inmem, sularla birlikte toprağa yürümem, toprakta bir çiçek olmam lazım, sonra çiçeğin özüne bir arı konması lazım ve belki o arı olmam lazım..--başını alıp, öyle kaçak, öyle eşkiya nerelere gittin..--

ve fakat iyi değilim yine de, benim nÂçiz vücudum elbet hala toprak olmadı ama içimin dağları denize hep dik, --boynum dik sevgilim-- içimdeki ölçeksiz haritada koyu renkle gösterilen yerlerin yükseltisi daha fazla, içimdeki akarsular denizlere küs, içimdeki deltaların rengi küf(ran?), içimin coğrafyası sergüzeşt anlayacağın, içimden şehirler geçmiyor hayır, içim geçiyor zehirlerarası yolculuklardan, ben içime aktığımla kalıyorum.. yanisi o ki; hiçbir denkliğe kendini tartamamış; hep bir fazla bir eksiklere kendini kanalize etmiş ruhum, artık bırak yönünü sapağını şaşırmayı, bırak araflarda gezinmeyi, kendini atacak köprülerden bile medet ummuyor artık, mıknatıssız bir pusula olarak..


huzur denilen şey; hayatla kurduğu ilişki defol'u olanlarda geri iade edilmeyen, evet "geri iade etmek" kabilinden bir müşteri memnuniyetsizliğine şikayet kutusu olmaktan çıktığı zaman belki, huzur içinde ölünecek, başaşağı hüzünlerin --ki en çok yapışandır bize?-- kendini kuyulara sarkıttığı dolunaylardan geçilecek, damar damar dirençsizliğin nabzını tuttuğu rüyalardan düşülecek, köhnelerden kuytulardan kerbelalardan bıçak bıçak yusuflardan, zindan zindan züleyhalardan ruha pay biçilecek, işte o zaman belki hikayeler hakikaten nihayetlere erdirilecek..


"..kim düştü kuyuya, yusuf mu, züleyha mı? zindan kimin kaderi, yusuf'un mu, yoksa züleyha'nın mı? yusuf ve züleyha yok aslında. hepsi bir, hepsi 0 bir, hepsi tek bir.."


ben, yanılmışım çoğu kez, "inanç bozukluğu" nerelerden, hangi sulardan kendini akıtır da şelale yazgısına çağıltırsa kendini, işte oralardan yan(ı)lış ve yaradılış efsanelerini kendime bezeyerek, "işte tam da böyle olmalı"nın "belki" çeşnili avuntusuna doğramışım içimde kalan, hala kalan, hep kalan yalan yanlışları ama işte hisleri histeri hileleri kendime benzetmişim.. yanılmışım güvenirken. güvendiğim için değil, eksik sevdiğim, sevmeyi bilmediğim, sevginin kıyısında yaşayan çakıl "onlar"ı denizin parçası sayıp, belki sevgiden fazlasını gösterdiğim, sevgiyi onlara da sıçrattığım için yanılmışım. bunu düşünürken bile yanlışlığa boğulmuşum, ince hesaba kaçtığım için; ah, incelikler yüzünden..


yanılmayan, yanılmamışlığa düşen var mı ki düşeyaza düşmemiş gibi yapmayan var mı ki ayaza vurup gölgesini gölgesine basmayan var mı ki.. hem ne kadarına paye verir ki hayat tüm bunların, hayat; tüm yalan yanlış genellemelerin toplamı değil mi ki hayat, çizgili yeknesaklıkların karboğazlarından darbeyazlarından mürekkep bir ara-f-renk değil mi ki; tüm bunlar hayatın ve dünyanın umrunda mı ki her yerde bunca acı varken bunca acı..--sevgim acıyor..--

aslında hikaye yüzleryıllık; edinememişliği ızdırap ve geri-çekilmeye dönüştürenlerin, ya da hikayesizliğini başkalarının hikayelerinin aktarıcısı olarak bastıranların, ya da koza örmeyi -korumak, sahip olduğunu korumak, geçmişini, benliğini, girdabını, fırtınanı, gök'ünü, yağmurunu korumak- duvar örmekle karıştıranların..


böyle böyle anlatmakla bitiremeyenlerin, anlattıkça bitenlerin, bittikçe anlayamayanların yol yol hikayesi..


ama işte kimi zaman, yine de, ama işte "herşeye rağmen" tam karşında, farlarını gayet uzuna almış, acı bir korna çalarak gelen, telaşlı sürücü geliyor, ölmeye yakınlığın ani bir manevra sonucu kavranması, ölmeye yatkınlığın müebbet cezalı sorusu.. yol bu, anlatmakla biter mi h'iç. . .


"Bak, sabahtan beri o kadar şişirdin ki içimi, en nihayet, kurduğun/alındığın bütün yazılardan öte- İşte! en nihayet! BU YAZI SENİN ÜSTÜNE!


Bir yerde Türkiye (Dem)okrasisini de andırıyorsun. Hem her telkine açıksın, hem de asla dinlemiyorsun! Hem teşhisimi bekliyorsun, hem de uzattığım röntgenlere, raporlara, reçetelere kayıtsızsın. Aldırışsızsın. 'Fena hastayım' demesen de (pek ayırdında değilsin) 'Fena bataklardayım' çizgisindesin. Galiba 'bataklarda' olma haline az biraz müptela da olarak. Tan. Kertenkele.


Sonra ben aksırarak ve tıksırarak, karlı dağların başındaki sıcacık mağarasından güç bela çıkan Yaşlı 1 Cadı gibi, pelerinimi giyip asamı elime alıyorum ve hiç tanımadığım diyarlara gidip hayatta tanımayacağım insanlarla saatlerce konuşuyorum. Saatlerce göz kesiliyorum. Kulak kesiliyorum. Yürek kesiliyorum. Dişsiz, tırnaksız, kılıçsız kesiliyorum. Zira senin için ordayım. İyiniyet/Güzelyürek Elçisiyim. Parçalara ayrılıp her bir parçamla anlıyorum. Dinliyorum. Parçalanıyorum yeminle. Böyle Yaşlı 1 Savaşçı için zor şeyler. Sonra anlıyorum ama dinleye dinleye. Bak senin için pelerinimi anlayış ve efendilikten dokudum. Çakımı mağarada bırakıp bir sopayı asa kılığına soktum. Bak sırt üstü kaç takla attım üst üste: Gönülçelen oldum. Kimse bu kadar dinlememiştir başkalarını. Bu kadar kamyonla hak vermemiştir. Bunları senin hayatını kolaylaştırmak için yaptım. Beni duyabiliyor musun? Sonunda onları çok dinleyip çok duyduğum için, onlara çok hak veriyor olabilirim. Ama senin haklı bulunman gerekmiyor. Benim tarafımdan. Ben zaten senin tarafınım. Senin bu İmkânsızlık Kayığı'na binip kurt, kuzu, ot, boru ve oğlan çocuğunu karşı kıyıya geçirmen gerekiyor. O kadar! Çok zorlanıyorsun. İki seferde bunca imkânsızlığı nasıl o karşı kıyıya ulaştıracaksın? Sen çok zorlandığın için, içim sızlıyor. Ve tüm bu bir arada olmayacak şeyleri Karşı Kıyı'ya ulaştırmana yardım edebilmek dışında derdim yok. Bugün kendimi tamamen iptal ettim. Derdim senin derdin- o kadar. Ve senin bazı şeylerini iptal etmen gerekiyor. Az biraz 'normalleşmen'. Tamam, ben kimseye 'normalleşmeyi' anlatacak birine benzemeyebilirim. Ama beni buldun sen. Üstelik inan bana gönülgözümle bakıyorum. Biraz fazla bakmak olsa da- Görmediğimi iddia edemezsin. Sonra gördüklerimi, duyduklarımı sana anlatmam gerekiyor. Borunun içinden otu nasıl üflememiz gerektiğini ve kuzunun otu, kurdun kuzuyu yememesi için oğlan üzülmesin diye, ne yapmamız gerektiğini sana boğazım parçalanarak tarif etmem. Sen ne yapıyorsun? Üzgünlükten bir perde çekiyorsun aramıza. NE desem dinlemiyorsun, duymuyorsun. Tamam çok harap oldun. Kayık senin İmkânsızlık Kayığın. Karşıya nasıl geçeceğin karşısında karanlıklardasın. Ama onca dinleme ve anlama sonunda söylediklerimi, dinlememeye de kararlısın. Bir nevi işine gelmiyor. Bir nevi ziyadesiyle üzüldün. Bir nevi fazla ödev vermiş gibi oldum. Tıkadın kulaklarını, gözlerin üzüntüden içlerine döndü. Beni dinlemiyorsun. Beni dinlemiyorsun. Oysa ben bunca zamanımı ve emeğimi akıttığım için değil, seni koruyup kollamak istediğim ve Mutlu Son hastası olduğum için mutlaka duymanı istiyorum beni. Oğlanı zamanın karşı kıyısına geçirebilmemiz için. Çok iyi bir insan olduğun için. Bu denli üzülebiliyor olman kimsenin üzülmediği bu zamanlarda, yüreğimi dağladığı için. Bak bu yazı tamamiyle sana yazıldı. . Ama beni dinlemeni isterim. Çok düşündüğümü ya da düşünmediğimi, bilmeni. Senin iyiliğini istediğimi. Kayık senin olunca İmkânsızlık Kayığı. Beni dinlersen bu işi halledebiliriz gibi geliyor. Üstesinden geliriz vallahi.."


sahi kim diyorum, kim bana hayat için; arkasından koşarken sorduğumda, “şu tarafa gitti,” diye yalan söyledi? bunu kim yaptı? hangi ..?


allah selamı versin, selamın sadası cana dokunsun ki şu kadar inan..ma.. (the file has expired)


Kar. Işık. Tez. Tüz. Finaller. Parmağımın ucundaki ne ara oluştuğunu hiç bilmediğim yanık. Sızı. Sokak. Güneş.Yöneylem. Ot. Bok. Küvetteki saç teli küvettekisaçteliküvettekisaçteliii.. Hani diğer hepsine katlanabilirdim belki ama sonunucusu. Cıx. Bi' çözüm getirmek lazım.. Nokta.

Ha bi' de "bana yalan söylediler" Semiramis Pekkan'dan gelsin. Bildin tatlım, çok eskılardan..

" zeytin ağacının karanlığıdır
elindeki elma ile başlayan..
bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
zeytin ağacının karanlığıdır.."



"Ah senin yüzünden kana batacak..."

Hep senin yüzünden yeni yıl, yeni'yi bekleye bekleye yenilerek, yenile yenile yetinerek, ama işte hep yenilerek eskimenin şarkısı bu geceki.. meri kırizmıs.. hadi bakalım.. çalın davulları..

incelikler yüzünden de olabilir mesela şarkı sıtması da geçirebilirim 2007 nin son demlerinde, televizyondaki tüm iğrençliklere tek kulaklıkla katlanmaya çalışırken;

"incindim, incitildim derinden terkettim kendimi tesadüfen karşılaştım içimde kendimle yeniden" şeklinde okunduğunda çok da derin anlamlar ihtiva etmeyen sözler, yeni yıla bir kaç saat kala sertab'ın sesiyle bu kadar mı acıtır, sonra "artık beni asla yaralayamaz hayat eğer ben istemezsem" derken de bu kadar mı "acı acı güldü"rür, sonra bir minicik kız çocuğu nanik yapıyorken orada hala, hala kanar mı "omzumda bir kesik el"..

yeni yılmadım oysa ben, çoktan vazgeçmenin adını kulağına üflemiştim de yeni doğan günlerin; bir şey oldu işte hep eksildik hep seyreldik azala azala çoğalmanın kılcal damarlarına basa basa kızarttık hüznümüzdeki çatlakları vurulduk..

"Biri saksımızı çiğneyip gitti , biri duvarları yıktı Camları kırdı , fırtına gelip aramıza serildi Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri , her şeyi kötüledi Bizi yaraladı , biri şarabımızı döktü , soğanımızı çaldı Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu.."

Bu yeni yıl curcunası tuhaf bir eskimenin k'üflerini kokutuyor deştikçe, seneye bu zamanlar mesela, kanserden ölmemişsem hala ya da karşıdan karşıya geçerken bir arabanın dikiz aynası beynime saplanmamışsa, feci şekilde can vermemişsem filan, neye ne kadar yaklaştığımın bilançosunu tutarken, kayıpların sayısı hepamahep kazanç?larınkinden fazla iken, bu neyin kutlaması,, neyin neyin neyin.. ----->depresifim, arızayım, dipteyim sondayım, sağ üsteki x'ya tıklayıp kaçarak uzaklaşınız lütfen, sizin görecek daha güzel günleriniz var..

Ah benim bütün şarkılarımın, bütün notalarımın, bütün s'eslerimin üzerine mürekkep dökülüyor, sesine ses değse çığlık oluyor umudun, sigarayı en yanık yerlerine basarken, uma uma bir hal oluyor ezginin küllüğü, umay umay "düşmedim daha" dese de, ("kıyamet sen de kop kopacaksan!"), uma thurman buna kıçıyla gülüyor..


Sonra bir turnikeden geçerken mesela, bütün etekuçlarım demirlere takılıyor, bütün kanı çekiliyor içimdeki bembeyaz suratların, ellerim yanlış rüzgarlara kapatıyor perdeleri, mıknatıssız pusulalara yönleniyor benim gemilerim, hiç gelmeyecek, kıyılarıma uğramayacak, ama işte hep beklenen gemilerim yanlış karalara görünüyor, karalara bürünüyor azıya alınmış gemlerim.. "gam tozu" üflüyor kulağıma adım diye, ceza diye alnıma kabzeyi vuruyor..


"Ah beni vursalar bir kuş yerine.."


Uzak herşey uzak oluyor tüm uzakların toplamı bir yakın etmiyor sonra bir kuşun damarı seğiriyor bir saçakaltında bir kurşun yuvasını buluyor bir döşe yarasını veriyor bir öce duasını kanıyor bir göze lanetini seğirtiyor kuşun damarı, bir uğursuza bahtını kanırtıyor birin birden çıktığı oluyor herşey trenin raydan okun yaydan sebebin sırdan sadedin serden geçtiği oluyor her şey her şey kanıyor..






TAŞ---->"Söylenmemiş, sahipsiz bir şarkıyım.."


GEDİK---->"Şarkı halinde kal.."

Biz bunlara kısaca "kaybettim şarkımı bulan yok" deriz ama hep aynı işte hep öyle..sine^.
yine de çalar..---->fikret kızılok-boşuna


"kanımca" diyor, "her şey boşuna"..



birkiüçtıp.. drip drip drip..


sus..tu takvimler bi'gün. cumaydı cu ma.. telefon, ucuz romanlardan arak, acı acı bir aks-i seda ile çaldı bi gün. 15:00 sularıydı. sul arı.. sonra sus tu işte kavimler, sus tu kadimler, kelamlar, meramlar, hepsi bir baştan bir başa sus tu..




oysa
"kelimelerin kuytusunda pusu kurdumsa kendimi gizleyeyim diye'dir kelimelerin kuytusunda sus'u buldumsa dilim sessizce kavrulsun diye'dir kelimelerin kuytusunda us'u oydumsa elimden bir şey gelmiyor diye'dir.." demesi lazımdı birinin, en azından telefonun sesine ve telefondakinin söylediğine yana yakıla bağırmak için, ama hiç kimse hiç bir şey söylemesindi zaten artık, günlerden cumaydı, güzlerdenecel..


ağlamak, bir ömrün kaçta kaçına denk gelir, damlaya damlaya göl olursa kendini hangi mecraya akıtır, kuruyunca güneşte, kuruyunca çöl olur mu yeniden.. olur.. nasılsa yine bi' gün bi' ses bi' telefon bi' acı acı çal olur, yanar yanar kül olur, susar susar öl'olur..

10 dakika içinde apar toparlanılır, duraklar dolmuşlar otobüsler geçilir, durdurulamayan gözyaşı sekansına nebakıyonlanibne majör gamı eklenip, etraftaki slowmotion insan topluluğuna aldırmak'sızın 7 saatlik bir yolculuğa çıkılır, ki ömrün denizekarşıbanktaoturmuşmelankolisinin en "acı hatıra" larının top 10 una yerleşecektir bu yolculuk, sonra fırtına sonra deniz kuduracak sonra yerlebir işte hep yerlebir..

zira bir cenazeye yetişmek için çıkılan yolculuk, cenaze ve eczane sözcüklerinin çağrışımlarına ve dahi tüm yandan çağrışımlara kulak tıkar, çağ dışı, ağ dışı, kapsam alanı dışına sürükler kişiyi, adamınamınakor, kor alevler içinde, mor alevler içinde, zor alevler içinde gibi skindirik tüm çağrışımları da kapı dışarı eder, çünkü sus ar.. her bi' şey. güllerden sarı..

terminal, bayram kalabalığına bürünmüş, terminal el sallayan insan topluluğuna boğulmuş, terminal bayram ve yılbaşı öncelerinin o olağan küpeli deliye her gün bayram curcunasına kendini kaptırmış, bir de cenazeye yolculuğun çıkış noktası olduğunun farkında olmadan, tüm o suskunluğun içindeki kulak tırmalayıcı sesleri bir cenaze yolcusuna yamalamaktadır utanmadan.. -çayçermisinabla, stanbulıstanbulıstanbuull, beşdakkayakalkıyo, kestaneşekerinegel-.. tüm bu kalabalığın içinde yetişilmesi gereken bir otobüs, yetişilmesi gereken bir cenaze, yetişilmesi gereken bir ölüm ve yine ömrün tüm renklerine değişilmesi gereken bir "mavi" vardır.. zira yetişilir de, normal şartlar altında tüm aksiliklerin elbirliğiyle üstüste gelip, tüm otobüsler kaçsın diye maksimum performansla çalıştığı bahtsız bedevi yolcunun; o gün tüm otobüslere ve tüm saatlere kıl payı yetiştiği hayretle görülür.. çünkü cenazeye gidiyordur ve onyüzbinmilyonkere ölmesi gerekmektedir, "ölecek bir şey kalmasın diye geriye.."


yolculuk başlar, türkü susmaz bi' türlü, her şey susar ama türkü yapacağını yapmıştır yine;


(aman ecel canım ecel, üç gün are ver..)

bir önceki gece defalarca dinlenilen türkü, ertesi sabah gerçek olmuştur, bir kaç gündür görülen rüyalar, ölüme delaletmiştir, bir kaç gündür uluyan köpeklerin sesi bunaymış işte'dir, hadi inanma'dır şimdi böyle şeylere, hadi inanmasındır kimse.. demek ki batılın tecrübeyle ve tarihin tekerrürle doğru orantısı kanaya kanaya kazınacaktır belleğe, tüh; bank da yerlebir olmuştur, dolunay'lı bir gece'ye kalsındır tüm hüzünler ama şimdi hüzünötesi bir yangına yolculuktur paya düşen,..


ve o küçük, "mavi", kıyı şehrine, arabesk söylemle melmekete yaklaştıkça büyür, büyür mavi gözlerin seyri, hatırladıkça yandıkça yağdıkça büyür.. ama susmuştur işte ve bu suskunluk, yazarın 1. tekile geçmesine engel değildir;..



mavi gözlerinin üzerine toprak mı şimdi çocukluğumdan düşen bi' yaprak daha mı şimdi gözlerim bundan sonra hep ıslak bayramlar artık uzak ceviz ağacı artık yasak mı şimdi..

lem yelid ve lem yuled.. sen de gidersen biz bir daha yetim kalırız diyemezdim sana ben şimdi artık asmalar kupkuru şimdi senin gözlerin hala masmavi..-ben, nasıl yanmayım dağlar..!-

bundan sonra çocukluğum da yok sen yoksun ya bundan sonra kavaklar yok bundan sonra yeşiller buğdaylar başaklar bostanlar yok bayramlar hiç yok..

nasıl sezdirmeden gittin öyle nasıl çabuk nasıl eksik yaşanmış hayatına yaraşır biçimde hiç sızlamadan öyle gülerek öyle dimdik öyle kendini odalara kapatmış ruhun gibi öyle sapasağlam öyle yapayalnış, öyle sapayalnız öyle korkusuz..


Ömer Dayımın gözleri semaviydi, göklere benzerdi susuşu kaşlarını çatışı dünyalara sığmazdı onun suskunluğu öyle bir susardı ki kimselere benzemezdi.. di'li geçmiş zamanlara gizli özne olduğunun çıldırasıya çırası yakar işte fena yakar.. (selamın sadası bre dostlar, cana dokunur..)

Ömer Dayımın gözleri marsmaviydi, bu gezegenden olmadığı kesindi, kendine dönük, kendine donuk ama hep başkalarına uğraşmış ellerinde maharetinin izleri yoktu, görsen vay be derdin vay be yabancı aktörlere benzerdi kadirinanıra benzerdi hepsinden yakışıklıydı kimselere benzemezdi kendinden ıraklara bakardı hep kendinden ötelere sürgün..


ben bu filmi daha önce de gömmüştüm.. ben ölümden geleni yapmıştım, ben ölümlerden ölüm beğenmiştim de ölümsemek demişti biri sonra, demişti de susmuştu. susmuştu da devam etmişti. etmişti de yetmemişti.. hiç unutmam. ben zaten hiç unutmam, ben zaten defalarca öleyim diye hiç bir şeyi unutmam anımsayıp anımsayıp ziyan olayım diye unutmam hiç ben.

-i'm still remembering-


vardı bi' yarası.. vardı.. sırmaviydi Ömer Dayımın gözleri, pek konuşmazdı ama suskunluğu dünyalara bedeldi işte, dünyanın yarısı gibi bi' adamdı.. tasvirlere, benzetmelere, kifayetlere sığmaz bi' adamdı..


uzun zamanlardır yağmayan kar, bi tek o gün cenazesinin üzerine, bi tek o gün orda öylece durmuş ona bakarken inanamazken Ömer Dayım ölemezdi Ömer Dayım dağlar gibiydi Ömer Dayımın selasını verdiler yıkadılar aldılar götürdüler kar yağdı üzerine doğarken de kar yağmış o gün de cumaymış mübarek adammış peygamber gibiymiş öyle dediler Ömer Dayımın üzerine kahır yağdı o gün Ömer Dayım gitti benim ardına bakmadan gitti gözleri kapalı gitti gözleri dünyaya mavi gitti..sırfmaviydi gözleri saltmaviydi..

Bana yağmur artık, bana kar..

Sen de gittin ya tüm yolları kapalı şehrin bana..


Ömer Dayımın gözleri yasmaviydi, dört bin defa lÂcivertti gözleri..

bu kadar mı acır bu kadar mı kanar nasıl usul usul uzun uzun ulur köpekler nasıl olur da "bir acıya kiracı" olur göz seğirmesi, düşte mi haber eder kendini düşte mi görünür düşte mi düş..

canı nasıl yanar bu kadar sokakların bu kadar nasıl bu kadran nereye döner bu devran nereye neye kime kine..


"aranmış bulunmuş derdin üstünlüğü su gibi hava gibi.. "

yok.. yok.. yok.. sabah birkaç saat uyuyup, lanet olası telefonla böyle uyandırıl.. surat..bembeyaz.. yok olmayacak artık. iyi bir şey olmayacak. lanet.. gebermem lazım müsait bi'yerde.. yokum bir süre..

"kaybetmek varsa ne çıkar..?"


yine şarkılardan mürekkep bir gecenin sabaha varmamakta direndiği hokka tanımaz siyahın, siyahım varsa ne çıkar..? ne girer aslında, gecenin koynuna hangi yılan girer de soluksuz bırakır düş(üş)ünü, neyi nerden, kimi hangi koydan kurtarmayı bekler gemiler; "gemiler kalkar yüreğinden gizlice" , ya da; gemi azıya almak hangi türkünün nakaratına denk gelir bilhassa? "mezarımı kazın bre dostlar, belden aşağıya"..,, sol aşağıya bakıyor virgüller..

bir çırpıda. çarpıcı. ama çabucak bitiren, kibritin ucunu aşağı doğru tut ki hemen yansın geçsin. mütemadiyen baş aşağı bakarlar dünyaya..


"aman ecel canım ecel, üç gün ara ver/ al başımdan bu sevdayı götür yare ver.." bu gece bu hece bu ne'ce..? bu türküye fe na sarmış durumdayım, alkol ve sigarasızlığa lanet, bütün lanetlerin toplamından ortaya karışık bir lanet, lanet..


Çare yok; neyin çaresi, neyin çaresizliğine denk gelir, bu gece sorgulamak yok, bu gece kontrol edilmek ve sessiz telefonlar, bu gece incinmek ve suçlanmak, bu gece suçlamak ve incitmek yok, bu gece sabah yok..


Bu gece birazdan gece olmaktan çıkacak, sen onu dün gece diye çöpe atacaksın ve yarın gece yine "bu gece" kılığına girecek ve zaman diye bir şeyin aslında olmadığını, ahaha salak, sen öyle san! diye kendi kendine kıçınla gülerek, ama sırf senin inandığın bir sahicilik olsun diye inanmaya devam edeceksin ve evet işte zaman tamamen insanlarca uydurulmuş bir kavram ne yani yıllara aylara günlere bölünmeseydi zamanın varlığından sözedilebilecek miydi diye düşünürken sen.. yarın yine bugün olacak ve yaşamsal kaygılara-ki kaygıda kusur etmezsin, bilirim- düşüp, zaman diye bir şey aslında var mı yok mu diye düşünüp, boşa geçirdiğin onca zamana -evet, başka işim yok- yanıp, saate bakacaksın sürekli, "yarına ne kaldı" diye...rek.-cümle bitti, evet-


Ben, -bildiğin ben- ilkokulda parmak kaldırma tereddüdüne, çoğunlukla yenik düşmüşlerdenim,..Ne zamanki tereddüdüme ve çekingenliğime yenik düşerek parmak kaldırmazsam, içimden geçirdiğim cevabın doğru cevapla aynı olduğunu öğrenip içinde ama sadece içinde bir gurur patlaması yaşayanlardanım. Sonraki hüsranlarımın temeli de bu gururun verdiği sahte cesarete dayanır. Ve baykuşlar için talih, tekerrürden ibarettir.. Ben evet, yanına şemsiye almamışsa yağmur yağanlardan, kalın giyinmişse hava güneşlilerden, iki şık arasında kalıp, doğruyu silip yanlışı işaretleyenlerden, denize gitse denizi kuruyanlardan, başına kuş sıçsa milli piyango idaresi yıkılanlardanım, ben bildiğin çöl-baht-bedevi ilişkisi kutup ayısı ve sikmek eylemiyle alakalı olanlardanım, ta-lih tekerrür etmez; onun lügatimdeki yegÂne karşılığı; "makus" tur..


Hatırla! çocukken bir de, -beğenmezsek- ham meyve dişleyip vazgeçebilme özgürlüğümüz, dahası vazgeçme huyumuz vardı. meyvelerin hâlâ canı yok ama bizim hassasiyetlerimiz de bizimle birlikte büyüdü, ve okuduğumuz öykülerin dokunaklılığı. bazılarımız bu yüzden dokunamıyor. dokunamıyorlar.. ve bazılarımız ise, aksine hâlâ çocuk; diş geçirip bırakıyor, meyve/ler acı'larıyla başbaşa kalıyor/.
çocuk kala'bilmişlikleriyle işte en çok bu yüzden gurur duyuyor, en çok bu yüzden kendilerine masallardan pay çıkarıyorlar..


şu cümle bir kelimeyi oluşturacak az sonra, bir cümleden tek bir kelime oluşacak, şıklar: i) burukluk ii) hüzün iii) öfke iv) kırgınlık v) x'e koyiim


henüz dijital değilken dünya; hatta dünya henüz bizim büyümemişliğimizle orantılı bir kirlilik seviyesine ulaşmamışken, temamız fotoğrafın çıkmaması, pozun yanması. 36 içerisinden o pozun yanması, olasılık kanunlarına da küfredilebileceğinin ilk sebeb-i muhteşemidir. ve, ve, ve, okul yolu düz giderken, birden ana avrat düz de gidebilir. çünkü, insansız fotoğraf çekmek israftır o zamanlar, ve kişinin müstakbel entelektüelliğinin temelleri buradan bile anlaşılabilir; şayet dokuz yaşında bir çocuk, elinde çaktırmadan aldığı fotoğraf makinesiyle gökyüzünde gökkuşağı kolluyorsa -henüz romantizmin tanımı bile yapılmamışken- hemen elinden cin ali türevlerini alın ve küçük prens'i hediye edin. beğenmezse bırakır elinden, çünkü çocuktur, ne yapsa yeridir..-her dem yeni- er dem..? o pozun yanması işte bütün mesele.. hani tam da kendine ait kıldığın, başkalarının hiçleştireceğini, değersiz kılacağını bile bile yıktığın onca dağa, yaktığın onca poza yazık ede ede ed ..bi.. le..bile..


allah bilir müstehzi bir sırıtışla öylece izliyorsundur behind the scene. peki mise en scene’e ne dersin?

ne dersin ol? ric’a edeceğim bir şeyler söyle. “ya no quiero estar solo” yeter yeter, öleceksek ölelim. çıplak heykeller yapmalıydık biz.. söz’lerin en acınası hallerinin mümessili söz’cük’lerden. dilin uzanamadığı, el ve kalem birlikteliğiyle ihraç edilen sözcükler. kolları olmamalıydı, kollamak, gözetmek diye bir şey hiç olmadığı gibi hani; o heykeldeki gibi, balmumundan sözcüklerimiz olmalıydı bizim ve bulmacalardaki suratlarına bıyık-sakal çiziktirilmiş şarkıcıların reenkarnasyonlarına bakıp kendini birşeysanan çocuklar olmalıydık yine; ve he..?



tamamen gayriihtiyari esaslara riayetin, ne derece hakîki bir vazife-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münâsip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: les affinités électives sandukadaki inci - neden burnun uzamadı inci? ay karanlık. yeşile yeşile çalar gözlerim. sandukaya kapatılmış bir inci gördüm. birinci gelmişti. cigara üstüne cigara yakar. üstüne biçimsiz/şekilsiz inci (yani barok denilen) örtülmüş, ışıldamakta güçlük çeken ve sönmeye meyilli, gölge’nin ilelebet esiri. çini gibi de incikli boncuklu. çocukkenki tüm oyuncakları ellerine batmış kanar, incelikler yüzünden –ah kimsenin vakti yok’ken durup ince şeyleri anlamaya- incildeki bir tanrıça olmaya özenmiş. boğazda düğümlenen hıçkırık. öyle bir narsistlik için, çok şey bilen ve bunu tevazuya uydurabilen bir ince terbiyeden yoksun, tevazüne desen hiç yanaşmaz. incelik için kendisi çok geç. incizapa müsebbip. ve anlaşılamayacak kertede müstebit. kinci bir cin, ukalâ bir kukla terennümü. belli ki incinmiş, ki bu yüzden mi bilinmez incitmeye varışlı. incesazdan bir saz eseri. çelimsiz bir boncuk. incir ağacından düşen deli. sandukadaki inci. cinaslı uyaklar bütünü. halbuki hiçbir şey, en azından deniz ve mehtap bile kafiye olsun diye değil’dir. - niye uçmuyor inci? - uçar birgün.



şehir içi güzergâhlarda arabeskin misafirperverliğinden bir an olsun kalkamayan iklim tanımaz güneş gözlüklü genç dolmuş şoförünün, üniversite kampüsüne yaptığı seferlerde yabancı pop müzik çalmasındaki sahicilik, benimki..


dolmuşta aynanın hemen yanında ne yazıyor dersiniz, aganta burina burinata. ve çalan şarkı walk on the wild side. evet bu gün velvet underground bir gün olacak. hatta- blue velvet-..insan kadife bir hatıradan başka nedir ki? hatalıysam ara..mızda kalsın.

bir de; geceye istinaden;


"Aşk bekler. Aşk, iki ten arasında yamyassı, soluksuz ama diri kalır. Kentlerin sınırlarının sıkışmış aşk biçimlerinden oluştuğu, tüm hudutsuzluk düşlerinin aşkın kurduğu barikatlarla yıkıldığı doğrulanır; aşkın biçimi olmadığını bilenleri, bildiğini sananları o uzayan, kaskatı gövdesini göstere göstere gezindiği kaldırımlarda, sonu gelmeyen labirentlere dönüştürdüğü kilitli kentlerde yanıltır; işte orada biter kenti kent yapan her şey ve başlar kumullar, ardı arkası kesilmeyen kumul dizileri, çöl olur, kent çöl olur, gerçek bir çöldekinden farklı sahte bedevileriyle azapta bir çöl.."



"ben böyle seviyorum işte

zerafetini, gaddarlığını..

olduğun şairi,
olamadığın erkeği seviyorum

bir zamanlar çocuk olduğun

ve bir gün ceset olacağın için seviyorum"


heloise


Yazmam lazım. Yazmam için gitmem lazım. Gidemiyorum. Gidilmiyor. Bi' alamete binip kıyamete gitmem lazım. Ama yazmam lazım. Gırtlağımda bir harf büyüyor, tüküremiyorum, yutamıyorum, yutkunamıyorum, orda duruyor. Yazamıyorum. Yazılmıyor. Özlüyorum. Yetmiyor. Okuyorum. Kesmiyor. Yazmak lazım. Gitmek lazım. Gidilebilemiyor. Kelime oyunlarından, şekilciliğimden, şairanelik tutkumdan, ağdalı dolambaçlı sözcüklerden kopmam lazım. Eski olan ama yeniden konuşulan, muhabbetlere düşülen dostlarımı görüp onları dinlemem, iki çift lafın belini kırmam, belki de iki tek atmam lazım. Yeni kelimeler, yeni insanlar duymam lazım. Yazmam lazım. Büyüyen harfleri dökmem lazım. Otel bozmalarında, arkadaş evlerinde, kümeslerde, ahırlarda, çaylarda derelerde, çimlerde yatmam lazım, bu tekdüzeliğe alışmamam lazım. Gitmem lazım. Haritalara bakmam lazım. Şarkılar söylemem lazım. Unutmam lazım bildiğim ne varsa. Kaybettiklerimi hatırlamam lazım. Yazmam lazım. Bir kelimeden bir dünyaya meydan okumam lazım. Muhabbet etmem lazım. İnsanları gözlemem lazım. Kafelerde tek başıma oturmam lazım. Bilmediğim şehirlerin aile çay bahçelerinde çay içmem, kafa sikmem lazım. Kuşlara ve gökyüzüne bakmam lazım. Sıkıntıları def etmem ve kendime yeni sıkıntılar bulmam lazım. İyi beslenmem lazım. Harfler büyük mü küçük mü bakmadan yazmam lazım. Noktalamaya koymam lazım. Bilgisayarımdan uzaklaşıp kaleme sarılmam lazım. Gidilmiyor. O insanları, o köyleri, o fabrikaları, o çileleri, o futbol sahalarını, o denizleri, o oltaları, o rayları görmem lazım. Raylarda yürüyüp bozuk paralar bırakıp tren geçtikten sonra elime alıp bakmam lazım, o sıcaklığı koluma sürmem lazım. Öpmem lazım. Taşa toprağa kul olmam lazım. Belimi bükmem lazım. Dinlemem lazım. O insanları dinlemem, kör bir çay bardağına vurulmam lazım. Yazmam lazım. Gitmem lazım. Gidemiyorum. Kımıldayamıyorum. Delik deşik olmam lazım. Fırlatabildiğim kadar uzaklara fırlatmam lazım kelime denen illeti, sonra bana geri dönmesi lazım yanında yenileriyle. Telefonları mail kutularını kırmam lazım. Defterlerimi dürmem lazım. Defterlere boşalmam lazım. Gitmem lazım. Yazmam lazım. Yağmuru hissetmem lazım, zırıl zıklam olmam lazım. Gitmeye alışmıştım, gitmeyi yazgı bellemiştim, ama yok ki artık. İstanbul, Ankara, İzmir, Muğla, Isparta, Kastamonu, Urfa, Mardin, Trabzon, bilmem. Gitmem lazım. Ayaklarıma vurmam lazım. Topuklarıma sıkmam lazım. Asmam ve kesmem lazım. Kellemi uçurmam lazım. Yazmam lazım. Okumam lazım. Zaman lazım. Lazım kelimesinden kelimeler türetmek yerine bana bir dünya daha yaratmam ve dünyalarımı savaştırmam lazım. Barışa karışmam lazım. İnsanlar arasına girmem lazım. Görmem lazım. Duymam lazım. Kös kös ölmemem lazım. Ama’sı olmaması lazım hiçbir şeyin ama her şeyin ama’sı var. Amana koyayım, diyebilmem lazım. Güldürmem lazım. Gülmem lazım. İçimden gülüp kendime aptal demem lazım. Gülünce gözlerinin için gülmesi lazım. Şarkı lazım. Çalıp söylemek lazım. Kollarımı bacaklarımı hareket ettirmem lazım. Şehirleri dolaştırmam lazım. Miskin olmamak lazım. Gitmek lazım. Uyuşmamam lazım. Yeniden yeniden keşfetmem, yeni yüzler görmem, yeni sesler duymam, yeni renkler seçmem, eskicileri ziyaret etmem lazım. Gidebilmem lazım. Uçmam lazım. Uçuyor gibi kollarımı iki yana açıp “anne, bak, uçabiliyorum” demem lazım. Bisikletimin gidonlarını tutmayı bırakıp “baba, bak ellerimi kullanmadan sürüyorum” diye bağırmam lazım dünyanın en sevinçli haliyle ve fakat babamın fotoğraflardan ibaret bir sus! işareti olması ve bunun bende travma yaratması ve şimdi benim bunları hatırlamam lazım. Kendimi anlatmaktan vazgeçmem lazım. Kimsenin ölmemesi lazım. Gitmem lazım. Ben hangi bekleyişin nedeniyim, demesi lazım şarkının. Neden olduğum şeyleri bulmam lazım. Yolculuğa çıkmam lazım her yöne. Herhangi bir şeyin herhangi bir biçimde üzerimde herhangi bir baskı oluşturmaması lazım. Kaçmak zorunda kalmayıp, gidebilmem lazım. Kaçmak onursuzca, gitmek onurluca. Şirince'yi görmem, bol bol öpmem koklamam, gözlerine dokunmam lazım. Çocuklarla muhabbet etmem lazım. Dünyanın bütün çocukları sanki benim çocuklarım, gibi hissetmem lazım. Yazarken hep yaptığım gibi kendimden geçmem ve ben neredeydim ne yaptım ne ara yazdım, diye sormam lazım. Ama önce gitmek lazım. Yazmam lazım. Gidilmiyor dostlar. Oysa tüm hayatım gitmek üzerine kurulmuştu. Tutuldum. Tutuklu kaldım. Rahatlık tuzağına düşmemem lazım. O değil de bunları böyle olması gerektiği için değil, doğal olanın böyle olması için daha doğrusu hiçbirşey için değil de rastgele ve içimdenliği için yapmam lazım. Mesela lazım kelimesini söküp, bıçağı midesine sokup, bütün intikamlarımı ve hâlâ kanayan yaralarımı almam lazım. Öldürmem lazım. Buldukça bunmamam lazım. Yıktım perdeyi, eyledim viran, demem lazım. Yakmam yıkmam kırıp dökmem lazım. Ve bütün bunları sadece kendime yapmam ve sonra hiçbir şey yapmamışım gibi sigaramı yakmam lazım. Gitmem lazım. Yazmam lazım. Ve ama olmuyor. .
Olamıyor kalbi camdan sevgilim.. "Bana sen lazım" diye de bitermiş bak yazı..


pitkinim. pacaklarım yürümek istemiyor birkaç gün. benden izin bekliyorlar.

tüm sınırlara geldim dayandım. eşikteyim. ya geçtim ya kaldım. ya gittim ya döndüm. ya durdum ya devam ettim. iki ucu boklu değneklerden büssürü mikado oyunlarım var irili ufaklı. .

yok yok mikado hafif kalır rus ruleti bu. kaçta kaç ihtimal ölüm- kalımın çetelesini tutar bilmiyorum ama.. eeaahh..


hep aynı şeyleri anlatıyorum çünkü başka şeyim yok. saçmalama: ya evet, neresinden başlasaydım ya anlatmaya. son zamanlarımın, anlamına binaen manifestik, uzunluğuna gıyaben aforizmik cümlesi “insan öğrenmek için yaşar”ı da taze değiştirmiştim, artık anlamıştım ki “insan anlatmak için yaşar.” bunun dünyanın çivisinin çıkmasıyla birebir alakası var mıdır bilemem ama zamanın bozulmasıyla, dünyanın hani rengi değişti ya küresel ısınmadan dolayı, sanırız insanoğlunu da bu havalar mahvetti ve bozuldular, bozuldular, bozulduk. insan çok boktan bişiy. işte bir şeyleri "insan öğrenmek için yaşar" levhasının o büyük ışıklı harflerinden söktüm ve bizzat edilgen bir kıvamdan gayet de aktif pozisyon!da olduğu bir eyleme sokuverdim, tabii ya, insan anlatmak için yaşardı, yeni quote'lar yeni idealizmler, işte yeni filmler, yeni "sıçtım sanat oldu" tandansları [bunu neden mi karıştırdım bunca crescendo’sal bir yazının tam da fevkine, ezberinizi bozmak için, ezberinizi …]


anlatmak için ya, anlatmak için dahi insanın biraz aktivasyon enerjisine sahip olması gerekiyor. eşik enerjisi hani, aşmadan olmaz, senle biz diyorum, iki eşik cini, bir döşekte kocasak? daha dur, anlatmadım hiçamabirini. o kadar kum saati olmuşum ki dostlar, hani ince kıyım doğrasalar beni, akdeniz cacık olur diyorum. öylesine kum saati dolmuşuz ki dostlar bir o istikamet bir o istikamet çalışıyor bizim dolmuş, ama hep aynı ve zıt yönde, hani iki uçlu bir ışın gibi, ışın zaten yönlü olana mı denirdi, vektör? gerizekalı olur bu rektörler vektörler hektörler filan, insan çok boktan bişiy sonuçta. o da bi ins'anlar yani..


ah eşek kafam, seni diyorum ya ben hani, sıpalara benzetiyorum, kocaman gözlerinle ne bilsem nasıl etsem nasıl desem nasırım tutar seni düşününce gözlerin sıpa ve gülüşün aşk. öylesine kum saati dolmuşum ki postlarım, doldur boşalt taktiklerinde dahi gözüm yok artık, boşaldıkça doluyorum tekrar tekrar, bildiğin saat işte ulan. işte, anlatmak dediğim şey meşakkatli bir iş, bakma herkesin yaptığına ve herkesin buna dair kendisinde bir şeyler bulduğuna. benim mesela, o enerjiyi aşmam gerekiyor, ve şu ana kadarki yazdıklarım sadece ısınma turları. tur dedim de bak yine kusmaati geldi aklıma bilerek yanlış yazdığım, konuşarak anlatırken yapsaydım bunu, beraber gülebilirdik belki kusma ati deyip uzatırdım bile, ama yazınca gülünmüyor değil mi göynümün hoyrat çiçeği. sen olmuyorsun diye oluyor ya zaten tüm bunlar. doldum işte be, boşalmalıyım. ama önce buna bir son veremli, vermeli. harfler işte, hatırlarsın belki onlar seni gördükçe kımıldaşırlar, oynaşırlar, bir başkalaşırlar, köşekapmaca oynarlar ve böylece sıralarını kaybederlerdi, ve zaten böylesi en zevkliydi. hatırlar mısın ki, o mahur beste çalar, müjgân’la biz ağlaşırdık. [bunu değiştiren dük kafalıya selam ederim.] diyorum ki, öylesine doldu ki vakitlerimiz, sabah yat, akşam kalk, hani sigara içmek için kahvaltı yapmak gibi, oysa bu kadar kadir kıymet fazla olmalıydı sigaraya verilen, bu kadar şımartmamalıydı bu namussuzu. eğretilemeyi dokudun mu? dokundu mu hiç ona gözlerinizle? sizin çoğuldu gözleriniz, bilmem bilir misiniz, sı pa, iki nota olsa iki hecemiz gibi sözleriniz, siz siz’de anlam olmuş birisiniz sayın hayatımın en düzgün tefsir edilmiş meali, cümlemin anlatım bozukluğu, dünyamın bağı kesilmemiş göbeği.


saçmalamayacağım daha. ha, söylemiş miydim hiç, insan çok boktan bişiy. duymaz di'mi kimse bilmez kimse siklemez.. siklamen kırmızıya çalan eflatun renkte bir çiçek, "yine mi çiçek"..


bi de bi türkü işte bi de bi ürkü...


"susarlar sesini boğmak isterler

yarımdır kırıktır sırça yüreğin

çığlık çığlığa yarı geceler

'kardeşin duymaz' eloğlu duyar.."


Şimdi mevsim, oyunun son tiradında perdenin üzerindeki kan lekesinin, -yağmuru hiç dökmeden- böğre saplanan kısık sesli som baharıdır...

Diğerine dönerek "nasıl da hızla uzaklaşıyorlar" diyebilmek kasımıdır.


- özlü sözler ansiklopedisinden dokuma maddesinde, çerçeve andı ya da suistimal perdesi paragrafları. Mutlağa dair olan parçalanmalı diğeri için. Ansiklopedi kapağına çay dökülmeli ve sertliğin kendine gelmesi ile izlemeli muhakkak. Kapalı bir kapının önüne tekrar geldiğinde kendini yumruklasın adam.


- gece tarifesinde bilinmedik bir evin bilinmeyen ışığına koşu taşı, taş. Taş ki kendiğilinden yuvarlanmakta dağdan, dağdan kendiliğinden yuvarlanmakta taş. Diyeceklerinden sıkılsın hazır demişken. Asfalt yağmuru tutana değin iki geçidin biri seçilmeli ve gökyüzüne yuvarlanmalı uçurum, ama daima. Sinopsis akla geldi ve Bernardo'nun eşek kulakları. -"paris'te son tango"-


- çölde çay değil bir önceki; üçlemenin küçük olmayanı hatta. Ahşabın kalıt edilmişi içinde alınırken ve hiç düşünmeden. Hiç düşülmeden yakmak bütün gemileri, karpuz kabuğundan kediler yapmak.-maverick?- Üçerli beşerli içi geçmiş fotoğrafları ve içkinin tek elden dağılımı, tam da şarkılı türkülü yumruda. Kınasız kolsuz bir ağlama düeti. - At yansısı. Tanah okumaları. Şom şarap günlerden..


Düşen gök durdu nihayet, çevresinde böyle hızlı dönerken dökülmekte olan içkiyi yerden silen kuşak; -gök- anladığımdandır, kalım veya dirimdir şurayı tutuşturacak kibrit. Birileri gelip alacak ve sabır taşlanmazlığını gösterecek en ücra yerlerinde gölgenin, ve üstüne akımların verildiği gün-eş çekilince tüm çekingenliğiyle somali kargası. Karılmış bir deste kağıdın içinde didinip duran karga, moloz yığınına uçmuşken dönüverdi geriye; geride derme çatma sehpa, küllerini eşeleyen ve devrilen mantık. "Banklara yatacak banklara, ileriye bakacak hem de!" Diye bağırıyor sümüklü. Hatırı sayılsın diye "kör olsun gözleri" de der şimdi. Ama su nasıl buldu böyle birden bire? Su, nasıl dökülmedi böyle birden bize? Yani avuç içindeki güzel yas'a ve o -diğerine- bozb'ulanık bir garpta, hızla şişerken dünya. Hemen değişecektir bu söküğün dikeni. Tam da haykırılacak yerinde rest! Sıcak sarıların altında biriken kan ve yerinden sökülecek dünya. Tas tamam yırtmış yere indirmiş perdeleri. Unutulmuş düş şenliği geç -üşengeçliği- gelen ağzı dağılmış dişlerin. Ağ var! diye bağırırken 'ses'in, -ah!- pulların sandığına sokulacak! Tiz perdede soluklanan bir bulmacanın notada durakladığı son es! Hayır, saklanacakmış o ses saklanmalıymış, unutkanlığımın şavkına kalmış çünkü divân... Iskalanmış tarih öncesi devasa şerbetlerine ortak olunan gösterilerdir ve anladığıdır, roma sussun biraz. Bu şölende eksik olan şölenin ta kendisi. işte kıstırdım yerdeki böceği!


içi ezildi kalıtımın, içi değiştirilip yerine kolon yası bırakıldı; pergelin tepesinden sarsak bir linç bakıyor ve sırf bakmakla bile yuvarlanıyor aşağıya. -üç yüz altmış beş derecede bir gün olsa idi sesin gerçek-.. Bazı koyulukların keskinliğinde girdap seslerine dair soytarılıklar dönüyor ve yolunu işliyor kan, dokuduğu motiften alamıyor gözlerini. Öyleyse atık sularını şişelere doldurup hayat denilen lağım çukuruna iade etmem an'ın tek başına karar verdiği bir kalabalıktır. Gar kapısına suskunun ilanını yapıştıracak olanlar! Biliniz ki son bir defa raylara bakıp kırık bir kahkaha atmak serbestliğiyle düşünecektir o.. O.. o..


'rahiya ve renk' e mektup;


".. bilirsin, hınca hınç yalnız bıraktık yalnızlık sözcüğünü, "yapa" koyduk başına eza'nın, cefa'nın yanına kÂr kaldı sesin.. sökük pijamalar kasım ayında iade edildi. bu defa dikim evlerine ve terzilere etimi dikmelerini salık vereceğim. saçlarım, iyisi mi hiç bahis açmayalım bu mevzudan zira benim saçlarım seninle ilgilidir. bulutları kayıklara düşürdüm. seyrine doyum olmuyor bu güz; başka güzlerde olmadığı kadar hüzünlenmenin..."


Az kalsın bitiriyordum kuşku ısrarımı. Değişime adanmış farazi bir jonglörün gömleğini ona belli etmeden sıyırıp iliklerini diktim acemilikle, bir yaranın hızla iyileşmesi gibi mürekkep tutmaz bir defterde... Okudum saatlerce ve anladım; yeniden geleceğim demeli insan ve gelmeli de, bir bilgenin açık kalmış gözlerine iyi niyetle bakabilmek için ve nakkaşın hançerini tuğradan ayıran göz işçiliğine incecik küfür olsun diye...

Aslında biliyordum, diye diye...

Aslında bile bile bilmiyordum diye...
Es.. Kaza..